İsrail’in Gazze’deki hedeflerinin perde arkası

İsrail’in Gazze’deki hedeflerinin perde arkası

Siyonistlerin ortaya koyduğu canhıraş siyasi çabaların, topografya ve arazi alt üst oluşların, kentsel alanların değiştirilmesinin, alt yapıyı yeniden yapılandırılmasını imkânsız kılacak ya da zorlaştıracak şekilde yok edilmesinin ve hepsinden önemlisi de yürüttüğü soykırıma ilişkin temel amacı, İsrail’in giderek aşınmış ve 7 Ekim sabahı beklenmedik bir şekilde çökmüş olan caydırıcılık kapasitesini yeniden kazanmak, sarsılan güvenini yeniden elde etmektir.

İsrail tam olarak Gazze’de ne yapmaya çalışıyor? Bunu anlamaya çalışmak aslında diğer bölgesel gelişmeleri doğru okuyabilmek açısından da önemli. Gerçekten İsrail’in resmi olarak görünürde ilan ettiği hedefler, asıl niyetini yansıtıyor mu yoksa onu kamufle eden bir işlev mi görüyor?

İsrail’in Gazze Şeridi’nde neredeyse on aydır yoğun bir şekilde sürdürdüğü askeri operasyonlarının ana amacı Hamas’ın elindeki esirlerin geri alınması mıdır? Ya da İsrail aslında Gazze’deki Hamas yönetimine son vermek ve kapasitesini yok etmek mi istiyor

İsrail işgal yönetiminin düzenlediği vahşi saldırılar ve yürüttüğü çılgın savaş, ilan etmiş olduğu resmi hedefleri tamamen aşan bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Sahada yaşananlarla İsrail’in ilan ettiği hedefler birbiriyle uyuşmuyor. Örneğin Hamas’ın elindeki esirleri önemseyen bir devlet, savaş yerine müzakerelere başvurması, daha büyük şiddet yerine diplomasi odaklı bir strateji yürütmesi gerekmez mi? Yoğun çatışmalar, onlarca esirini kaybetmesine, zarar görmesine ölümüne yol açabilirdi nitekim esirlerin bir kısmı İsrail ordusunun saldırıları nedeniyle hayatını kaybetti. 

Peki İsrail’in operasyondaki amacı, sadece Hamas’ı yok etmek ve Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçirmek olabilir mi? Bu, elbette amaçlarından biri, ancak tek amacı bu olamaz. Zira İsrail askeri aygıtı, Filistin direnişinin yok edilemeyeceğini, yer altındaki labirent ve dehlizlerde gizlenen savaşçıların kendisini yeniden üretme kapasitesinin yüksek olduğunu bilmiyor olamaz. Dokuz ay boyunca yapay zekâ aygıtları başta olmak üzere neredeyse bütün teknolojik imkanlarını, aygıtlarını devreye sokmasına, bütün gelişmiş silahlarını seferber etmesine rağmen hüsran deryasında boğuldu. Ayrıca operasyonunun hacmine baktığımızda Hamas’ın yok edilmesini aşan refleksif bir boyut içerdiğini, insiyaki bir şekilde saldırıya geçen İsrail’in başka bazı şeyleri kanıtlamaya çalıştığını görüyoruz aslında. 

Siyonistlerin ortaya koyduğu canhıraş siyasi çabaların, topografya ve arazi alt üst oluşların, kentsel alanların değiştirilmesinin, alt yapıyı yeniden yapılandırılmasını imkânsız kılacak ya da zorlaştıracak şekilde yok edilmesinin ve hepsinden önemlisi de yürüttüğü soykırıma ilişkin temel amacı, İsrail’in giderek aşınmış ve 7 Ekim sabahı beklenmedik bir şekilde çökmüş olan caydırıcılık kapasitesini yeniden kazanmak, sarsılan güvenini yeniden elde etmektir.

İsrail’in güvenlik doktrini büyük ölçüde caydırıcılık faktörüne dayanır. Bu, ulusal güvenlik teorisinin en önemli ilkesi olarak görülmektedir. Bu ilkenin kaybı veya çöküşü, “devleti” istikrarsızlaştıran ve hatta ilerleyen aşamalarda varlığını tehdit eden varoluşsal tehlikelerle karşı karşıya bırakır. Tüm dünya devletleri “ulusal güvenlik”i, devletin ulusal çıkarlarını koruma ve savunma kapasitesi olarak tanımlasa da, “Yahudi devleti”nin kendine özgü ve diğer tüm tanımlardan daha heretik bir tanımı vardır. İlk İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı David Ben-Gurion, bu kavramı “varlığın savunulması” olarak tanımlamış ve İsrail için ulusal güvenlik meselesi sadece ulusal varoluş meselesi değil, tüm Yahudi yerleşimciler için hayat memat meselesi olarak kabul edilmiştir.

Varlıklarını ispat etme kompleksine sahip olan tüm dünya devletleri, ulusal çıkarlarına uygun olarak komşu devletlerle kültürel etkileşimler yoluyla hayatta kalmaya çalışırken, İsrail bütünüyle izole konumundadır. Bu da aslında hiçbir devlete benzemeyen bir varoluş ispatına ihtiyaç duymaktadır. Bu yapı, tarihi ve kültürel olarak bu topraklara ait olmamasına rağmen, gücünü zorla dayatarak burada var olmaya çalışmaktadır. Bu durum, onu sürekli düşmanca politikalar yüzünden çevresiyle çatışma içine sokmuştur.

Jabotinsky, Arapların Yahudi yerleşimini ve devlet kurma hedeflerini kabul etmeleri için, Yahudilerin kendilerini savunabilecek kadar güçlü olmaları gerektiğini savundu. “Demir Duvar” bu bağlamda, Arapların Yahudi varlığını kabul edene kadar inşa edilmesi gereken güçlü bir savunma hattını sembolize ediyordu. Bu savunma hattı, fiziksel bir yapıdan ziyade, Yahudilerin kararlılığını ve gücünü temsil ediyordu.

JABOTİNSKY DOKTRİNİ

Ze’ev Jabotinsky, Yahudi yerleşimciler ile Araplar arasındaki çatışmalar sürerken 1923 yılında “Demir Duvar” teorisini ortaya koydu. Jabotinsky’nin Siyonist hareketin hedeflerine ulaşabilmesi için izlenmesi gereken strateji hakkında düşüncelerini yansıtan bu teori bugün bile İsrail’in güvenlik politikalarına ilham vermeye devam etmekte. Jabotinsky’ye göre, Araplar ile Yahudilerin Filistin üzerindeki çıkarları uzlaşmazdı. Araplar, Filistin topraklarında Yahudi egemenliğine karşıydı ve bu yüzden barışçıl müzakerelerle bir uzlaşmaya varılamazdı. Bu uzlaşmazlık, iki tarafın da temel hedeflerinin birbiriyle çelişmesinden kaynaklanıyordu.

Jabotinsky, Arapların Yahudi yerleşimini ve devlet kurma hedeflerini kabul etmeleri için, Yahudilerin kendilerini savunabilecek kadar güçlü olmaları gerektiğini savundu. “Demir Duvar” bu bağlamda, Arapların Yahudi varlığını kabul edene kadar inşa edilmesi gereken güçlü bir savunma hattını sembolize ediyordu. Bu savunma hattı, fiziksel bir yapıdan ziyade, Yahudilerin kararlılığını ve gücünü temsil ediyordu. Arapların Yahudi yerleşimlerini saldırılarla ortadan kaldırma şansı olmadığını anlayana kadar, Yahudilerin savunmada kararlı olmaları gerekiyordu. Ona göre bu güçlü duruş, zamanla Arapların Yahudi varlığını kabul etmelerine yol açacaktı. Böylece, barışın temeli, Yahudilerin savunma kapasitesine ve kararlılığına dayandırılmış olacaktı. Jabotinsky, bu güçlü savunma sayesinde, Yahudi yerleşimlerinin sürekli olarak tehdit altında olmayacağını ve varlıklarını sürdürebileceklerini öngördü.

Jabotinsky’nin teorisinde caydırıcılık ilkesi, merkezi bir öneme sahiptir. İki aşamadan oluşan bu ilke, ilk aşamada Arap ve İslam ülkelerine askeri üstünlük sağlanarak İsrail’e saldırmalarını önlemek ve nükleer belirsizlik politikasını sürdürmek suretiyle düşmanlarına korku salmaktır.İkincisi aşamada ise devlet altı aktörleri caydırmak ve direnen grupların moralini kırmak, silah kapasitelerini sınırlamak ve onları destekleyen halka baskı yaparak onları bu destekten mahrum etmektir.

İsrail, bu teoriyi sonuna kadar uyguladı. Araplara ve Filistinlilere karşı oldukça acımasız davranırken tehcir ve katliamlarla Filistin’i boşaltmaya çalıştı. İsrail, 1948’de kurulduğunda, Siyonist devletin hayatta kalması ve güvenliğini sağlamak amacıyla askeri ve jeopolitik doktrinlerini şekillendirdi. Bu doktrinler, hem iç hem de dış tehditlere karşı koymak için tasarlanmış stratejiler içeriyordu. Zaman içinde, değişen jeopolitik koşullar ve teknolojik ilerlemelerle birlikte bu doktrinlerde önemli değişiklikler meydana geldi. Savunma ve caydırıcılık, İsrail’in erken dönem askeri doktrininin temel taşlarıydı. Siyonist devlet, gerek içerdeki Filistinlilere gerekse çevresindeki Arap ülkelerine karşı sürekli saldırgan bir tavır sergilediği için kalıcı bir caydırıcılık yaratma ihtiyacı içindeydi. Yedek askerlik sistemi, ordunun her an savaşa hazır olmasını sağladı. Ayrıca, istihbarat, İsrail’in askeri stratejisinin merkezinde yer aldı. Mossad ve Shin Bet gibi istihbarat teşkilatları, iç ve dış tehditleri belirlemek ve önlemek için kritik rol oynadı.

Jeopolitik olarak ise İsrail, uluslararası alanda destek arayışına girdi. Başlangıçta ABD ve Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkiler kurarak, diplomatik ve askeri yardım sağlamayı amaçladı. Bu nedenle, stratejik yerleşim yerleri ve savunma hatları oluşturuldu.

1979’da Mısır ile yapılan Camp David Anlaşması, İsrail’in jeopolitik doktrininde bir dönüm noktasıydı. Bu anlaşma, İsrail’in bölgede kendisine daha farklı alanlar açmasına izin verdi. Bu sayede meşruiyet sorununa çözüm getirmeyi ve bölge ülkelerinden kendisine müttefikler edinmeyi hedefledi. Ancak beklenen olmadı, Camp David bölgede büyük tepkiyle karşılandı. İsrail’in bu hedefini gerçekleştirmesi için 90’ları beklemesi gerekecekti.

1960’LAR VE 1970’LER: SAVAŞLAR VE DEĞİŞEN DİNAMİKLER

19487’de katliam ve tehcirle kendine yeni bir vatan yaratmaya çalışan ve daha çok, savaştığı Arap devletlerine karşı savunma stratejisi izleyen Siyonistler, 1967 Altı Gün Savaşında askeri doktrininde önemli bir değişikliğe gitti. Amerikan yönetiminin 2000’li yılların başlarında dile getirdiği önleyici savunma doktrinini Siyonistler, hem işgal altındaki topraklarda hem de dışındaki diğer Arap ülkelerine karşı daha o yıllarda uyguladı. Çok hızlı bir şekilde saldırılarını gerçekleştiren İsrail işgal devletinin bu hızı ve acımasızlığı ona askeri üstünlük getirdi. 1973 Yom Kippur Savaşı’nın ardından, İsrail askeri teknolojilerini ve stratejilerini modernize etti. Tank, uçak ve elektronik savaş sistemleri gibi ileri teknolojilere yatırım yapıldı.

1979’da Mısır ile yapılan Camp David Anlaşması, İsrail’in jeopolitik doktrininde bir dönüm noktasıydı. Bu anlaşma, İsrail’in bölgede kendisine daha farklı alanlar açmasına izin verdi. Bu sayede meşruiyet sorununa çözüm getirmeyi ve bölge ülkelerinden kendisine müttefikler edinmeyi hedefledi. Ancak beklenen olmadı, Camp David bölgede büyük tepkiyle karşılandı. İsrail’in bu hedefini gerçekleştirmesi için 90’ları beklemesi gerekecekti. İsrail, Araplara karşı zafer kazandıkça ABD ile olan ilişkilerini güçlendirdi ve bu ilişki, İsrail’in bölgesel güvenliğinin temel direği haline geldi. ABD, İsrail’e askeri ve ekonomik yardımlar sağlayarak, İsrail’in saldırı kapasitesini artırdı.

1980’ler ve 1990’larda, Hizbullah ve Hamas gibi gayri nizami savaş yürüten direniş gruplarıyla mücadele öne çıktı. Asimetrik savaş stratejilerini benimseyen İsrail, ileri teknoloji ve savunma sistemlerine yatırım yapmaya devam etti. Demir Kubbe (Iron Dome) gibi hava savunma sistemleri, füze tehditlerine karşı önemli bir araç oldu.

1990’larda Oslo Anlaşmaları ve diğer barış süreçleri, müzakereleri bir oyalama taktiği olarak gören İsrail’in diplomatik çözüm arayışlarını yansıtsa da aslında asıl amacı zamana oynamak, illegal Yahudi yerleşim birimlerini sürece yaymayı hedefliyordu. Müzakereleri, samimi bir barışı derinleştirme ve ilerletmeye katkı sağlayacak bir unsur olarak değil daha çok jeopolitik doktrini içerisinde kendisine meşruiyet kazandıracak ve bölgesel nüfuzunu artırma bağlamında araçsallaştırmaktaydı. İsrail’in önem verdiği konulardan biri de İran’ın bölgedeki artan etkisine karşı önlemler almak, mümkünse İran’ı mezhebî koalisyonlarla izole etmekti. Özetle İsrail’in askeri ve jeopolitik doktrini, kuruluşundan bu yana önemli değişiklikler geçirdi. Başlangıçta savunma ve caydırıcılık üzerine kurulu olan bu doktrin, zamanla önleyici saldırı, yüksek teknoloji kullanımı ve diplomatik çözümlerle evrildi. İsrail hayatta kalmak için en acımasız yöntemleri komşularına ve Filistin halkına karşı uyguladı.

Aksa Tufanı sonrasında yaşanan soykırımda ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız destek, İsrail’e büyük bir fırsat yarattı. İsrail sadece Hamas’ı değil aslında bütün bir Gazze’yi yok etmek, öldürebildiği kadar sivil öldürerek Gazze’yi kendince bir tehdit olmaktan çıkarmak istiyor. 

Bu çatışmalarda İsrail, çoğu Arap ve İslam ülkelerinin sessiz kalmasını da bir silah olarak kullanmaktadır.

SONUÇ

Gazze Şeridi’nde küçücük bir alanda, iki milyonun üzerinde insanın yaşadığı bu küçük coğrafyada, sekiz yılı aşkın süredir devam eden abluka nedeniyle yoksulluk ve işsizlikle boğuşan Filistin halkına karşı yürütülen bu amansız savaşta, İsrail’in kaybolan caydırıcılığını yeniden kazanma arzusu, propagandalar ve yalanlarla örtbas edilemeyecek kadar açıktır. 

7 Ekim’de yaşananlar, İsrail işgal rejiminin varoluş korkusunu depreştirmiş, kendisine olan öz güvenini sarsmış görünüyor. İsrail, şu an umarsızca ve hedef gözetmeden saldırarak kaybettiği bu özgüvenini yeniden inşa etmeye, çizdirdiği karizmasını kurtarmaya ve uluslararası arenada düştüğü durumdan kendini kurtarmaya çalışıyor. 

Aksa Tufanı sonrasında yaşanan soykırımda ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız destek, İsrail’e büyük bir fırsat yarattı. İsrail sadece Hamas’ı değil aslında bütün bir Gazze’yi yok etmek, öldürebildiği kadar sivil öldürerek Gazze’yi kendince bir tehdit olmaktan çıkarmak istiyor. 

Bu çatışmalarda İsrail, çoğu Arap ve İslam ülkelerinin sessiz kalmasını da bir silah olarak kullanmaktadır. Halklar ise, açlık ve yoksulluk içinde yaşam mücadelesi verirken, yöneticilerinin baskısı altında ses çıkarmaktan çekinmektedirler. Bu sessizlik, İsrail’in taktiklerinin bir parçası haline gelmiştir.

İslam Özkan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir