Türkiye’nin kaderi, coğrafyasının sunduğu jeopolitik avantajları ve tarihsel birikimini nasıl kullanacağına bağlı. AB üyeliği olsun ya da olmasın, Türk toplumunun refah ve gelişmişlik seviyesini yükseltmek, yalnızca dışsal faktörlere bağlı değildir.
Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkiler, son yıllarda çalkantılı bir sürecin içinde. Brüksel ve Ankara arasında giderek artan diplomatik gerilimler, yalnızca hükümetler düzeyinde değil, Türkiye’nin AB üyesi ülkelerle birebir ilişkilerinde de kendini gösteriyor. Buna rağmen, ekonomik bağlamdaki bağlar hâlâ kopmuş değil. Almanya ve Fransa gibi ülkeler, Türkiye’nin ticaret ortakları arasında önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Bu durum, bir paradoksu da beraberinde getiriyor: Diplomatik tansiyonun yüksek olduğu bir ortamda ekonomik işbirliği nasıl sürdürülebiliyor?
Cevap, iki taraf arasındaki temel yaklaşım farklarında saklı. Doğu Akdeniz’den demokrasiye, insan haklarından uluslararası krizlere kadar geniş bir spektrumda, Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye yoğun eleştiriler gelirken, aynı Avrupa’nın kriz anlarında sergilediği çelişkili tutumlar dikkat çekiyor. Örneğin, Suriye meselesinde Esad rejimine karşı duruş sergileyen Avrupa, bu noktada Türkiye ile benzer bir pozisyonda olmasına rağmen eleştirel tavrını yumuşatmıyordu. Bu ikircikli yaklaşım, ilişkilerdeki dengesizliğin ana kaynaklarından biri. Çünkü, Batı esasında Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görmezken, eleştirilerinde Türkiye'yi Batı standartlarına göre yorumluyor.
2016’dan bu yana Türk dış politikası, köklü bir yön değişikliği yaşadı. Bu değişim, yalnızca ulusal düzeyde değil, uluslararası kuruluşlardaki temsil gücümüzde de belirgin bir şekilde hissediliyor. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki lobi gücü belirgin bir şekilde gerilerken, bu durum Avrupa ile köklü ilişkilerimizin tarihsel bağlamını düşündüğümüzde daha da çarpıcı hale geliyor. Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin 47. Oturumu kapsamında geçtiğimiz yılın Ekim ayında Strazburg’daydık. Burada, Türkiye Daimi Temsilcisi Nurdan Golden Bayraktar’ın misafiri olduk. Sayın Büyükelçi, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer almasının tarihsel önemine dikkat çekerek, geçmişte Almanya’nın Konsey üyeliği için Türkiye’nin nasıl bir lobi faaliyeti yürüttüğünü hatırlattı. Bu, Türkiye’nin Batı ittifakındaki vazgeçilmez yerini gösteren etkileyici bir detaydı. Ancak, bugün gelinen noktada, Türkiye’nin Avrupa kurumlarındaki etkisi giderek azalmış durumda.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik süreçlerinde Ankara’nın gösterdiği direnç, Türkiye’nin güvenlik alanındaki stratejik önemini koruduğunu kanıtladı. Ancak bu, Batı ile fikri ve toplumsal bağların giderek zayıfladığı gerçeğini değiştirmiyor.
Türkiye’nin Avrupa kurumlarındaki etkisinin azalması, aynı zamanda kültürel ve toplumsal düzeyde bir kopuşa işaret ediyor. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik süreçlerinde Ankara’nın gösterdiği direnç, Türkiye’nin güvenlik alanındaki stratejik önemini koruduğunu kanıtladı. Ancak bu, Batı ile fikri ve toplumsal bağların giderek zayıfladığı gerçeğini değiştirmiyor.
Türk halkının AB’ye bakışı da bu değişimlerden payını alıyor. Bir zamanlar %80’lere varan AB üyelik desteği, bugün ciddi şekilde düşmüş durumda. TBB ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Türkiye-AB Bölgeler Komitesi Çalışma Grubu toplantısında bu düşüşe dikkat çekmişti. Ancak bu gerileme, yalnızca siyasi stratejilerin değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın ve kimlik arayışlarının bir sonucu. Neo-Osmanlıcı ideoloji ve muhafazakârlaşan toplumsal yapı, Batı karşıtlığını beslerken, Türkiye’nin bölünme korkusu ve Batı’nın müdahaleci algısı bu duyguyu derinleştiriyor.
Tarihsel hafıza bu noktada belirleyici bir rol oynuyor. Osmanlı’nın Kırım Savaşı’nda Batı’dan aldığı destek, AB ile iyi ilişkilerin olduğu dönemlerde ön plana çıkarılırken, bugünün Batı karşıtlığı ikliminde I. Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın parçalanma süreci hatırlanıyor. Hafıza, geleceği şekillendiren güçlü bir araç; ancak bu hafızanın yalnızca geçmişteki acılara odaklanması, yapıcı bir vizyon geliştirmeyi engelliyor.
Türkiye’nin AB üyeliği, sosyolojik ve kültürel dinamikler açısından her zaman tartışmalı bir mesele olmuştur. Ancak AB üyeliğine şüpheyle bakmak, Avrupa’nın sunduğu yaşam standartlarını hedeflemekten vazgeçmek anlamına gelmemelidir. İsviçre ve Norveç örneği bu noktada yol gösterici olabilir. İsviçre ve Norveç, AB üyesi olmadan, ekonomik ve sosyal refah seviyesiyle Avrupa standartlarını yakalamış durumda. Türkiye için de benzer bir yol mümkün. Hatta, Kıta Avrupası’nın en doğu köşesinde bulunan Türkiye’nin bu coğrafi konumu bir avantaj da olabilir. Batı’dan farklı kültürel, sosyolojik, tarihsel deneyimlere sahip ve coğrafi olarak Batı Avrasya’da bulunan Türkiye’nin, demokratik, insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğüne inanan, aynı zamanda müreffeh bir toplumsal yapıya sahip bir ülke olması dünyadaki birçok ulus için de bir rol model olabilir. Tıpkı Japonya’nın olduğu gibi.
Bu senaryonun gerçekleşmesi, güçlü bir ekonomik altyapı, hukuki reformlar ve toplumsal kazanımlar yoluyla sağlanabilir. Ancak bu noktada en büyük sorumluluk, toplumsal iradenin yeniden şekillendirilmesinde yatıyor. Türk toplumunun daha iyi bir gelecek arzusunu yeniden kamçılamak, modernleşme ve refah yolunda en önemli adım olacaktır.
Türkiye’nin kaderi, coğrafyasının sunduğu jeopolitik avantajları ve tarihsel birikimini nasıl kullanacağına bağlı. AB üyeliği olsun ya da olmasın, Türk toplumunun refah ve gelişmişlik seviyesini yükseltmek, yalnızca dışsal faktörlere bağlı değildir. Türkiye, kendi kurucu ilkelerine sadık kalarak, hukuki reformlarını gerçekleştirdiği, sanayi ve teknolojiyi geliştirdiği, eğitime yatırım yaptığı bir gelecekte, bu hedeflere ulaşabilir.
Asıl mesele, Türk halkının bu hedeflere ulaşma konusundaki samimi iradesidir. Eğer bu irade ortaya konulursa, Türkiye’nin modern bir refah devleti olma yolunda karşısında hiçbir engel durmayacaktır. Bu, yalnızca Türkiye için değil, Avrupa için de kazanç olacaktır. Çünkü güçlü bir Türkiye, Avrupa’nın güvenliği ve istikrarı için de vazgeçilmezdir. AB içinde ya da değil, Türkiye AB için güvenilir ve iyi bir müttefik olabilir. Elbette bu, karşılıklı anlayış ve saygı çerçevesinde mümkün olacaktır.
Yorum Yazın