İktidar blokunun yarattığı terörizasyonun Türkiye’de, özellikle ana akım muhalif siyaset aktörlerinin temel sorunlarından biri haline geldiğini düşünüyorum. Söz konusu durumun yarattığı esaretten kurutulmak için de “velev ki” diyebilme erdem ve cesaretine büyük ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm, notlar aldığım ve bir türlü yazıya dökemediğim önemli bir konuda şimdi nihayet yazarken, pek de uygun bir zaman seçmemiş olabileceğim ihtimali aklımı kurcalamıyor değil… Ancak bu memlekette ve artık çivisi çıkmış bu dünyada herhangi bir söz için ‘uygun bir zaman’ aramak pek anlamlı değil sanırım.
TERÖRÜN GÖLGESİNDE
Konumuz dolaylı olarak terör, ama genel geçer anlamıyla ve siyasette uzun zamandır tüm dünyada muktedirlerin araçsallaştırdıkları anlamıyla değil; kelimenin kendi anlamıyla: Korku salma, panik ve şaşkınlık nedeniyle titretme. Sevan Nişanyan’ın sözlüğünde “Latince terrere ‘titremek, korkmak’ fiilinden +or ekiyle türetil…”diği belirtilen terör sözcüğü, birçok dünya dili gibi Türkçeye de Fransızcadan geçmiştir. Kavramın Türkçedeki tedhiş (terör) ve ondan türetilen tedhişçi (terörist) karşılıkları ise Arapça dhş kökünden türetilmiştir. Günümüzde artık pek kullanılmayan bu sözcükler gibi aynı kökten gelen dehşet sözcüğü bugün de yaygın olarak kullanılması nedeniyle daha aydınlatıcıdır. Esasen “korku ve yıldırmaya dayalı yönetim” manasında siyasi bağlamda (Fransız Devrimi sonrasından itibaren) ondokuzuncu yüzyıl boyunca yaygın olarak kullanılan bu kavram, yüzyıl dönümünden itibaren daha çok muhalif şiddet eylemleri ve failleri için kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde Batı dünyasının başat aktörleri ABD ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere tüm ülkelerin iktidarları tarafından, en çok da otoriter rejimler tarafından açıkça suiistimal edilen terör ve terörist kavramları, bence akademik ve entelektüel bağlamda artık işlevsel olmayan, içi boşaltılmış kavramlara dönüştürülmüştür.
Müesses nizamın ürettiği tabular ve mitlere dayalı olan ve nihai olarak makul algı ve düşünme ile genelde akıl yürütmeyi ve insanların kendileri olarak davranmalarını engelleyen terörizasyon taktiği, günümüzde özellikle muhalif liderlerin ve kurumların elini ayağını bağlıyor adeta.
Siyasi erk tarafından korku ve yıldırmaya dayalı yöntem olarak özellikle modern (ulus)devletler için yeri geldiğinde vazgeçilmez araç halline gelen terör ve terörist yaftası, yirminci yüzyılın başından bugüne neredeyse tüm dünyada sadece muhalif aktörlerin şiddete dayalı her türlü faaliyeti için kullanılmaya başlanmıştır. Kimi zaman şiddetsiz eylem ve söylemlerin de çok rahat bir şekilde kriminalize edilerek ‘terör’ suçlamalarına maruz kaldığı da sıkça görülebilmektedir. Avrupa dillerinde büyük korku veya panik salma, yıldırma veya dehşet saçma anlamında fiil olarak (‘terörize etmek’) günlük yaşamda ve başka alanlarda sıkça kullanılsa da günümüzde terör ve terörist denilince hemen akla, şiddeti mücadele aracı/yöntemi olarak kullanan muhalif kişiler veya örgütler gelmektedir. Bizim konumuzla dolaylı ilgisi olan terörün bu yaygın kullanımını bir yana bırakarak, ‘velev ki’ meselesiyle ilgisini kısaca açıklayayım bu giriş bölümünde…
***
Yukarıda sözünü ettiğim ‘terörize etme’ anlamında siyasette, (iktidar başta olmak üzere) tüm aktörler tarafından kullanılan yöntem veya taktik, rakiplerin söylemlerinin adeta esir alınmasını sağlıyor. Esasında bu taktik, korku veya panik salma, yıldırma veya dehşet saçma üzerinden muhataplarını zihinsel ve duygusal düzlemde felç etme amacı taşımaktadır. Nihayetinde amaç aklı ve feraseti kısmen veya tamamen devre dışı bırakmaktır. İktidarlar tarafından terörizasyon için kullanılan araçların başında, idari ve hukuki çerçeveyi istediği gibi eğip bükerek, maliye ve yargı alanında idari ve ‘kanuni’ araçları (kötüye) kullanmak gelir. Esasen bu, kriminalizasyon ve kılıfına uydurulmuş cezalandırma anlamına gelir. Siyasi alandaki rakiplerin terörizasyonuna dayanan bu yöntemde, en az maliye ve yargı kadar etkili olan ama ondan da yaygın olan aracın linç olduğunu görüyoruz. Şiddeti araç olarak kullanma anlamıyla günümüzde yaşanan terör karşısında takınılacak tavır ve sahiplenilecek söylem meselesinin, terörizasyon yönteminin merkezine oturduğu görülüyor. Ancak bu yazının kapsamını aşan bu konuyu bir kenara bırakıyorum şimdilik. Müesses nizamın ürettiği tabular ve mitlere dayalı olan ve nihai olarak makul algı ve düşünme ile genelde akıl yürütmeyi ve insanların kendileri olarak davranmalarını engelleyen terörizasyon taktiği, günümüzde özellikle muhalif liderlerin ve kurumların elini ayağını bağlıyor adeta. Bu yazının konusu, bu söylemsel ve ideolojik esaretten kurtulmanın yolu olarak “velev ki…” diyebilme erdemi ve cesareti olacak. İktidar blokunun yarattığı terörizasyonun Türkiye’de, özellikle ana akım muhalif siyaset aktörlerinin temel sorunlarından biri haline geldiğini düşünüyorum. Söz konusu durumun yarattığı esaretten kurutulmak için de “velev ki” diyebilme erdem ve cesaretine büyük ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Bu çerçevede hamasetin siyasetteki hakimiyeti nedeniyle tüccar popülizmin dayanağı haline gelen ve aslen (her ne demekse!) “gelenek”ten kopuk olan milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi politikalar, günümüzde gerçek anlamda bir çöküşe yol açarken, adeta bunlara karşıtlığı linç konusu yapacak kadar “başarılı” olmuştur.
SÖYLEMSEL ESARET
Bugün tüm siyasetçiler için geçerli olan iktidar çıkışlı bu terörizasyon tehdidinin özellikle ana muhalefet bağlamında ayırt edici önemli bir özelliği, aynı tehdidin bizzat muhalif aktörlerden de kendilerine gelebilmesidir. Hatta bazen ‘içeriden linç’ adını verebileceğimiz bu ikincisi daha etkili olabilmektedir. Bence bu, müesses nizamın en büyük başarısıdır. Esasen çoğu, modern zamanların icat edilmiş geleneklerine dayalı olan, özellikle 1980 sonrası darbe yönetiminin kısmen yeniden inşa kısmen de konsolide ettiği dini ve milli tabular ve mitler üzerinden müesses nizamın her kesim üzerinde estirdiği etkili bir terörize etme durumu söz konusudur ve son tahlilde bugünkü iktidarın sahibi AKP de buna teslim olmuştur. Ancak darbe yönetiminin kurduğu ‘Üçüncü Cumhuriyet’ rejiminin bu tabu ve mitleri topluma mal etme, daha doğrusu bunların sahiplenilmesi konusundaki ‘başarısı’ ve Müslüman aydınlar başta olmak üzere muhalif İslamcılığı teslim alması meselesi, ayrıca ele alınması gereken çok daha karmaşık bir konudur. Bu çerçevede hamasetin siyasetteki hakimiyeti nedeniyle tüccar popülizmin dayanağı haline gelen ve aslen (her ne demekse!) ‘gelenek’ten kopuk olan milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi politikalar günümüzde gerçek anlamda bir çöküşe yol açarken, adeta bunlara karşıtlığı linç konusu yapacak kadar ‘başarılı’ olmuştur. Bu bağlamda ana akım muhalefet için söz konusu politikalar ve buna dayalı söylem ve retorik en azından oy toplamak adına adeta bir umut ve hatta mecburiyet haline ge(tiri)lmiştir. Günümüzde siyasetin önündeki asıl meydan okuma, bu gerçekliğin kabulüne dayalı (samimi veya taktiksel) popülist söylem ve politika yerine, bu gerçekliği tamamen reddetmese bile ona mahkum olmayan söylem ve politikalar geliştirme görevidir. Bunun için popülizmin değil tüccar popülizmin bir yana bırakılması yeterlidir. Modern tarih boyunca karşımıza çıkan (İslamcılıktan sosyalizme ve hatta Kemalizm’e kadar farklı varyantları ile) devrimci popülizm seçeneği de mevcuttur. Ancak ilkelerden taviz vermeden halkı kazanma anlayışına dayanan ve içinde kaçınılmaz olarak zımni elitizm barındıran bu seçenek, başka bir yazının konusudur. Burada sözünü ettiğim, etik bir mesele olarak ilkeli olmak veya ilkelere bağlılıkla değil, bizzat başarı için taktik ve strateji ile ilgilidir. Ancak unutmamak gerekir ki ilkeler, doğru taktik ve stratejilerin olmazsa olmazıdır.
Müesses nizamın üretip hâkim kıldığı ve bugün bunu en iyi şekilde kullanan AKP-MHP iktidar blokunun adeta hayatta kalma dürtüsüyle bayraktarlığını yaptığı milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi söylemsel cendereden kurtulmanın üç yolu var. Bu cendereden kurtulmanın yollarından biri de “velev ki …” diyebilme erdemidir. Daha çok liderlere düşen bu görev, ekseriyetle kişisel liderlik becerisi ve tıynet meselesidir.
ESARETTEN KURTULMANIN İLK ADIMI OLARAK “VELEV Kİ…”
Müesses nizamın üretip hakim kıldığı ve bugün bunu en iyi şekilde kullanan AKP-MHP iktidar blokunun adeta hayatta kalma dürtüsüyle bayraktarlığını yaptığı milliyetçi dinci ve cinsiyetçi söylemsel cendereden kurtulmanın üç yolu var. Çok zorlu ve uzun vadeli birinci yol, özellikle ‘içeriden linç’ karşısında etkili bir savunma olarak kurum içi demokrasi ve eğitimdir. Kurum içi demokrasi derken aslında her modern kurumun ve sürecin sahip olması gereken düzenli istişare, ortak karar, kolektif değerlendirme ve karar süreçlerinin işletilmesinden ibaret mekanizmalardan söz ediyorum. Hem farklı fikirlere açık olan parti üye ve görevlilerinin küresel ve ulusal boyutta linç girişimlerine karşı dirençli olması hem de liderlerin bu konuda gösterecekleri erdem, cesaret ve dirençlerinde kendi tabanlarına güvenmesi ve dayanabilmesi, bu mekanizmaların işletilmesine ve sürekli eğitim faaliyetlerine bağlıdır. Türkiye’de güçlü bir kurumsallaşmaya sahip olmama çok yaygın bir yapısal bir sorundur. Bu memlekette kurumsallığın eksikliği, her türlü dernekten vakıflara, belediyelerden hükümete ve bugün Saraya kadar her ortamda eksikliği hissedilmektedir. Her aşamada bireycilik, lidercilik ve keyfilik kurum içi demokratik kurumsallaşmanın önüne engel olarak çıkmaktadır. Diğer yandan, bugün bu konuda en kötü örneği sergileyen AKP, ilk on yıldaki performansıyla aslında bu konularda en başarılı örneklerden biri olarak Türkiye tarihine geçmiştir.
***
Bu cendereden kurtulmanın ikinci yolu “velev ki …” diyebilme erdemidir. Daha çok liderlere düşen bu görev, ekseriyetle kişisel liderlik becerisi ve tıynet meselesidir. Ancak ikinci yol, birinci yolu dışlamaz, tam tersine ona eşlik etmelidir. Bunun için terörize edilen kurumun liderinin cesur ve dirayetli olması gerekiyor. Kuru olsun olmasın gürültüye asla pabuç bırakmaması gerekiyor. Yürütülecek böyle bir liderlik “velev ki …” tepkisinin başarası için elzemdir, ama yeterli değildir. Karizmatik kişilik ve hitabet bu tepkinin hakkı verilirken, kararlılık da zorunludur. Bu arada, her “velev ki …” çıkışının başarılı olması da garanti değildir. Bugüne kadar denenmiş, ama boşa düşmüş sayısız “velev ki” örneği bulunabilir. Başarı için doğru zamanlama ve sebat çok önemlidir. “Velev ki” siyasetinin yakın geçmişteki güzel bir örneği, seçimlerden hemen önce Alevi kimliği sebebiyle adaylığına karşı çıkılan Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Aleviyim” çıkışı oldu. Fakat zamanlamasıyla geç kalmış olan, bütüncüllüğü ve radikalliği eksik kalan bir çıkıştı. Bu çıkış Alevilere atfedilen ithamlara radikal bir karşı duruştan ve İslamcı ayrımcılığa karşı meydan okuyuştan uzaklığı nedeniyle utangaç bir “velev ki …” çıkışı olarak tarihe geçti. Bu ikinci yolun iki koşulu vardır: Böyle bir çıkış yapacak liderin öncelikle kurumuna ve özellikle tabanına güvenebilmesi şarttır. Gerekirse tedricen dönüştürmek üzere tabana dayanabilmesini sağlayacak karizma, mikro düzeyde devrimci popülizmin kurum içi düzeninde karşımıza çıkması ihtimali anlamına gelir. İktidarın terörizasyonuna karşı koyabilmenin en kapsamlı, kalıcı ve sahici olan üçüncü yolu, popülizmin en önemli dayanağı olan halkın (populus) zihinsel ve duygusal dönüşümüdür. Epistemolojik kopuş olmasa da böyle bir dönüşüm için sadece örgüt içi değil, genelde halk arasında yaygın ve sürekli eğitim ve tartışma programları şarttır. Günümüzün en tehlikeli cinsiyetçi, ırkçı, ekolojizm karşıtı ve yabancı düşmanı popülist söylemlerinin başarısını anlamak için, sadece popülist siyasetçilere ve popülist söylemelere değil, onların (genelde oy için) kullandıkları bu söylemleri almaya (bunun için oy vermeye) hazır halkın kendisi de ele alınmalıdır. Başka yazılarda özellikle elitizm sorgulamasıyla birlikte ele almak istediğim bu meselenin konumuzla ilgisi, linç ve benzeri yöntemlerle girişilecek terörizasyon çabalarının genelde halkta karşılık (onay veya oy) bulacağı beklentisidir. Maalesef son zamanlarda bu beklenti boş çıkmaktadır.
“VELEV Kİ …” SÖYLEMİNİN BAŞARI OLASILIĞI
İktidarın sahnelemek istediği popülist linç kampanyalarına direnç anlamına gelen “velev ki…” söyleminin başarısı, samimiyete, bütüncül/kapsayıcı yaklaşıma ve gerekirse radikalliğe bağlıdır. Nitekim günümüzün hakikat sonrası (post truth) toplumunda linç terörü, çoğu zaman absürt boyutlarda söylem ve retoriğe, hatta açık yalana dayandığı için buna karşı tepki de sağlam bir ilkesellik kadar itiraz ve sahiplenmede samimiyete ve bütünselliğe dayanmalıdır. Böyle bir karşı tepki için de kimi zaman radikal çıkış yararlı ve zorunludur. Bir sonraki yazıda hem “velev ki…” söylemi/çıkışı derken tam olarak neyi kastettiğimi örnekler üzerinden açıklamak hem de buna karşı tepkinin başarı koşullarını detaylandırmak istiyorum. Bunun için en başta ana muhalefet partisi olmak üzere ana akım siyasi partileri ve önderlerine odaklanacağım.
Yorum Yazın