AK Parti iktidarının kanımca "yumuşak karnı" kültürel sermayeyi yönetmeyi bilmemesiydi. Belki de kasıtlı olarak bilmemeyi amaçlamasıydı… Gezi olaylarına yol açan ve Taksim’i otoyol kavşağına çevirmeyi amaçlayan tüneller…Sulukule, Süleymaniye, Balat gibi tarihi semtlerde yaşayanların ve çalışanların tehcir edilmesine yol açan ve UNESCO normlarına aykırı projeler…Surlarda berbat restorasyon projeleri…Sütlüce’deki bir türlü bitmeyen ve mimari projesi müteahhit tarafından yapılan projeler.Yassıada’yı "beton ada"ya dönüştüren proje…Kabataş’ta naif martı ve tüneller projesi…TOKİ’nin her yerde yarattığı felaket yerleşimler…İstiklal Caddesi’nde kırılan dökülen ve sürekli yenilenen yer döşemeleri… Hepsini saymayayım. Önceki yazımda AK Parti iktidarının mimarlıkta, sanatta, bilimde başarılı olamadığını söylemiştim. Bunun nedenini sorgularken kültürün kayırmacı ilişkiler içine alınmasının nelere yol açtığını tartışmaya çalışmıştım.AK Parti iktidarının kanımca "yumuşak karnı" kültürel sermayeyi yönetmeyi bilmemesiydi. Belki de kasıtlı olarak bilmemeyi amaçlamasıydı…AK Parti iktidarı oligarşik ilişkilerle güç kazanan -ve bir devlet sınıfına dönüşen- kültürel sermaye ya da kamu gücünü kullanarak kendilerine çıkar sağlayan ve bürokrasiyle, akademyayla örtüşerek bir devlet sınıfına dönüşenler ile bir iktidar talebi olmayan, ancak uğraşının doğası gereği bağımsız olan entelektüel üretimi birbirine karıştırdı. Hatta kendisine rakip olarak gördü. Sonunda iyice bu devlet sınıfları ile örtüşmeye başlayarak, diğerini, yani bağımsız entelektüel üretimi kontrol etmeye çalıştı. Kısaca söylemek gerekirse, neo-klasik siyaseti motive eden soylulaştırıcı dinamiklerin bir gereği olarak “sapla samanı karıştırdı."
AK Parti iktidarı döneminde sanat, tasarım, entelektüel üretim büyük sermayenin hayırseverlik kurumlarına, müzelerine hapsoldu. Bu da entelektüel faaliyetlerin, sanatın, mimarlığın sanki zenginlerin, sermaye sahiplerinin uğraşları gibi algılanmasına yol açtı.
SANAT BÜYÜK SERMAYENİN HAYIRSEVERLİK KURUMLARINA DÖNÜŞTÜ
Bunun en önemli göstergesi de "güncel" denilen sanatın kamusal alandan dışlanıp, özel alana, hayırseverlik kurumlarına izole edilmesiydi. AK Parti iktidarı döneminde sanat, tasarım, entelektüel üretim büyük sermayenin hayırseverlik kurumlarına, müzelerine hapsoldu.Bu da entelektüel faaliyetlerin, sanatın, mimarlığın sanki zenginlerin, sermaye sahiplerinin uğraşları gibi algılanmasına yol açtı. Böylece kayırmacı ilişkilerle kamusal alanda varlık bulabilen sanat "modern" ile "geleneksel" olarak iki ayrı tarza ayrıştı. Modernlik sanki bir stil sorunsalıymış gibi. Modernlik farklı bir toplumsal kesimin tercihine dönüştü. Başarısız olduğunu fark ettiğinde ise imkansız bir işe girişti. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, tıpkı "bataklıkta çırpındıkça daha çok batan çaresizler" gibi. Modern olanı, "hayırsever" büyük sermaye kökenli "modern" denilen sanat etkinliklerini taklit edeyim diye uğraşırken büsbütün zırvaladı.Entelektüel üretim, akademya, sanat, bilim, tasarım faaliyetleri kayırmacı ilişkiler içine alındığında kamu sistemi çöküyor. Çünkü "kültürel" denilen alanın işleyiş mantığı farklı.
"KAYIRMACI İLİŞKİLER SİYASETİ" İLE NEREYE KADAR GİDİLEBİLİR?
Kayırmacı ilişkiler kimi zaman "pozitif ayrımcılık"gibi bir işlev görüyor. Yoksullaşmış, dışlanmış bir toplum kesimine iş bulmak, eğitim, gelir imkanları sağlamak gibi. Temsil gücü zayıflamış topluluklar kayırmacı siyasal uygulamalarla birtakım haklar elde edebiliyorlar. Örneğin gecekondu ya da imar afları. Bu sayede geniş bir seçmen kitlesini oluşturan kitleler politik hareketlerin içinde güç kazanabiliyorlar ve haklara kavuşabiliyorlar. Soru şu: Peki kayırmacı ilişkiler sembolik sınıflara, örneğin sanatçılara, bilim insanlarına, uzmanlara uzanırsa ne olur? Akademyada, tıp, sanat, bilim gibi alanlarda örneğin ayrımcılık yapılırsa, bu alanlarda kayırmacı ilişkiler hakim olursa ne olur?Bu durumda kültürel alandaki kayırmacı ilişkiler siyasetinin aynı işlevi gördüğü söylenebilir mi? Örneğin iyi eğitim almamış insanların bürokraside ya da akademyada etkili olmaları gibi. Bilişsel sermayeye sahip olmayanların köşe başlarını tuttukları, hak sahibi oldukları durumda? Bunun cevabı çok basit: Entelektüel üretim, akademya, sanat, bilim, tasarım faaliyetleri kayırmacı ilişkiler içine alındığında kamu sistemi çöküyor. Çünkü “kültürel” denilen alanın işleyiş mantığı farklı. Bu alan imtiyaz ilişkilerine, ayrımcılığa açıldığında yönetimler ve temsil ettiği topluluklar onun yaratacağı değerlerden, bilgilerden, güvencelerden mahrum kalıyorlar. Kayırmacı ilişkiler siyasetinin sonuçları ne oluyor?Örneğin tipik bir karşılaşma hali: Sulukule halkının yaşadığı tehcir projesi felaketine karşılık veren, yerel halkla ilişki kuran Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller Grubu, bu tür yenilikçi şehircilik deneyimlerinde uzmanlaşmış London College Üniversitesi’nden gönüllü çalışan uzmanlar, Avrupa ülkelerinin kültür misyonları, İstanbul Bienali’ne yurt dışından katılan sanatçılardı. Böylece sanki Sulukule ya da yoksul mahallelerdeki yenilikçi şehircilik deneyimleri için ancak "yabancı -ya da dışarıdan- sanatçılar, mimarlar çalışabilir" gibi bir sonuç ortaya çıkıyordu.Buna karşılık projeyi yapanlar kamu gücüyle, ilişkileriyle, kariyer imkanlarıyla imtiyaz elde etmiş, semte bir kere dahi uğramamış, mahalleli ile ilişki kurmamış ayrıcalıklı mimarlardı. Kamu alanındaki kapasiteleri kendi özel çıkarları için kullanan…Bu ikilem yalnızca sanatta değil, her alanda, kültürel mirasın korunmasında, şehircilik deneyimlerinde akıl almaz bir çelişki oluşturdu.Neo-klasik denilen kültürel alanda kayırmacı ilişkilere dayanarak gelişen yapılar, kimlikler, ideolojiler bağlamında ayrımcılık yaparak imtiyazlı bir devlet sınıfı, soylulaştırma dinamikleri yaratmayı amaçlayan siyasal hareketler. Merkeze yerleşerek, tabanla ilişkileri kaybediyorlar.
Yorum Yazın