Merkez Bankası başkanlığı gibi bir makamın kısa dönemli istihdam faaliyeti haline dönüşmesinden rahatsızlık duyulmasının ana sebebinin siyasetin paraya karıştığı ve kirlettiği algısı olduğunu söyleyebiliriz, kurumsallaşmış para politikalarının dosta güven, düşmana korku verdiğine inananlar var, yeter ki siyasetçiler karışmasın.
Her ne kadar birçok düşünür tarihin tekrar etmesi fikrine “gıcık” olsalar ve aynı nehirde iki kere yıkanılmayacağını öne sürseler de bu coğrafyada yeterince uzun süre yaşarsanız, sürekli bir “deja vu” hissi içerisinde oluyorsunuz: “bunu daha görmemiş miydik biz?”. Sadece olayların değil tartışma, fikir ve argümanların da aynı örüntüyü izlediklerini görüyoruz; bir kâğıt oyunundayız da kimin masaya hangi kâğıdı basacağını önceden biliyor gibiyiz. Belirsizliği sevmeyen bünyeye iyi gelir de aslında hayli de can sıkıcı bir durum, sürprizler herkesin ihtiyacı.
Merkez Bankası Başkanı’nın unvanı -havalı olsun diye “guvernör” diye de yazılıyor TCMB internet sitesinde, Gaye Hanım başkanken sıfatı değiştirmişler miydi, hatırlamıyorum- görevden affını isteyerek görevden alınmasını takiben biz de rutin döngümüze girmiş olduk. Sayısını bilemeyeceğim kadar ama hayli kalabalık bir kesim “oh, iyi oldu!” derken, “gitti canım liyakat” diyenlere de rastladım. İyi oldu diyenlerin bir kısmı son dönemde kendisiyle ilgili medyada duyduklarından yanlış bir tercih olduğunu söylerken; bir başka kısmı da “bunu da gönderdiler, batırsınlar ekonomiyi” diye sevinmekteydi. Liyakat kısmındakilerin de ayrılmasını “Ortodoks” ekonomiye veda olarak okuyanlar -ve dövünenler- ve “yabancı yatırımcıyı kafalayacaktı ne güzel” diye işin iletişim tarafına odaklanıp üzülenler olarak tasnif edebiliriz. Bir yerden de gidişini “skandallara” bağlayanlara kızanlar var, “İsveç, Norveç mi burası?” diye Türkiye Skandallar Enstitüsü standartlarını bize hatırlatıyorlar, haksız değiller.
Muhafazakâr cenahtan iyi okullarda okumuş ve kariyer sahibi olmuş bir kadının bu ülkede “dayanamamış” olmasına içtenlikle yerinenler de var, onlara da hak vermek lazım. Sonuçta her krizimiz gibi bu da uzun sürmedi yeni “guvernör” hızla atandı, o da iyi eğitimli, iyi kariyerli bir kişi; bir öncekinden farkı siyasi akrabalık bağlantılarının biraz daha kuvvetli olması. Devlete siyasiler ve bürokratlar veren bir aileyle akrabalık ilişkisi var. Bu nitelikleri -ve belki de erkek olması- liyakat konusunda kaygılananları biraz olsun rahatlatmış olabilir, hem “CV’si” iyi hem de yabancı yatırımcıyla diyaloğu toparlayabilir. Siyasal elitle kurmuş olduğu akrabalık ilişkisi de kendisine yönelik hoşgörü dairesini biraz daha geniş tutabilir, bunu da yazalım. İflah olmaz muhalifleri bir kenara bırakalım, onları tatmin edecek sonuç bir bürokratın değişmesiyle gerçekleşmez, daha radikal bir değişim bekliyorlar. Yine de olan bitene “kategorik” olarak karşı olmayan bazılarının ağzında da buruk bir tat kaldı.
Herhangi bir ülkede icraat yapabilmek için siyasetçilerin gerekli olduğunu kabul eden, ancak siyasetçilerin her işe karışmalarından da rahatsız olan kayda değer sayıda kişi var. Onlara göre iki ayrı dünya var, siyasetçilerin dünyası ve diğerlerinin dünyası. Siyasetçiler -ve onlarla ilişkili her tür kişi- kendi çıkarlarının peşinde, miyop, bencil ve ahlaki sınır tanımayan aktörler olarak sıradan insanlara zarar veriyorlar. Seçim kazanmak ve makro/mikro iktidarlarını korumak için toplumun yararını göz ardı ediyorlar. Ormandaki izlenebilecek yollardan en faydalısını değil, kendi işlerine geleni seçiyorlar, varsın orman yansın bitsin kül olsun. Siyasetçilerin bu “hastalıklarından” şikayetçi olanlar için dünyanın “akılcı” bir biçimde yönetilmesi, bunun için de siyasetçilerin karışmayacağı bir steril ortam yaratılması gerektiği aşikâr. Akılcı derken de maksimum sayıdaki kişinin refahını hedefleyen politikaları kastediyorlar.
Herhangi bir ülkede icraat yapabilmek için siyasetçilerin gerekli olduğunu kabul eden, ancak siyasetçilerin her işe karışmalarından da rahatsız olan kayda değer sayıda kişi var. Onlara göre iki ayrı dünya var, siyasetçilerin dünyası ve diğerlerinin dünyası.
Bu bakış açısı yeni değil, geride bıraktığımız yirminci yüzyıla damga vuran “modernleşme” dalgası her şeyin akılcılaşması gerektiğini şiar olarak benimsemişti. Söz konusu devletse, akılcılaşma monarkların ve dahi kilisenin hükümetten elini çekmesi ve yerini bu işler için yetişmiş bürokratların alması gerektiği savunuyordu. İlerleme, ancak akıl marifetiyle olabilirdi, bürokratlar da aklın vücuda gelmiş haliydi. Modernitenin bu projesinde başarısız olmadığını kabul etmek lazım, önce ulusal düzeyde, daha sonra uluslararası ve ulusötesi yapılarda büyüyen bürokratlar çok uzun süredir rantın yediğimiz Altın Çağı mümkün kıldılar.
IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve dahi birçok kurumda çalışan bürokratlar yaşamımıza doğrudan müdahil oldular, fena da olmadı. Siyasetçilerin iradesini bu tür kurumlarla kısıtlamak yaratabilecekleri zararı azaltmış oldu, hatta iş bürokratlara kalsa ülkelerin birbirleriyle savaşmayacakları bile öne sürüldü. Devletin “akılcılaşması” yankısını ticarette de buldu, bugün dünyadaki üretimin önemli bir kısmını üstlenen ulusötesi kurumlar bir tür şirket bürokrasisinin elinde…
Zamanla özellikle Reagan ve Özal’da cisimleşen neoliberal politikacılarının saldırısı altında bürokrasi kavramı olumlu atfını yitirmiş olsa da bürokratlar hayatımızı doğrudan etkilemeye devam ediyor. Çocuğumuzun alacağı eğitimin neye benzeyeceğini de onlar belirliyor, salgında aşı olup olmayacağımızı, maske takıp takmayacağımızı da…
İklim değişikliğiyle mücadeleyi ciddiye alıyorsak, bunu mümkün kılacak düzenlemeleri bürokratlar hazırlayacak, denetimi onlar yapacak. Bu dünyada aklınıza gelecek ne musibet varsa onu yok etmek için bürokratlara ihtiyacınız var, başka türlüsü mümkün değil. Reagan’ın, Özal’ın, bugünlerde yükselmekte olan Milei ya da Trump’ta vücut bulan aşırı sağın bürokrasi karşıtı retoriklerini bir kenara bırakalım, iktidara geldiklerinde şikayetçi oldukları devleti nasıl büyüttüklerini biliyoruz. Ancak toplumun iyilik melekleri olarak bürokrasiyi tarif edenlerin önemli bir yanılgıları var, bürokratların da insan olduklarını unutmaları.
Bürokrat sıfatıyla bir dişliye indirgediğimiz kişiler de etten kemikten, sizin bizim gibi insanlar. Belli bir sosyalizasyondan geçmişler, dünya görüşleri, siyasi tercihleri var. Dünyayı kusursuz objektifler gibi görmüyorlar, gördükleri ve sergiledikleri manzara ideolojik tercihlerinin ve dünya görüşlerinin filtresinden geçiyor.
Yirminci yüzyıl dedik, “makineleşmek” istediğimiz, çarklara, dişlilere, üretim bantlarına tapılan bir dönemden bahsediyoruz, Chaplin’in “Asri Zamanlar” filminde tarif ettiği bir dönem. O dönemin hayal gücünde iyi bir kurum çarkların, dişlilerin kusursuz bir uyumla çalıştığı, kendisine verilen görevi hatasız bir şekilde yerine getiren bir kurum. Bu tür kurumların sayısı ne kadar çok olursa, o kadar iyi olacağına dair sarsılmaz bir inanç var. Bu arada da o dişli ve çarkların da kendilerine ait değerleri, siyasi tercihleri, önyargıları ya da çıkarları olmadığı varsayılıyor ki; büyük hata da bu…
Bürokrat sıfatıyla bir dişliye indirgediğimiz kişiler de etten kemikten, sizin bizim gibi insanlar. Belli bir sosyalizasyondan geçmişler, dünya görüşleri, siyasi tercihleri var.
Dünyayı kusursuz objektifler gibi görmüyorlar, gördükleri ve sergiledikleri manzara ideolojik tercihlerinin ve dünya görüşlerinin filtresinden geçiyor. Üstelik maaş, ayrıcalık ya da toplumsal prestij gibi kişisel çıkarları da olabiliyor. Hele sahip oldukları pozisyonlara siyasi bağlantılarıyla gelmişlerse hem velilerine borçları hem de kendilerine ait bir siyasi kariyer planları da olması şaşırtıcı değil. Bir de bürokratların kararlarıyla servet yaratıp yok edebildikleri de göz önünde tutulursa gerek bireysel gerekse de örgütlü baskılarla karşı karşıya kalmaları hatta bazı “ahlaksız tekliflere” kanmaları da beklenebilir. İneğin girdiği sosisin çıktığı makinenizin içine bir bakmak pek de iç açıcı olmayabilir.
Uzun zamandır ekonomi yönetimi de siyasetsizleştirilmesi gereken bir alan olarak görülmekte. Bizim gibi son yarım asırda en fazla on yıl rahat yüzü görmüş toplumlarda birbirini takip eden krizlerden siyasetçi marifetiyle çıkılmayacağı konusunda sanırım bir uzlaşma var.
Uzun zamandır ekonomi yönetimi de siyasetsizleştirilmesi gereken bir alan olarak görülmekte. Bizim gibi son yarım asırda en fazla on yıl rahat yüzü görmüş toplumlarda birbirini takip eden krizlerden siyasetçi marifetiyle çıkılmayacağı konusunda sanırım bir uzlaşma var. Partisiz bakan olarak atanmış Kemal Derviş’in her zaman hayırla yad edilmesini sebebi de bu, siyasetçileri işine karıştırmaması…
Geçtiğimiz seçimlerde kendilerine referans olarak bu dönemi gösteren liderleri de gördük biz, ekonomiyi ne kadar gayri-siyasi bir şekilde yöneteceklerini anlatıyorlardı. İktisadi meselelerden anladığı düşünülen, sözü dinlenen akil insanlar da siyasetin ekonomiyi kirlettiğinde hemfikirler. Bu bakış açısıyla bakıldığında Merkez Bankası başkanlığı gibi bir makamın kısa dönemli istihdam faaliyeti hâline dönüşmesinden rahatsızlık duyulmasının ana sebebinin siyasetin paraya karıştığı ve kirlettiği algısı olduğunu söyleyebiliriz, kurumsallaşmış para politikalarının dosta güven, düşmana korku verdiğine inananlar var, yeter ki siyasetçiler karışmasın.
Öte yandan steril tutmaya çalıştıkları o para politikalarının bir takım ideolojik tercihlerin doğrudan fonksiyonu olduğunu, bu politikaları gütmesi beklenen çark ve dişlilerin de aslında belli bir toplumsal tasvir doğrultusunda tornadan çıktıklarını unutuyorlar. Belki de unuttukları şeylerden biri de kendilerinin de ideolojik tercihlerden mustarip insanlar oldukları…
Yorum Yazın