Başka kurumların üst düzeylerinde ayrıcalıklı olmanın keyfini yaşıyorlar… Maliyeti sadece toplum olarak alt liglerde top koşturmayı sürdürmek… Ayrıcalıklara son verilir mi? Ben onu bilmem ama kişisel ayrıcalıklar sürdüğü müddetçe alt liglerde kalacağımızı kesin olarak söyleyebilirim.
Kişisel ayrıcalık hukuk devletiyle bağdaşmayan bir kavramdır.
Çünkü hukuk devleti eşit konumdaki bütün yurttaşların yasalar önünde eşit olmasını zorunlu kılar.
Bazı kişiler yasalar önünde diğerleriyle eşit değilse hukuk devleti sona erer.
Ancak ayrıcalık kimi zaman gerekli değil midir?
Örneğin yaralı bir insanın yaşamını kurtarmak amacıyla bir ambulans şoförünün trafikte ayrıcalık kullanmasına ne diyeceğiz?
Bu sorunun cevabını John Locke’tan alalım.
Locke Yönetim Üzerine İkinci İnceleme adlı kitabının 14. Bölümünü olduğu gibi ayrıcalığa ayırmaktadır.[1] Buna göre,
Ayrıcalık, kamusal iyiliği bir kural olmaksızın gerçekleştirme iktidarından başka bir şey değildir.
Bir başka yerde “Kamu yararı için yasanın buyruğu olmaksızın ve hatta bazen yasaya karşı biçimde takdir yetkisine göre hareket etme iktidarı, Ayrıcalık olarak adlandırılan şeydir” demektedir.
Trafik Kanununda ambulansa geçiş üstünlüğü tanınmıştır ama Locke’un anlayışına göre yasada düzenleme olmasaydı bile bir ambulansın ayrıcalık kullanma hakkı olurdu.
Burada dikkat edilmesi gereken herhangi bir kişiye (bürokrat, bakan, yargıç vb.) değil, bir hizmete, bir yaşam kurtarma aracına ayrıcalık verildiğidir.
Buna bir örnek veriyor Locke: Yanındaki ev yanmaktayken, yangını durdurmak için masum adamın evini yasalar izin vermediği için yıkmamak kamu yararına aykırılık oluşturur; çünkü sonuçta masum adamın evi de dâhil olmak üzere kamunun zararı çok büyüyebilir.
Locke “yürütme iktidarı topluluğun yararına ve yönetimin amaçlarıyla yönetime verilen güvene uygun şekilde kullanılırken kuşkusuz ayrıcalıktır ve asla sorgulanamaz” diyor.
Ancak yürütme iktidarı ile halk arasında bir ayrıcalık olduğu iddia edilen şey konusunda bir soru oluşursa, bu tür bir ayrıcalığın uygulamasının halkın iyiliği ya da zararı yönündeki meyli bu sorunun cevabına kolaylıkla karar verecektir.
Devletlerin nüfusunun az olduğu dönemde, yöneticiler, ailenin iyiliğini gözeten babaları olduğundan yönetim neredeyse tümüyle ayrıcalıktan ibaretti.
Görevinden kaynaklanan haktan dolayı, keyfine göre, kamunun çıkarından farklı olan bir çıkarı yaratmak ve geliştirmek için kullanabileceği bir ayrıcalık sahibi olduğunu iddia edecek zayıf ve kötü bir prens, halkın haklarını geri talep etmesine neden olur.
KAMU ÇIKARINDAN FARKLI OLAN BİR ÇIKARI YARATMAK
Ancak zayıf prenslerdeki hata ya da dalkavukluk, iktidarın, kamunun iyiliği için değil, kendi özel amaçları için kullanılması konusunda başarılı olunca insanlar bu iktidardan zarar gördüklerini keşfettikleri noktalarda ayrıcalığı açık yasalarla sınırlama mecburiyeti duydular.
Görevinden kaynaklanan haktan dolayı, keyfine göre, kamunun çıkarından farklı olan bir çıkarı yaratmak ve geliştirmek için kullanabileceği bir ayrıcalık sahibi olduğunu iddia edecek zayıf ve kötü bir prens, halkın haklarını geri talep etmesine neden olur.
Bütün bu söylenenlerden çıkarılabilecek sonuç şudur: Kamu görevlileri, kamu hizmeti üretirken kamu yararını gözetmek zorundadırlar.
Kamu yararının gerçekleştirilmesi için kamu görevlilerinin ayrıcalık kullanması mümkün ve hatta gereklidir.
Ayrıcalığı kullanan kamu görevlisinin dikkat etmesi gereken çok kritik bir husus vardır: Bu ayrıcalık kamu tarafından o kişiyi sevdiği, değer verdiği için değil, kamu yararının bu yolla daha iyi yerine getirileceğine inanıldığı için verilmiştir; ayrıcalık bir kişiye değil bir hizmetin yerine getirilmesine verilmiştir.
Örneğin ateşli silah kullanma ayrıcalığı verilen bir güvenlik görevlisi silahı komşusuna verdiği borcu geri almak için kullanılırsa ayrıcalığın amacına aykırı davranılmış olur.
Hiç kimseye “o kişi” olmasından dolayı ayrıcalık tanınamaz; tanınırsa hukuka aykırı davranılmış olur.
Hukuk devletinde hiç kimseye kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmesi için ayrıcalık verilemez; verilirse hukuk devletinden söz edilemez.
Dolayısıyla burada kişisel çıkar ile kamusal çıkar arasında bir ayrım yapılmak zorundadır.
Kimseye kişisel çıkarını gerçekleştirmesi için ayrıcalık verilemez ama kamusal çıkar gerektiriyorsa, bu çıkarı gerçekleştirme yeteneğinde olan kişilere hizmetin daha iyi yerine getirilmesi amacıyla ayrıcalık verilebilir.
“Bal tutan parmağını yalar” biçimindeki atasözümüzün anlaşılma biçimi yukarıda anlatılan ilkelere aykırıdır.
Aslında aykırılık “kamu görevinin” “bal” olarak görülmesinden kaynaklanıyor.
Kamu görevlisi, kamu hizmeti sunmak zorunda olduğundan aynı zamanda kamu hizmetlisidir.
Kamuya hizmet etmek üzere görevlendirilen birisi “bal tutmamakta” ama ağır bir vebal altına girmektedir.
Dolayısıyla kişi ister seçilerek ister atanarak göreve gelsin, bir kamu görevini yerine getirirken kendisine verilen ayrıcalığı sadece kamu hizmetini daha iyi yerine getirmek için kullanabilir.
Durum bizde öyle değil; kamu görevine atanan kişi kendisine kişisel ayrıcalık verildiğini düşünüyor.
Görevin hiyerarşik düzeyi yükseldikçe, kamu görevlisi de kendisini daha önemli bir şahsiyet olarak görmeye başlıyor.
Kişi göreve seçilerek gelmişse, boyut tümüyle değişiyor ve kişi kendisini “milli iradenin” kendisi olarak görmeye başlıyor.
Dokunulmazlığın kendisine suç işleme özgürlüğü tanıdığını düşünmeye başlıyor; örneğin aracının ve aracındakilerin aranamayacağını düşünüyor.
Oysa öyle değil…
Ayrıcalığın kişisel çıkar olarak kullanılması ceza kanunlarında-eğer başka bir suç oluşturmuyorsa- “görevin kötüye kullanılması” suçunu oluşturur.
Şimdi birileri “Bu söylediklerin nerede uygulanıyor ki?” diye sorabilir.
Gelişmiş ülkelerin çoğunda bu standartlar fazlasıyla uygulanıyor.
Mesela Hollanda’da fazlası var eksiği yok.
Bir deneyimimi aktarayım.
Hollanda Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülen ve İçişleri Bakanlığı ile Sayıştay’ın birlikte düzenlediği bir toplantıya katıldım.
Toplantının başlığı “Kamu Görevlilerinde Dürüstlük (Etik)” idi.
İçişleri Bakanlığı ve Sayıştay hem merkezi yönetimde hem de yerel yönetimlerde çeşitli dürüstlük standartları belirlemişlerdi ve toplantı bu standartların tanıtımı üzerine idi.
Merkezi ve yerel idarelerden çok sayıda kişi konuşmacı olarak belirlenmişti; toplantı dolu doluydu; her konuşmacı büyük bir şevkle sunum yapıyordu.
Bir kahve molası verdiğimizde giyimi son derece sıradan birinin bir köşede sakince oturduğunu gördüm. İçimden galiba buraları temizleyecek, ama daha çok beklemesi gerekiyor diye üzüldüm. Ama yanılmışım.
Yeniden toplantı salonuna girdiğimizde, o şahsı konuşmacı kürsüsünde gördüm.
Hollanda’daki en başarılı belediye başkanıymış; dünyada da ilk 10 başarılı belediye arasına giriyormuş.
Başarılı çalışmalarının dürüstlük ilkesine bağlı kalması sayesinde gerçekleştiğini söylüyor ve örnekler veriyordu.
Örneğin trafik sorununu çözmesinin formülünü söyledi: “Ben belediyeye aracımla gelmiyorum ve geldiğimde de aracımı belediyenin önüne park etmiyorum.”
“Ne ilgisi var? diye sorduk. Cevabı şöyleydi:
“Belediyede çok sayıda birim var ve bunların her birinin genel müdürü var. Ben aracımı belediyenin önüne park etmeyince bu konuda hassas olduğumu anladılar ve onlar da park etmediler. Onların altında çok sayıda birim müdürü var ve onlar da genel müdürlerinin davranışına bakarak park etmediler. Bu düşünce belediyenin en alt görevlisine kadar yayıldı. Bizler belediyenin etrafında park etmeyince vatandaşlar da buralara park etme cesareti gösteremediler.”
“Hollanda, toprakları bakımından küçük bir ülke biz bu yola başvurmasak trafik sorununu çözemezdik. Çoğumuz bisiklet kullanıyoruz. Bir an için kent meydanındaki bisikletleri motorlu araca dönüştüğünü düşünün. Hiç kimse bu sorunu çözemezdi.”
Dolayısıyla örnek olması gereken tek bir kişinin örnek davranışının kentin önemli bir sorununu nasıl çözdüğünü anlatmış oldu.
Bu arada Hollanda’da özlük yönünden İçişleri Bakanlığına bağlı polis teşkilatının idari yönden belediye başkanına bağlı olduğunu hatırlattı.
Polis müdürüne verdiği emirle park yasağı kuralının tavizsiz uygulanmasını ve kimseye ayrıcalık tanınmamasını istemiş.
Bu kadar büyük bir başarının ne kadar sürede sağlandığı merak konusu olunca “kaç yıldır bu görevdesiniz?” sorusu soruldu.
Bu hizmeti 20 yıldır kesintisiz yürüttüğünü söyleyince “yeniden seçilmek için popülist politikalar izliyor galiba” diye düşünmeye başladım.
Yanılmıştım, çünkü Hollanda’da belediye başkanlarının seçimle gelmediklerini öğrendim.
Katılımcıların düşünce kodları çok yakındı ve hemen şu soru soruldu:
“Biz de Hollanda’nın çok demokratik olduğunu düşünmüştük. Oysa siz pek de demokratik bir ülke değilmişsiniz. Yerel yönetimlerde kurumun başındaki kişinin atanması nasıl mümkün olabilir?”
Başkan çok kibardı: “Siz demokrasiden ne anlarsınız” demek yerine “ Biz demokrasiyi sizden biraz farklı anlıyoruz” dedi ve devam etti:
“Demokrasi sadece seçilenlerin yönettiği bir rejim değildir. Gelişmiş bir demokraside seçilmiş olanlarla atanmış olanlar arasında bir denge olmak zorundadır. Yürütme işi teknik bir iştir, bir sanattır. Yürütmenin başındaki kişi yürütme görevlilerinin kamu hizmetinin daha etkin biçimde yerine getirilmesi için nasıl örgütlenmesi gerektiğine ilişkin teknik bilgiye sahip değilse, kurumun etkinlikleri arasında bütünlük sağlanamaz; her birim kendi başına hareket eder.”
Burada yaptığım gözlemlerimi daha sonra bir kitap bölümü olarak yayınladığımdan belediye başkanının seçim yönetimi oradan aktarayım:
“Belediyelerin başında Kral tarafından altı yıl için atanan belediye başkanı (burgemeester) bulunmaktadır (m. 61). …burada …Kralın yaptığı atama sembolik bir atamadır. Belediye başkanı ataması, belediye konseyinin önerisi, İçişleri Bakanının uygun görmesi üzerine Kral tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla belediye başkanı seçiminde asıl yetkili olan kurumun belediye konseyi olduğunu söylemek gerekir. Belediye konseyinin güvenine sahip olmayan bir kişinin belediye başkanı olarak atanması sözkonusu olmadığı gibi bu kişinin görevini sürdürmesi de mümkün olmaz. Öte yandan konseyin güvenine sahip olan bir kişinin atama yoluyla çok uzun süreler başkanlık yapması mümkündür. Burada ayrıca vurgulamak gerekir ki belediye başkanlarının atanmış olmaları dolayısıyla bir tür devlet memuru olarak düşünülmeleri olanaksızdır. Çünkü belediye başkanı atandığı anda, artık merkezi yönetim ya da il yönetiminin talimatlarını yerine getiren bir görevli değildir; başkan yardımcılarıyla birlikte belediyenin ve belediye konseyinin politikalarını uygulayan özel bir görevlidir. Belediye başkanı atandıktan sonra asıl sorumluluğu merkezi yönetime ya da il yönetimine karşı değil, bulunduğu belediyenin belediye konseyine karşıdır. Belediye konseyi istemedikçe, merkezi yönetimin harekete geçerek belediye başkanı hakkında işlem yapması sözkonusu olmaz. Belediye başkanının başarısı kendisini atamış olan merkezi yönetimi memnun etmesine değil, sorumlu olduğu belediye konseyini memnun etmesine bağlıdır. Başkanın belediye konseyini memnun etmesi ise belediye hizmetlerini gereği gibi yürütmesine bağlıdır. Bu yüzdendir ki Hollanda’da küçük yerlerde belediye başkanlığı yapanlar, daha sonraları genellikle daha büyük belediyelerin belediye başkanı olarak önerilmekte ve atanmaktadırlar.”[2]
Başkan 20 yıldır görevde bulunmasının kent konseyinin güvenini kazanmış olmasına bağlıyordu.
Kendisinin politik tercihlerinin bulunup bulunmadığını ve eğer politik tercihi varsa farklı politik tercihe sahip kent konseyleri tarafından nasıl seçildiğini sorduk.
Kendisinin politik tercihleri bulunduğunu, ancak kent hizmetlerini yürütürken bu tercihleri bir kenara bırakıp kamu hizmetinin en iyi şekilde nasıl yerine getirileceği ile ilgilendiğini söyledi. Kent konseyinin çoğunluğunun siyasal yapısı değiştiğinde uygulanacak politikaların konsey tarafından değiştirildiğini ve kendisinin de bu politikaların gereklerini yerine getirdiğini söyledi.
“Önemli olan kent konseyinin siyasal tercihlerinin kamu hizmetlerini en iyi şekilde yerine getirecek biçimde uygulanmasıdır ve buna büyük özen göstererek teknik düzenlemeler yapıyorum. Kent konseyleri bu yönümü bildikleri için deneyimli olmanın avantaj sağlayacağı düşüncesiyle beni yeniden seçme konusunda tereddüt göstermediler.”
Özetle sistem rasyonel esaslara uygun olarak düzenlendiğinden başkanın seçilmek ya da görevde kalmak için popülist politika uygulamasına yer yoktu.
Kilit kavram herkesin kamu hizmeti üretme hedefine odaklanmış olmasıydı ve atanmışlıkla seçilmişliğin avantajları bu çerçeve içinde dengelenmişti.
Ne seçilmişlerin atanmışlara ne de atanmışların seçilmişlere bir üstünlüğü yoktu.
Bu yaklaşım Platon’un gemici benzetmesini çağrıştırıyordu:
“Bir gemide ya da gemi filosunda durumun şöyle olduğunu varsayalım. Kaptan, mürettebatın herhangi birinden daha büyük ve güçlü, ama biraz sağırdır ve uzağı görememektedir ve aynı zamanda denizcilik konusunda da sınırlıdır. Mürettebatın her biri kendisinin dümende olması gerektiğini düşündüğünden, gemiyi nasıl yönlendirecekleri konusunda birbirleriyle kavga etmektedir; bunlar denizcilik sanatını hiç öğrenmemişlerdir ve kimsenin bu sanatı onlara öğrettiğini veya bu sanat üzerinde çalışmak için zaman harcadıklarını söyleyememektedirler; aslında bu sanatın öğretilemeyeceğini söylemektedirler ve öğretilebileceğini söyleyen birini öldürmeye hazırdırlar. Tüm zamanlarını kaptanın etrafında dolanarak ve onlara dümeni vermesi için ellerinden geleni yaparak geçirmektedirler. Hiziplerden birisi diğerinden daha başarılı olursa, rakipleri bunları öldürebilmekte ve gemiden denize atabilmektedir; dürüst kaptanı uyuşturucu veya içkiyle yere serebilmekte ya da başka bir yöntemle geminin kontrolünü ele geçirebilmektedir, gemide ne varsa keyiflerine göre kullanmakta ve seyahati, kendilerinden beklenir şekilde sarhoşların bir tür zevk gezintisine dönüştürmektedirler. Son olarak, bunlar kaptanı zorla ya da sahtekârlıkla kontrol etmeye nasıl yardımcı olacağını bilen adama hayranlıklarını göstermekte; onun denizciliğini, gemicilik sanatını ve deniz bilgisini övmekte ve başka herkesi işe yaramaz olarak kınamaktadırlar. Gerçek denizcinin, bir gemiyi kontrol etmeye gerçekten uygun olması için yılın mevsimlerini, gökyüzünü, yıldızları, rüzgârları ve mesleğine uygun diğer tüm konuları incelemesi gerektiğine dair hiçbir fikirleri yoktur ve bu tür bir kontrol için ihtiyaç duyulan profesyonel beceriyi (uygulanmasını isteseler de istemeseler de) edinmenin tümüyle olanaksız olduğunu ve denizcilik sanatı diye bir şey olmadığını düşünmektedirler. Güvertede tüm bunlar olurken, bu tür bir gemideki tayfalar, gerçek denizciyi, onlara hiçbir faydası olmayan bir geveze ve amatör bir gökbilimci olarak görmezler mi?”[3]
Platon’un demokrasi ile ilgili endişelerini özetleyen ve siyasal teoride “gemici benzetmesi” olarak bilinen bu paragrafta, yöneticinin işinin ehli olmaması halinde yaşanabilecekleri anlatmaktadır.
Demokrasinin sadece seçimle gelenlerin yönetici olduğu bir rejim olarak anlaşılması ve seçilenlerin yönetim sanatını bilmemeleri halinde çöküş ya da gerileme kaçınılmazdır.
Bu yüzden de modern demokrasiler seçilmiş olanlarla atanmış olanlar arasında bir denge kurmak zorundadırlar.
SEÇİLMİŞLERLE ATANMIŞLAR ARASINDA DENGE
Antik Yunan demokrasisi işin ehli olmayanların seçilmesi nedeniyle yozlaşmaya başlamış ve sonunda çökmeye başlamıştır.
Demokrasinin sadece seçimle gelenlerin yönetici olduğu bir rejim olarak anlaşılması ve seçilenlerin yönetim sanatını bilmemeleri halinde çöküş ya da gerileme kaçınılmazdır.
Bu yüzden de modern demokrasiler seçilmiş olanlarla atanmış olanlar arasında bir denge kurmak zorundadırlar.
İşte Hollanda’daki düzenleme bu denge arayışının bir sonucudur.
Başkanın başarıları bu dengenin kamu hizmetlerinin sunulmasında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Başkan yeniden seçilmek için kent konseyini memnun etmek zorundadır.
Kent konseyinin temel hedefi kamu hizmetlerinin etkin sunumudur.
Bu durumda kamu hizmetlerinin etkin sunumunu gerçekleştiren kişinin yeniden seçilmesinin önünde hiçbir engel yoktur.
Herkes kamu hizmetlerin etkin sunumunun kişisel ayrıcalıkların dışlamasıyla mümkün olacağını bilmektedir.
Bu çerçevede Hollanda’da belediye binaların şeffaflığı sağlamak için camdan yapılmaya başlandığı bilgisini eklemek gerekir. Kitaptan bir bölüm:
“Belediye binalarının yurttaşların somut olarak karşılaştıkları yönetim binaları olmaları dolayısıyla zaman içinde bu binalara ilişkin özel bir mimari gelişmiştir. Bu mimarinin temel özellikleri şeffaflık, görünürlük, açıklık ve kapsayıcılıktır. Bu nedenle binalarda çok miktarda cam kullanılmaktadır. Binalarda hizmet veren personel müşteri memnuniyeti ilkesine göre çalışmaktadır. Gelenlerin kullanmaları için masalar bulunmaktadır ve gelenlere genellikle ücretsiz kahve ikramı yapılmaktadır. Buralara kültür merkezleri ya da yerel kütüphaneler, tiyatrolar, turizm büroları kurulabilmektedir. Belediye binalarına gelenlerin kendilerini evlerinde hissetmeleri için gereken bütün tedbirler alınmaktadır. Belediyelerde işlerin yürümesi için gün sonunda personelin çalışmasına ayrılmış alanlar da bulunmaktadır.”
Toplantıdan başka notlarımı da paylaşacağım.
Ama bu toplantının sonucunu aktarayım.
Projede katılımcılardan, orada gördüklerini ve öğrendiklerini ülkelerinde hayata geçirmeleri bekleniyordu.
Döner dönmez kamu görevlilerinde etik standartların belirlenmesi ve uygulanması ile ilgili olarak bir çalışma başlatılması için ilgili kurumların en üst yetkilileri ile konuştum.
Şans eseri kurumların başındakilerden bir fakülteden sınıf arkadaşım ve diğeri kamu görevinde dönem arkadaşımdı.
Her ikisi de projeyi desteklemekle birlikte karşı kurumun onayı alınmaksızın projenin hayata geçirilmesinin olanaksız olduğunu söyledi.
Bu durumda proje kabul görmüş sayılabilirdi, çünkü her ikisi de karşı tarafın onayını yeterli görmüştü.
Hollanda’daki karşı tarafa elektronik posta göndererek projeye başlayabileceğimizi bildirdim. Somut tarih, yer ve içerik istediler.
Somut tarih ve yer saptamak için tekrar aradığımda kurum yöneticilerinin sekreterleri yöneticilerin şu anda müsait olmadıklarını ve uygun olduklarında döneceklerini söylediler.
10 yıl geçti. Daha dönmediler.
Ama onlar da haklı…
Ayrıcalıklı olmanın keyfi de bir başka…
Başka kurumların üst düzeylerinde ayrıcalıklı olmanın keyfini yaşıyorlar…
Maliyeti sadece toplum olarak alt liglerde top koşturmayı sürdürmek…
Ayrıcalıklara son verilir mi?
Ben onu bilmem ama kişisel ayrıcalıklar sürdüğü müddetçe alt liglerde kalacağımızı kesin olarak söyleyebilirim.
---
Bakırcı, Fahri. "Hollanda." In Yönetsel Yapı İncelemeleri, ed. Hatice Altınok Burhan Aykaç, Fatma Gül Gedikkaya, 259-321. Ankara: Nobel Yayınevi, 2018.
Locke, John. Yönetim Üzerine İkinci İnceleme. Çev. Fahri Bakırcı. Ankara: Serbest Yayınları, 2019.
Wolf, Jonathan. Siyaset Felsefesine Giriş. Çev. Fahri Bakırcı. Ankara: Lykeion, 2021.
[1] John Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, trans. Fahri Bakırcı (Ankara: Serbest Yayınları, 2019).
[2] Fahri Bakırcı, "Hollanda," in Yönetsel Yapı İncelemeleri, ed. Hatice Altınok Burhan Aykaç, Fatma Gül Gedikkaya (Ankara: Nobel Yayınevi, 2018).
[3] Plato, Devlet, ed. H. P. D. Lee ([380–360 bce], Harmondsworth: Penguin, 1955), 282, 488a–d. Türkçesi: Jonathan Wolf, Siyaset Felsefesine Giriş, trans. Fahri Bakırcı (Ankara: Lykeion, 2021).
Yorum Yazın