İnsanın yaşadığı hayattan derin bir memnuniyetsizlik duyması ve başka bir hayatı özlemesi modern çağdan önce de olan bir duyguydu. Ama modern çağla birlikte şiddeti arttı ve çok ciddi siyasi sonuçlar doğurdu.
Varoluş memnuniyetsizliği, yani insanın yaşadığı kişisel hayattan, içinde bulunduğu toplumdan ve genel olarak dünyanın gidişatından derin bir memnuniyetsizlik duyması ve başka bir hayatı özlemesi, şüphesiz modern çağdan önce de vardı. Ama modern çağdan önce çok az sayıda seçkine ait bir duyguydu: belki birkaç aristokratta, kiliseyle başı hoş olmayan bazı din adamlarında, üç-beş filozofta görebilirdiniz bu duyguyu. Ama modern çağla birlikte bu duygu kitlelere yayıldı, şiddeti arttı ve çok ciddi siyasi sonuçlar doğurdu.
Modern çağla birlikte, yaklaşık on dokuzuncu asrın ortalarından itibaren, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan başlayarak kitleler sahneye çıktı. Milyonlarca insan büyük şehirlerde dikilen apartmanlarda bir arada yaşadıkları, fabrikalarda topluca çalıştıkları bir hayata geçtiler. Şehirde yaşayan insanların çoğu belli bir eğitim alıp gazete, dergi ve kitap okumaya, günümüzde sosyal medyayı takip etmeye, birbirleriyle konuşmaya ve tartışmaya başladılar. Sonuçta, ortalama şehirli insanda, mesela eskinin köylüleriyle mukayese dahi edilemeyecek ölçüde bir yaşam bilgisi ve bilinci birikmeye başladı.
İnternet çağıyla birlikte, insanlar, kendilerinden daha iyi yaşayanların hayatlarına an be an tanık olmaya, o hayatları neredeyse eşzamanlı olarak izlemeye, gözlemeye başladılar. Bu da ortaya şiddeti giderek artan bir “göreli yoksunluk” duygusu çıkardı: “onda var, bende yok!” Göreli yoksunluk duygusu her çağda vardı. Ama eski zamanlarda, insanların birbirinden kopuk yaşadığı, gelişin-gidişin pek olmadığı, haber almanın da çok zor olduğu mahallelerde, köylerde, ülkelerde göreli yoksunluk duygusunun şiddeti günümüzdeki kitleselleşme ve iletişim çağına göre çok daha azdı. Günümüzdeki izleme ve gözleme çağında göreli yoksunluk gündelik olarak yükselen bir duygu haline geldi.
Bütün bunların üstüne bir de ideolojilerin deyim yerindeyse milleti “gaza getirmesi” eklendi. Modern çağda türeyen bütün ideolojiler, başta liberalizm ve sosyalizm, ama bunların yanında milliyetçilik, köktendincilik, ekolojizm ve her türlü kimlik ideolojisi, insanların kulağına şunları fısıldamaya başladı: daha iyi bir dünya mümkün; bu yaşadığın hayata mahkum değilsin; sen daha iyi bir hayata layıksın; bu hayatı yaşayarak ömrünü tüketiyorsun; benim peşimden gel, sana özlediğin hayatı vereyim! Bu da eski çağlardan farklıydı. Eski çağlarda hem dinler, hem de insanlara bir yaşam felsefesi aşılayan folklorik masalların ortak mesajı şuydu: daha iyi bir yaşam mümkün değil; bu hayat, yaşayabileceğin en iyi hayattır; haddini bil; sana verilenle yetin; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma; otur oturduğun yerde!
İşte, bir yandan kitleselleşme, bir yandan ortalama bir bireyin inanılmaz kapsamda ve çeşitlilikte bilgiye erişebilir hale gelmesi, bir yandan şiddeti katlanarak artan göreli yoksunluk duygusu, nihayet bundan daha iyi bir yaşamın mümkün ve muhtemel olduğunu mütemadiyen kulaklara fısıldayan siyasi ideolojiler, ortalama insanın varoluş memnuniyetsizliği duygusunu arttırdıkça arttırdı.
Siyasi partiler ve adaylar da gitgide derinleşen bu varoluş memnuniyetsizliği duygusuna çare olabilecekleri, insanların daha iyi bir hayat beklentilerini karşılayacakları sözüyle seçmenlerden oy istemeye başladılar. Tabii ki verdikleri sözlerin büyük bir bölümünü tutamadılar. Verilen sözler tutulmadıkça da insanlar siyasi partilerden, giderek de seçimlerden, demokrasiden, bizzat siyaset kurumundan soğumaya, kopmaya başladılar.
Son yıllarda gördüğümüz gibi, insanların merkez partilerden kopup radikal partilere kayması bu kopuşun bir parçasıdır. İşin tuhafı, seçmenlerin merkezden kaçıp aşırı uçlara kaymaları, her ne kadar birçok olumsuz sonucu olsa da, yine de insanlar henüz siyasetten bütünüyle umutlarını kesmedikleri, hala daha siyasetin içinde kaldıkları için yine de bütünüyle olumsuz bir olgu değildir. Eğer radikal ve popülist partilerin peşinden giderek de aradıkları daha iyi hayatı bulamazlarsa, o vakit siyasetten büsbütün kopmaları, siyaset dışı arayışlara girmeleri de mümkündür. Bu siyaset dışı arayışlar, bazı insanları eksantrik kültlere, kriminal yapılara sürükleyebilir. Bazılarını da düpediz ilgisiz, nihilist, parokyal bir konuma itebilir. Kısacası, siyasetten umudunu kesen bireylerin nerelere savrulacağını bilmek kolay değildir, ama sonuçlarının pek hayırlı olmayacağını tahmin etmek de zor değildir.
Bu yazı, yazarın izni ile www.yilmazhakan.medium.com’dan alınmıştır.
Yorum Yazın