Devletin olmayan bir tehdit karşısında kendini koruma güdüsü, bunun için iktidarı harekete geçirmesi karşısında siyasi ve toplumsal muhalefetin cevaplaması gereken; “İç cepheyi tahkim etmek midir yoksa devletin demokratikleşerek her alanda daha güçlü olabileceği yönünde bir siyasetin taşıyıcısı olması mıdır?” sorusudur.
Cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan’ın Meclis açılış konuşmasında vurgu yaptığı İsrail’in tehdit olasılığına karşı “iç cephe”yi tahkim etme çağrısı ilginç biçimde siyasette pek çok taşı yerinden oynattı, farklı tartışmalar başlattı.
Nitekim çok değil daha 1.5 ay öncesine kadar DEM Partilileri Meclis’te olmasını gereksiz bulan Cumhur İttifakı küçük ortağı MHP lideri Bahçeli, Erdoğan’ın bu çağrısına icabeten Meclis’te DEM Partililerle tokalaşması, yeni bir çözüm sürecinden Öcalan’a ev hapsine kadar pek çok konuyu gündeme taşıdı.
Bahçeli’nin kendileriyle tokalaşmasını “çok büyütmeme ama çok da küçümsememe” noktasında olan DEM Parti’nin gelişmeler konusunda izleyeceği siyaset henüz net değil. Muhtemelen onlar da, Devlet-Öcalan-Kandil üçgeninde gelişmelere göre pozisyon alacaklar.
Kuşkusuz bütün bunlar olurken ana muhalefet olarak CHP’nin sessizliği özellikle üzerinde durulmayı hak ediyor.
NEDEN ŞİMDİ?
Kuşkusuz bu noktada aklımıza gelen ilk soru iktidar neden şimdi böylesine bir adım atma gereği duydu?
İkinci soru bu adımı atan iktidar bunu kendi geleceği için yok yoksa devletten gelen tavsiye üzerine mi atıyor?
Bu adımı iktidar atmış görünse de, bunun arkasında bir devlet aklı var. Ve burada ilk amaç, Erdoğan’ın yeniden seçilmesi değil, devletin kendi ideolojik sürekliliğinin korunması var. Her ne kadar "İktidar mı devleti, devlet mi iktidarı ele geçirdi?" haklı bir soru olsa da, bu topraklarda devletin ideolojik ve zihinsel sürekliliğinin gerçeğini unutmamak gerekiyor.
Bu noktada eğer iktidarın önceliği gerçekten dış tehdide karşı iç cehpeyi güçlendirmek olsaydı, yapılması gereken önce Cumhurbaşkanının siyasi parti liderlerini sonra çağrı beklemeden Meclis’i bilgilendirmek olmalıydı. Ama olmadı.
Diğer yandan belirtmek gerekir ki, iç cephe yani içerde ulusal birlik ancak demokratik bir zeminde gerçekleştirilip, güçlendirilebilir. Siyasi muhalefet ve toplumun büyük bir kısmının hala öteki kabul edildiği, iddia edilen tehdşitlerin gerçekliği konusunda ikna edilmeği bir akıl, iç cepheyi tahkim edemez.
Diğer yandan meseleyi sadece Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi ve seçilmesine indirgemek de hatalı olacaktır. Sonuçta cumhurbaşkanlığı devletin kullandığı araçlarından sadece birisi “şimdilik”. Yani zaman içinde başka araçların devreye sokulması içten değil.
Ve devlet kendi ideolojik üstünlüğünü ve dokunulmazlığını, yarattığı maddi ve manevi güç, imkan ve kaynakları Cumhur İttifakı partileri arasında dağıtarak bunu sağlıyor.
Dahası bu yeni bir durum değil. Sadece geldiğimiz konjonktür devlete başka bir adım atma ihtiyacı hissettirmiş görünüyor.
Türkiye’de devlet, 2015 ortasından itibaren MHP üzerinden AKP ile kurduğu ideolojik ortaklıkla kendini yeniden inşa etmeye soyunmuş ve bunda başarılı da olmuştur. 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL ve son olarak da Bahçeli’nin 2017’de Erdoğan tarafından rafa kaldırılan başkanlık sistemini gündeme getirerek, bu dönüşümü tamamladılar. 2018’de hayata geçirilen Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi esas olarak devletin kendini kurumsal olarak da yeniden yapılandırması ve hukuki meşruiyet zemini yaratmasıdır. Ki bunu süreci uzunca bir süredir bazı yazılarımda tekrar ediyorum. Etyen Mahçupyan bütün bu süreci “Yeni İttihatçılık” olarak tanımlıyor.
MUHALEFET “NASIL BİR DEVLET?” SORUSUNA CEVAP ARAMALI
Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis açılışında İsrail tehdidi üzerinden iç cepheyi tahkim etme politikası esas olarak devletin kendi özünü koruma girişiminden başka bir şey değildir.
İsrail tehdidi gerçekçi olmasa da, Ortadoğu’da olası sınır değişikleri endişesi devletin kendini daha güçlü hissetme ihtiyacı doğurmuş olabilir.
Devletin olmayan bir tehdit karşısında kendini koruma güdüsü, bunun için iktidarı harekete geçirmesi karşısında siyasi ve toplumsal muhalefetin cevaplaması gereken; “İç cepheyi tahkim etmek midir yoksa devletin demokratikleşerek her alanda daha güçlü olabileceği yönünde bir siyasetin taşıyıcısı olması mıdır?” sorusudur.
İktidarın hedefi tüm siyasi muhalefeti dış tehdit üzerinden iç cephe söylemiyle yanına almak, soru sorulmasına engel olmaktır.
Ve devletin bu yeni dönemin hukuki meşruiyetini de yine yeni anayasa üzerinden yapmak istemektedir.
Ve iktidar blokunun ilk hedefi doğal olarak DEM Parti olmuştur.
DEM PARTİ’Yİ BEKLEYEN ZOR SEÇİM
DEM Parti’nin ilk tepkisi “bekle-gör” yönünde oldu sanki. Ama son tahlilde DEM Parti’nin cevap vermesi gereken soru yukarıdadır. Eğer bu sorudan kaçarak, devlet-Öcalan-Kandil’den gelecek çıktılara göre adım atar ve bu adımlar apolitik olursa, parti 2013’de başlayan çözüm sürecinde dönemin partisinin yaptığı siyasetsizlik hatasına düşmüş olur.
Nitekim bu günlerde iktidar/devletin Öcalan ile görüştüğü haberlerinin çıkması tesadüf olmasa gerek.
Kamuoyunda yaşanan bütün gelişmlerin yeni bir çözüm süreci olasığı olarak adlandırması fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olur.
Elbette Kürt sorunu, Türkiye’nin en önemli sorunu olarak varlığını korumaktadır. Ve eşit vatandaşlık, temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözülmesi elzemdir. Ancak bugünkü devlet, iktidar eklemlenmesinde bırakın Kürt sorununu konuşmayı, Kürt sorunun varlığı dahil kabul edilmemekte; Kürtler bir bütün olarak Müslümanlık üst şemsiyesinde eşitlenmek istenmektedir.
Kürt siyasi hareketi de, Kürtler de bunun farkındadır.
Bu noktada Öcalan konusu açılmışken şunu ifade etmekte fayda var. Öcalan’a ailesi ve avukatları ile görüşmeleri konusunda uzunca bir süredir hukuki olmayan bir tecrit uygulanmaktadır. Ama devlet, Öcalan’la ilişkisini hiçbir zaman kesmedi.
Unutmayalım ki Öcalan İmralı’da devlet denetim ve gözetiminde bir tutuklu. Bu açıdan devlet, Öcalan’la sürekli temas halinde ve bu temas da devlete yeterince bilgi sağlamaktadır.
Burada kritik konu, Öcalan’la görüşmeler sonucunda çıkacak cevabın, siyasi yaklaşımın devlet ve Kandil tarafından nasıl karşılanacağıdır.
Sonuçta Türkiye’de devlet için öncelikli tehlike İsrail değil, Kuzey Suriye’de varlığını kurumsallaştıran Kürt otonom yapıları ve olası özerklik durumudur.
Devlet, kendi gücünü korumak adına Öcalan’a ev hepsi dahil olmak üzere, anayasada Kürtler kimi hak ve özgürlükler konusunda adım atabilir ama bu son tahlilde devletin kontrolü elden bırakmadığı bir duruma tekabül edecektir. Bu unutulmamalıdır.
Burada DEM Parti için esas tartışma, içine girilen süreçte alacakları pozisyonun Türkiye’nin de demokratikleşmesine katkı verip vermeyeceğidir.
CHP NEDEN SESSİZ?
Kuşkusuz bu denklemde en önemli parti ana muhalefet partisi CHP’dir.
Ancak CHP’yle ilgili temel soru; bütün bu gelişmelerin, ne kadar farkında olduğudur. Çünkü bu konularda güçlü bir ses henüz duyulmadı. Tartışılanların görmezden mi geliyor yoksa farkında değil mi belirsiz.
CHP’nin bu sürece ilişkin temel yaklaşımı, Meclis açılışında Cumhurbaşkanını ayakta karşılamasının doğruluğuyla sınırlı. Bir de parti içi küçük iktidar oyunlarıyla. CHP’nin Kürt sorunu başta olmak üzere, dış politikadaki gelişmeler konusunda daha aktif olmasını bekliyor. Dahası siyasi ve toplumsal muhalefetin liderliğini, taşıyıcılığını yapması gerekiyor.
Bir kez daha ifade edelim ki, Meclis açılışından bu yana yaşananlar sadece iktidarın DEM Parti’yle tokalaşması ile sınırlı değildir. Devlet gücünü konsolide etmek için daha büyük bir adım atmaya hazırlanıyor.
Yorum Yazın