27 Mayıs’ı anarken tüm tespitleri birlikte ele alıp bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor. Cumhurbaşkanımızın yaptığı gibi, sadece askeri hedef almak olaya yanlış teşhis koymaktır. Örneğin, şayet Demokrat Parti anti-demokratik uygulamalara yönelmeseydi, milletin bir bölümünde seçimle iktidarı terk etmeyeceği izlenimi yaratmasaydı, belki askeri müdahaleye zemin olmazdı. Birkaç gün önce 27 Mayıs askeri müdahalesinin yıldönümü vardı. 1960’da yaşadığımız bu olayın üzerinden altmış dört sene geçmiş. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır. Biz bir süre bu günü Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutladık. Zamanla iktidarlar değişince, 27 Mayıs bayram olarak kutlanma niteliğini kaybetti, müdahale sırasında ölüme mahkum edilen Demokrat partili liderlerin anıldığı bir gün olma niteliğini kazandı. Başlangıçta askeri müdahaleye olumlu yaklaşılırken, bilahare askerin siyasete müdahalesinin olumsuzlukları vurgulanmaya başlandı. Olayın devrim olarak nitelendirilmesinden uzaklaşıldı, düpedüz askeri darbe olduğu ileri sürüldü. Yapılanın milli iradeye saygısızlık olduğu, müdahalenin sonucunda çok kişinin mağdur olduğu, ızdırap çektiği dile getirildi. Nitekim, hafta içinde konuya değinen Cumhurbaşkanımız, 27 Mayıs’ı bir daha yaşanmaması gereken bir felaket, demokrasiye karşı yapılmış bir kasıt olarak gördüğünü ifade etti.Şimdi gelin, olayları birlikte hatırlayalım. Demokrasiye geçiş mücadelesinde önemli yeri olan Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde yürürlükte olan ve seçim bölgesinde en çok oyu alan parti bütün koltukları kapar şeklinde özetleyebileceğimiz seçim sisteminden yararlanarak Meclis’te büyük bir üstünlük sağlamıştı. 1957 seçimlerinde muhalefet oyların iktidardan daha yüksek bir yüzdesini almakla birlikte, yine bu seçim sisteminin azizliği sonucunda Demokrat Parti parlamentodaki kahır ekseriyetini korumayı başarmıştı. Başka türlü ifade edecek olursak, seçim sistemi seçmen tercihleri karşısında son derece duyarsızdı. Demokrat Parti iktidara geldiğinde hakkaniyetten uzak olan bu sistemi değiştireceğini vaat etmiş ancak çoğunluğu elde edince, bu sistemin en fazla oyu alan partiyi fazlasıyla kolladığını ve kendisinin de bu sistemden yararlandığını görünce, değişiklik yapmak bir yana, sistemi sahiplenmiş, değiştirme ile ilgili görüşlerini tamamen unutmuştu.
1960 yılına geldiğimizde, muhalif seçmende iktidarın olağan yollardan görevi bırakmayacağı kanaati hemen herkeste kesinlikle yerleşmişti. Böylece 27 Mayıs askeri müdahalesine giden yolda ilk tespitimizi yapmış bulunuyoruz. Demokrat Parti giderek demokrasiden uzaklaşmakta ve muhalefet katında kendisinin iktidardan uzaklaşmasıyla sonuçlanacak bir seçime izin vermeyeceğine inanılmaktaydı.
İKTİDARIN OLAĞAN YOLLARDAN GÖREVİ BIRAKMAYACAĞI KANAATİ YERLEŞMİŞTİ
Demokrat Parti, iktidar döneminde ülkeyi daha demokratik bir yapıya kavuşturacağına, demokrasiden giderek uzaklaşmayı tercih etmişti. Basın Kanununda değişiklikler yaparak, kendisini eleştirenleri hapse atmanın tarihçesi 1953’e kadar uzanmaktadır. İnkar edilmesi mümkün olmayan husus ise ülkemizde gelişmesini arzuladığımız siyasi demokrasinin şu veya bu yasal değişiklik ya da uygulamayla her geçen yıl daha da zayıflatıldığıdır. Demokrasinin giderek daralması, özellikle Demokrat Partinin seçmenin çoğunluğu tarafından desteklenmediğinin görüldüğü 1957 seçimlerinden sonra hızlanmıştır. Örneğin, muhalefet lideri İsmet İnönü iktidarı eleştirirken, mazeretler ihdas edilerek bir hafta süre ile meclis oturumlarına katılmamakla cezalandırılmıştır. Partizan güruhlar harekete geçirilerek Uşak’ta konuşması engellenmiş, Kayseri’de yapacağı konuşmaya gitmesi de engellenmek istenmiş, ancak Paşa’nın ısrarı karşısında onun haklı ısrarını anlayışla karşılayan ve dolayısıyla kendisine verilen emre uymayan bir subayın sayesinde Kayseri’ye gidebilmiştir. Fakat inanılması güç eylem 1960 Baharında mecliste yapılmış, muhalefetin bozguncu faaliyetlerini sorgulamak ve gerekirse milletvekillerini tutuklamak yetkileriyle de donatılmış sadece iktidar partisi mensuplarından teşekkül eden bir tahkikat komisyonu dahi kurulmuştur. İktidarın gidişini ve eylemlerini izleyen bir uzmanın, iktidarın olağan bir seçim yaptırmayacağını, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı arzulayacağını tahmin etmesi zor değildir. 1960 yılına geldiğimizde, muhalif seçmende iktidarın olağan yollardan görevi bırakmayacağı kanaati hemen herkeste kesinlikle yerleşmişti. Böylece 27 Mayıs askeri müdahalesine giden yolda ilk tespitimizi yapmış bulunuyoruz. Demokrat Parti giderek demokrasiden uzaklaşmakta ve muhalefet katında kendisinin iktidardan uzaklaşmasıyla sonuçlanacak bir seçime izin vermeyeceğine inanılmaktaydı.1946-1950 döneminde siyasi rekabete geçildiğinde, siyaset anlayışını tek parti döneminde kazanmış olan seçkinler artık seçim kazanmak gerektiği gerçeğine yeterince intibak sağlayamadılar. Devletin, yani bürokrasinin, seçimle gelenlerden nispeten özerk olarak faaliyetine devam ederek “doğru işler” yapmaya devam edebileceğini düşündüler. Böylece seçilmişler-devlet geriliminin temelleri de atılmış oldu.
SEÇİLMİŞLER-DEVLET GERİLİMİNİN TEMELLERİ ATILDI
Evet, tespitlerimize devam edelim. Tek parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nin yönetim anlayışı, ülkeyi yöneten seçkin grubunun “modern toplum” inşa etmek için devletin imkanlarını kullanması biçimindeydi. Yönetimi dahiliye-hariciye-askeriye-adliye biçimindeki dört direk üstüne inşa etmek, bu yönetim anlayışının temeliydi. 1946-1950 döneminde siyasi rekabete geçildiğinde, siyaset anlayışını tek parti döneminde kazanmış olan seçkinler artık seçim kazanmak gerektiği gerçeğine yeterince intibak sağlayamadılar. Devletin, yani bürokrasinin, seçimle gelenlerden nispeten özerk olarak faaliyetine devam ederek “doğru işler” yapmaya devam edebileceğini düşündüler. Böylece seçilmişler-devlet geriliminin temelleri de atılmış oldu. Fakat daha temel bir sorun vardı. Tek parti kadrolarının seçime girip, mücadele etmek, seçim kazanacak koalisyonlar inşa etmek konusunda birikimleri yoktu, ayrıca muhtemelen henüz yeterince çağdaşa dönüştüremedikleri seçmenin güvenilmez olduğunu, “gerici” bir düşünce tarzını benimsediğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla iktidarı denetlemek için parlamentodaki muhalefet yanında, daha ziyade yukarda temas ettiğimiz devletin dört dayanağının “olumsuz” işlere imkan vermeyeceğine güveniyorlardı. Bu düşünce tarzında, başka imkan kalmayınca askeriyeden de destek alınabilirdi. Günümüzde üzerinde pek durulmuyor ama askeri müdahale gerçekleştirildiğinde iktidarı destekleyenlerde suskunluk egemen olurken, muhalefette de yaygın bir sevinç havası birçok kente egemen olmuştu.Üçüncü tespitimize geçelim. Asker iktidara el koyunca, diğer devlet seçkinlerinin beklediği gibi, onların belirleyeceği siyasetin uygulayıcısı olmadı. Birçok kanaldan telkinlere muhatap olsalar da, kendilerinin uygun gördüğü siyasaları şekillendirdiler ve uyguladılar. Yapılanların bir bölümü daha çok ordunun kendisini ilgilendiriyordu. Örneğin, çok sayıda subay emekli edildi. Orduda yeni düzenlemelere gidildi. Ama here alana el attılar, örneğin iyi incelemeden üniversiteden 147 öğretim üyesini attılar, hariciyede atanmalara müdahale ettiler, yargıyı kendi tercihleri istikametinde yönlendirmek istediler. Aslında askerler her alanda kendi uygun gördükleri türden düzenlemeler yaptılar. Yapılanlardan çok kişi memnun kalmadı. Bu arada, gelecekte siyasi rekabete dönülmesi gerekeceğini bildiklerinden, o dönemlerde de ordunun yapılacak işleri denetlemesi, hatta bir veto grubu olarak faaliyet göstermesi için de önlemler aldılar. 2000’li yıllara kadar siyasette yapılmak istenenleri denetleyebilme gücünü ve kabiliyetini sergilemiş olan Milli Güvenlik Kurulu’nun yaratılması bu yaklaşımın en canlı örneklerindendir. Daha sonra gelen değişik iktidarlar, askerlerin yeniden siyasete müdahale etmemesi için muhtelif önlemler aldılar fakat darbe girişimlerini ve darbeleri önleyemediler. Askerler bazen doğrudan iktidara el koyarak bazen dolaylı yollar izleyerek Türk siyasetini şekillendirdiler. Siyasette askerlerin nüfuzunu yaptığı uygulamalar sonunda kırdığını söyleyen şimdiki Cumhurbaşkanımız bile 2016’da FETÖcü bir darbe girişiminin hedefi olmaktan kurtulamadı. Ancak, askerin siyasete el koyma geleneğinin başlangıcı 27 Mayıs 1960 müdahalesi olduğunu teslim etmek mecburiyetindeyiz.Askerler Demokrat Partinin yeniden iktidar olacağından ve Adnan Menderes’in tekrardan başa geçeceğinden endişe ettiklerinden bir yandan Demokrat Parti’yi bir daha açılmasını engelleyecek düzenlemelerle birlikte kapatırken, diğer yandan da 1960 öncesi yönetiminin baş sorumlusu olarak gördükleri Adnan Menderes’i, ayrıca kamuoyunda sevilmedikleri düşünülen Zorlu ve Polatkan’ı idam ettiler. Böylece Cumhuriyet döneminde siyasi liderlerin idamı kapısı açılmış oldu. Bu eylemin Türk toplumunda derin yaralar açtığı görülüyor.
Yorum Yazın