Siyasal ya da toplumsal travma geçmişi olan bir toplumda yaşayan bir sinemacının böyle bir siyasal şiddet olayından etkilenerek üreteceği “sanatsal” eserde yaratıcılık ve gerçeklik ilişkisi nasıl kurabilir? Gerçeklik ile kurgu arasında arafta durmayı seçmek ve hatta filmin ne söylediğini de seyircinin kendisine bırakmak cesur bir yaratıcılık mıdır? Siyasi bir tercih midir? Tarafsızlık mıdır?
Gün geçmiyor ki “her şey yerli yerinde” diye umarak yeni bir güne keyifle başlamayı düşlerken, dışardan gelen bir uyarıyla, geçmiş travmalarımdan birini hatırlamayayım. Psikanalistlerin, bireylerin yaşadıkları bunalımları aşmaları için bilinçaltını kurcaladıkları gibi gündelik olaylar da bana sürekli olarak geçmiş travmalarımı hatırlatıyor ve bunaltıyor. Travmalarımın bir kesimi toplumsal, bir kesimi ise bireysel. Aslında, sosyal bilimlere merak salmamın bir nedeni de bu travmaların nedenlerini sorgulamak oldu. Geçenlerde, belki de ilk kez bunalımların bireysel olanıyla toplumsal olanı arasındaki şiddet farkını iyice anlamış oldum. Bireysel bilinçaltı analistleri gibi toplumsal travma analistlerine, hatta bireysel olanla toplumsal olanın farkını anlayan ve terapisini bilen uzmanlara ihtiyacımız olduğu kesin. Başıma gelen, bir sabah kahvemi içerken genç bir sinemacının yeni filmi için yaptığı söyleşiyi okumak oldu. O günden beri bu söyleşinin bana verdiği acının anlamını düşünüyorum.
Söyleşi, “Yedi Türkiye İşçi Partili Genç” ve “Bahçelievler Katliamı” diye bilinen katliamı, herhalde iyi niyetle, yeni çektiği filme konu edinmiş genç bir sinemacı ile yapılmıştı. Söyleşide dikkatimi çeken nokta, halen genç sayılacak yaşlardaki bu yönetmenin, daha da gençken, polis raporu gibi bir kitabı okuyarak etkilendikten sonra bu olaya merak sarması, senaryolaştırırken gerçeklikten kopuk olmaması için bazı kişilerle görüşmesi, araştırma yapması idi. Buna rağmen yönetmen, filminde neyin kurgu, neyin gerçek olduğunu anlamayı izleyenin bireysel algısına bırakıyordu.
Baştan söyleyeyim, filmi seyretmeyi kendime yasakladım. Yönetmenin, tarafsız bir bakışla ele alma güdüsüyle yükü izleyicinin algılayışına bıraktığı filmi, olayın yaydığı acıyla bireysel olarak yüz yüze kaldığım ve yarattığı travmaya yeterince şahit olduğum için seyretmeyeceğim. Ama, burada, bu söyleşinin bana verdiği ilhamla, otoriter toplumda yaratıcılık üzerindeki bazı gözlemlerimi, düşüncelerimi ve cevaplayamadığım bazı soruları sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesleki deformasyon dedikleri bu olsa gerek!
Katliamı tasarlayanlar, bu şiddet olayının yaratacağı toplumsal travmayı önceden hesap etmişler midir bilemiyorum. Ama, eminim olanları sonradan izlemişler değerlendirmişler, yeni ve daha etkili travmalar yaratmayı bu değerlendirmeler ışığında tasarlamışlardır. Bu tür büyük etki ve travma yaratan siyasal şiddet vakalarının otoriter yöneticiler için iktidarlarını sürdürmeyi kolaylaştıran rutin faaliyetler olduğunu yaşayarak öğrendik, halada öğrenmeye devam ediyoruz. En vahşi haliyle ortaya konan şiddet, sıradan insanların korku ve suskunluğunu yoğunlaştırıyor ve tepkileri sindiriyor. Bahçelievler katliamının şiddet karşıtı muhalif bir siyasal partiyi destekleyen barışçı gençleri hedeflemesinin sebebi, muhtemelen, barışçı siyasetin de şiddetten muaf olmadığını onlara göstermekti.
Bahçelievler katliamının benim çok yakınımda meydana gelmesinin hayatımı tümden değiştirecek kadar etkili olduğunu söyleyebilirim. Bu genç yönetmenle yapılan söyleşi, belki beni bu nedenle çok etkiledi ve uzun süredir düşünmemeyi yeğlediğim olaylar zincirini bana hatırlattı. Kısaca söylersem, filmin genç yönetmenine ilham veren o “katliamda”, akıllı, yakışıklı ve barışçı, ODTÜ öğrencisi yeğenimiz Serdar Alten, yakın arkadaşlarıyla birlikte öldürüldü.
YEĞENİMİZ SERDAR ALTEN, YAKIN ARKADAŞLARIYLA ÖLDÜRÜLDÜ
Bu tür siyasal şiddet olaylarının sıradan insanlara etkisinin şiddete doğrudan uğrayanlar kadar yakıcı olup olmadığını bilmiyorum. Ancak, Bahçelievler katliamının benim çok yakınımda meydana gelmesinin hayatımı tümden değiştirecek kadar etkili olduğunu söyleyebilirim. Bu genç yönetmenle yapılan söyleşi, belki beni bu nedenle çok etkiledi ve uzun süredir düşünmemeyi yeğlediğim olaylar zincirini bana hatırlattı. Kısaca söylersem, filmin genç yönetmenine ilham veren o “katliamda”, akıllı, yakışıklı ve barışçı, ODTÜ öğrencisi yeğenimiz Serdar Alten, yakın arkadaşlarıyla birlikte öldürüldü. Bu dehşet verici olayı ve yakınlarına etkilerini burada tek tek anlatmak istemiyorum.
Sadece size şu anımı aktarmakla yetineceğim: Yine ailemin bir parçası olan ve bana toplumu gözlemeyi ve sorgulamayı öğreten Can Yücel, bu olayın aileye etkilerini izleyince: “Shakespeare, her halde böyle olaylara şahit olduktan sonra tragedyalarını yazdı!” demişti. O tarihlerde Can Yücel bir taraftan Shakespeare’i anlayıp “Türkçe söylemek” için uğraşıyordu. Onun tragedyalarında Türkiye’nin yaşadığı travmaları buluyor, hem toplumsal hem bireysel travmalarını, yazdığı şiirleri ve Canca küfürleriyle aşmaya çalışıyordu. Yaratıcılığını hem besleyen hem de köstekleyen, ama derinden sarsıcı travmalardı bunlar. Nitekim, onun yaratıcılığı o eşsiz sözleriyle somutlaştı ve bizleri hala etkiliyor. Otoriter toplumlarda kaçınılması mümkün olmayan yaratıcılık-travma ilişkisini, her şeye rağmen, günümüzün ötesine taşıyan bir yaratıcı olmanın anlamını onun yazdıklarından da öğrenmemiz mümkün.
Otoriter toplumdaki egemenler, toplumsal travmalardan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen insanların kendilerini ifade edebilmelerine imkan vermezler. Böylece bu şiddet olayları, toplumda korkuyu yayar, suskunluğu sıradanlaştırır ve böylece yöneticilerin işlerini kolaylaştırır. Egemenler, bu amaçla, toplumsal gerçekliğe değinen aykırı düşünceleri, eleştirel sosyal bilim ve sanatı denetim altında tutmaya çalışırlar. Bu toplumlarda travmanın neden olduğu gerçekliğin ne olduğunu öğrenmek de, bunu ifade etmek de kolay değildir. Travmaların yarattığı etkilerin dolaylı anlatımı bile engellenir. Ancak nedense, bu suskunluk ortamında yaşayanlar, böyle dönemlerde kendilerini anlayan ve suskunluklarını delen yaratıcı sesleri hemen algılarlar. Bu bazen bir şarkı, bazen bir fotoğraf, bazen bir şiir, bazen bir roman, bazen de bir film olabilir. Onları izlemek onlara hem iyi gelir hem de umut verir. Bu suskunluk ortamında baskı altındaki “travma-zedelere” nefes aldıran, onların yaşadıklarına duyarlı sanatçıların ya da yazarların yaratıcı emekle ürettikleri eserlerdir. Bir sanatçı için bunu yapabilmek ise sadece duyarlılık değil, aynı zamanda birikim, emek, yaratıcılık ve en önemlisi cesaret ister.
Benim uğraş alanım olan sosyal bilimler de toplumsal travmalara ilgisiz değildir. Tarihçiler, siyaset bilimciler, sosyologlar toplumsal gerçekliğin ne olduğunu araştırırlar. Bu çabalar aynı zamanda toplumsal travmaları doğuran olguların ne olduğu konusuna da ışık tutar. Sosyal bilimlerin farklı alanları son iki yüzyıldır çok dinamik ve karmaşık olan “toplumsal gerçekliğe” nasıl bir akıl yürütmeyle, nasıl bir yöntemle ulaşılabileceği üzerine çalışıyor ve tartışıyor. Bu tartışmaların amacı bireysel ya da tekil görünen olayların anlamını soyutlayabilmek, kavramsallaştırmak ve böylece insanın evrensel mahiyetine ulaşabilmektir. Sosyal bilimlerde buna ulaşmak da kuşkusuz birikim, emek ve cesur bir yaratıcılık ister.
Örneğin, geçtiğimiz günlerde Nobel Ödülü alan Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının yaratıcılığı da son yıllarda iyice daralmış olan iktisat alanını, hukuk, siyaset bilimi ve sosyoloji ile ilişkilendirerek toplumsal ilişkilerin evrensel işleyişine yeni bir anlam katmaları olmuştur. Umarım bu sayede, daha çok zengin kuzeyin bilgisi niteliğindeki sosyal bilimler, güney ülkelerinin özgünlüğüne de ilgi duymaya başlar ve üzerinde düşünür. Biz “yerel” sosyal bilimciler, yerel ya da değil, geçmiş ya da çağdaş yaratıcı bilim insanlarının yazdıklarını okuyarak, onları izleyerek kendi toplumuzda olan/biteni anlamaya çalışıyoruz.
Otoriter yönetimlerdeki siyasetçiler için geçmişten bu yana birikmiş “geleneksel” bilgi hazinesi yol göstermeye yetecek kadar zengindir. Onlar yeni bilgiye sadece otoriter uygulamalarını kolaylaştırması halinde ihtiyaç duyarlar. Özellikle, farklı mühendislik, bilişim gibi alanlarındaki yeni teknolojileri izlemeye özen gösterirler, “innovasyonlara” hayranlık duyarlar. Travmalarla yorgun düşmüş insanlar ve toplumlar için ise sosyal bilimlerdeki bilimsel bilginin etkisi çok az ve dolaylıdır. Eleştirel bilgi esas olarak demokrasiyi düşleyen siyasal hareketler için gereklidir. Buna karşılık, çok daha eski bir geçmişi olan yaratıcı sanatın etkisi çok daha güçlü ve yaygındır.
Sinema en çok izlediğim ve etkilendiğim sanat alanı. Belki de bu nedenle, başlangıçta sözünü ettiğim filmin yönetmeniyle yapılan görüşmenin bende yarattığı etki farklı oldu. Bu görüşme, konuya öznel ilgim nedeniyle, bana ne umut, ne de sağaltma duygusu verdi.
BANA NE UMUT, NE DE SAĞALTMA DUYGUSU VERDİ
Yaratıcı sanatla ilgim ve bilgim, maalesef, sadece izlemekten ibaret. Sinema en çok izlediğim ve etkilendiğim sanat alanı. Belki de bu nedenle, başlangıçta sözünü ettiğim filmin yönetmeniyle yapılan görüşmenin bende yarattığı etki farklı oldu. Bu görüşme, konuya öznel ilgim nedeniyle, bana ne umut, ne de sağaltma duygusu verdi. Sanatın, hele sinemanın illa da travmaları sağaltma ya da eleştirel olma gibi bir misyonu olmadığını biliyorum. Geçmiş dönemdeki travmalarla ilgili “gerçekliği” aktaran yaratıcı belgesellerin bile, ki bunlara “kurgu belgesel” de diyebiliriz, üzerinden uzun bir dönem geçtikten sonra yapılabildiğini de izliyoruz. Hatta iyi araştırılmış, iyi hazırlanmış yaratıcı belgesellerin sosyal bilimcilerin “toplumsal gerçeklik” arayışlarına ilham verme potansiyeline sahip olduğunun da farkındayım. Kurgusal sinemanın beni etkilemesi için illa da eleştirel olması şart değil. Yaratıcılıklarıyla bireyi etkileyebilen her tür filme, olmayan şapkamı, büyük bir keyifle, çıkarırım.
Bahse konu ettiğim ilmin ödüller alması, sinema alanının uzmanlarının bu filme değer verdiğini gösteriyor. Bu durumun da beni kararsızlığa düşürdüğünü söyleyebilirim. Filmi travmalarımdan ötürü izlemeyeceğimi söylemiştim. Ama filmden bağımsız olarak yönetmenin bu travmayla tetiklenen yaratıcılığıyla ortaya çıkan ürünü hakkında yaptığı açıklamalardan yola çıkarak, genel anlamda “travmadan etkilenen yaratıcılık” üzerine bazı sorular sormak istiyorum. Siyasal ya da toplumsal travma geçmişi olan bir toplumda yaşayan bir sinemacının böyle bir siyasal şiddet olayından etkilenerek üreteceği “sanatsal” eserde yaratıcılık ve gerçeklik ilişkisi nasıl kurabilir? Gerçeklik ile kurgu arasında arafta durmayı seçmek ve hatta filmin ne söylediğini de seyircinin kendisine bırakmak cesur bir yaratıcılık mıdır? Siyasi bir tercih midir? Tarafsızlık mıdır?
Otoriter toplumlarda toplumsal travma yaratan siyasal şiddet olaylarının, zaten çözülmesi mümkün olmayan bir ilişki ağının bir sinemacı tarafından yapılmış filminde, iyi niyetlerle de olsa, “tarafsız” gerçeği sunma olasılığı ne kadardır? Bu tarafsızlık, aslında bir duruşun, görüşün, bakışın gerçeğinin kurgusallaşması mıdır? Ya da şiddeti tasarlayanların hedeflediği sıradan suskunluğa teslimiyetin yaratılmış bir hali midir? Acaba, toplumsal travma yaratan şiddetten bireysel olarak etkilenen bir sinemacının “gerçeklik/yaratıcılık/bireysellik/toplumsallık/öznellik/nesnellik” gibi kavramlarla kuracağı ilişkinin, ortak kabul gören evrensel ilkeleri ve sınırları var mı? Peki, toplumsal travma yaratan şiddet olayları hakkında yapılan bu tür gerçek/kurgu karışımı filmlerin travma-zedelere etkisi üzerine yapılmış araştırmalar var mı? Otoriter toplumlarda suskunlaşan yaratıcılıkla sınırlanmış eserlerde, bu derece büyük travmatik olayları seçerken ve ele alırken etik olarak benimsemeleri gerekenler nelerdir?
Bireysel ya da toplumsal travmalardan etkilenen ve otoriter toplumlarda yaşayan yaratıcı sinemacılar insani bir duygu olan korkuyla baş etmek amacıyla ya da travma-zedelere duydukları saygı nedeniyle genellikle soyutlama yoluna başvururlar. Benim örnek olarak aklıma baskıcı İran’da yaşayan sinemacıların o toplumda yaşayan insanların evrensel duyarlılığını devletin sinemada yasakladığı cinselliği ve şiddeti göstermeden ürettikleri yaratıcı filmler geliyor.
Yaşam deneyimim bana otoriter toplumda yaşayan sanatçıların, istisnalar dışında, bırakın toplumsal gerçekliği aktarmayı, travmanın yarattığı etkiyi soyutlayarak kurgusal olarak bile aktarabilmelerinin ne kadar zor olduğunu gösterdi. Yönetmenin söyleşisinde elinden geldiğince siyasetsizleştirdiği bu film özelinde, son olarak şunu sormak isterim. Siyasi bir katliamın filmi siyasetten ne kadar azade kılınabilir ve gerçekleşen şiddeti siyasetsizleştirebilir? Onun cevabını da bilmiyorum ve siz sinema uzmanlarından bu soruların cevabını bekliyorum. Yoksa, “Her şey yerli yerinde!” deyip yoluma devam edeceğim.
Son derece vurucu, müthiş bir yorum. İnşallah, başta filmin yönetmeni olmak üzere sinema uzmanlarına ulaşır. Yazarını alkışlıyorum.
Bülent Aksoy
23-10-2024 22:06