Yunanlı bir yazarın deyimiyle, modernleşmenin katmerlendirdiği huzursuzluklar toplumun bir kesiminin kendisini “İkincilerin Cumhuriyeti’nde” yaşadığını zannetmesine yol açmıştı. Kuvvetli dalganın arkasındaki “sihir” de oydu. Dışlanmışlık, hor görülmüşlük, aşağıda kalmışlık vs…
Takvimler, 2002 yılının 3 Kasım’ını gösterirken Türkiye’de bir şeylerin artık eskisi gibi gitmeyeceği değerlendiriliyordu. 1990’lı yıllar boyunca devam eden ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, askerlerin postal seslerinin sürekli kışla dışına taşması, mafya olarak tabir edilen kimselerin politikacılarla ve üst düzey bürokratlarla girdiği ilişkiler, birtakım mütegallibenin “devlet” adına hukuksuzluk yapmasının önünün alınamaması, Kemalist düşüncenin berdevam bam teline basılması gibi hususlardan yaka silken kamuoyu, bir değişim ya da dönüşümün peşine düşmüştü.
Türk halkı, 1990’lar boyunca tanıklık ettiği açmazlara karşın mevcut statükonun dışında duran bir politik aktör arayışına başlamıştı. Sistemik politikacıları kafasında eleyen Türk halkı, en yakında İstanbul’da belediye başkanlığı yapan bir siyasî figüre odaklandı.
1990’lı yıllar boyunca gündemin üst sıralarından düşmeyen söz konusu belediye başkanı, görünürde mevcut statükonun doğurduğu krizlerden en fazla zarar gören kişiydi. Askerî vesayet, istikrarsızlık, hukuksuzluk ve demokrasi dışıcılık gibi konulardan sürekli muzdaripti. Üstelik Siyasal İslamcıların anakronik tarih okumalarıyla meydana getirdiği kültürel bir bagajı da vardı.
3 Kasım 2002 ile girilen sürecin temel dinamiği, -büyük oranda- Siyasal İslamcıların çantasında gezdirdiği kültürel meseleler etrafında şekilleniyordu aslında. Bunlar ağırlıkla Türkiye’nin Tanzimat’la devletin güdümünde girdiği modernleşmenin hızına ayak uyduramayan çevrelerin edebiyat mahfillerinde ürettiği tevatürlerden başka bir şey değildi.
Tek partili dönemde dindarlara uygulanan zulümlerden tutun da başörtüsü sorununa kadar aklınıza gelebilecek pek çok klişe, İslamcı çevrelerce muteber kabul edilen edebiyat kalemlerinin yaygın inanış haline gelen söylentilerinden ibaretti. Ne bir tarihsel gerçekliğe dayanıyordu, ne de felsefeye...
Kemalist vesayetle hesaplaşarak, Türkiye’yi hukuk ve demokrasi ülkesine dönüştürme projesi de bunun bir parçasıydı aslına bakarsanız. Bu teze göre Türkiye, Siyasal İslamcıların edebî muhitler aracılığıyla yaydığı kültürel çatışma kodlarıyla Kemalist mirası tahtından etmediği sürece asla demokratikleşemezdi. Türkiye, katiyen hukuk devleti olamazdı.
Kanımca temelde hiçbir zaman hukuk ve demokrasi açısından karnesi “pekiyi” ile dolu olan bir Türkiye düşlemediler. Bu 3 Kasım 2002’nin muktedirleri için sadece bir yakıttı. Ama güçlü bir yakıttı. 3 Kasım 2002’nin muktedirleri, bu yakıtı yirmi seneden fazladır kullanıyorlar.
Türkiye’nin askerî vesayetten, Kemalizmden, çeşitli istikrarsızlıklardan arınarak ulaşacağı söylenen hukuk ve demokrasi neydi peki? Akıllara bu soru gelebilir. Burada iki mühimdinamik devreye giriyor. 3 Kasım 2002’nin muktedirleri, tarihsel süreç içerisinde her daim milletin homojen bir biçimde kendilerini tercih ettiğini değerlendirdiler. Ancak yaygın inanışa göre Kemalist vesayet, Siyasal İslamcıların halkla buluşmasını önlemek amacıyla milletle arasına kalın duvarlar örüyordu. Bu durumda kendileri hukuk ve demokrasi havarisiyken; Kemalist vesayet millet tarafından kabul görmemesine rağmen “zorla” iktidara sahip oluyordu. Oysa Türkiye tam anlamıyla bir hukuk ve demokrasi ülkesi olsa milletin tercihi, gene bu milletin öz evladı olan Siyasal İslamcılardan başkası olamazdı.
3 Kasım 2002’yi doğuran koşullar bütünüyle ortadan kalkmıştır. Siyasal İslamcıların tek partiye politik angajmanı son derece yüksek anakronik göndermelerinin alıcısı yok artık. Uzun bir zaman dilimi öncesinde çözüme kavuşturulan meselelerin altı tekrar yakılınca eskisi kadar gündem yaratmıyor. Çünkü tükenmez sandıkları yakıtları çoktan tükendi.
Söz konusu zihniyet dünyası açısından devreye giren ikinci önemli dinamik belki de daha can alıcıdır. Zira 3 Kasım 2002’nin muktedirleri, ellerindeki iktidar gücüyle beraber hukuk ve demokrasinin önündeki engel olarak gördükleri unsurları saf dışı etmeye başladılar.
Muktedirler, bu noktada büyük bir Kemalizm heyulası görmeye başladırlar. Tarihsel bağlamından saptırılmış, dünya standartlarının çok gerisinde kalan birkaç edebiyat kaleminin derme çatma bir şekilde ürettiği bir Kemalizm idi bu.
Burada niye özellikle Kemalizme yoğunlaşıldığı kafa kurcalayabilir. O da şöyle ki; muktedirlerin kavgalı olduğu temel husus Türkiye’nin geç Osmanlı döneminde girdiği modernleşme patikasıdır. Modernleşmenin hızına yetişemeyen kesimler, giderek geleneksel değerlere daha fazla sarılmıştır. Kemalist dönemde, modernleşme merhalesi artık nirvanaya ulaştığı için Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve tek parti özelinde bir çatışma kampanyası yürütüldü o kadar.
Muktedirlerin zamanla mücadelesi o kadar keskinleşti ki kendi zihniyet dünyalarını mütehakkim kılmak amacıyla modernleştirici aktörlerin filizlendiği kurumların içi boşaltıldı. Esas gaye bir türlü ayak uydurmayı beceremedikleri hızlı modernleşmenin yeniden can suyu bulmasını engellemekti. Çünkü bu fırsat bir kere ele geçerdi. Tanzimat’tan itibaren aynı modernleştirici tabakanın hâkimiyeti söz konusuydu. 3 Kasım 2002’de bir nevi Tanzimat’ın rövanşı alınmıştı. Bütün bu süreçlerde de 1990’ların istikrarsızlık, kaos, çalkantı, hukuksuzluk, askerî vesayet ve Kemalizmle hesaplaşma ikliminden beslenen bir yakıtı kullandılar.
Ellerindeki yakıt o kadar kuvvetliydi ki hiçbir zaman bitmeyeceğini sandılar, tükenmez sandılar. Gelgelelim yakıt bitti.
3 Kasım 2002’yi doğuran koşullar bütünüyle ortadan kalkmıştır. Siyasal İslamcıların tek partiye politik angajmanı son derece yüksek anakronik göndermelerinin alıcısı yok artık. Uzun bir zaman dilimi öncesinde çözüme kavuşturulan meselelerin altı tekrar yakılınca eskisi kadar gündem yaratmıyor. Çünkü tükenmez sandıkları yakıtları çoktan tükendi.
Kuruluş felsefesini, kendisini iktidara taşıyan dinamikleri ve dolayısıyla paradigmasını tüketmiş bir siyasal tabakadan söz ediyoruz. Normal şartlar altında miadını doldurduğu ileri sürebilir. Ancak bugünün muktedirleri, Türkiye’nin en az yüz elli yıllık modernleşme periyoduna tepkinin bir ürünüdür. Kabaca yüz elli sene boyunca modernleşmenin hızına yetişemeyenlerin huzursuzlukları, mevcut muktedirleri güçlü bir dalganın üstüne bindirmişti.
Yunanlı bir yazarın deyimiyle, modernleşmenin katmerlendirdiği huzursuzluklar toplumun bir kesiminin kendisini “İkincilerin Cumhuriyeti’nde” yaşadığını zannetmesine yol açmıştı. Kuvvetli dalganın arkasındaki “sihir” de oydu. Dışlanmışlık, hor görülmüşlük, aşağıda kalmışlık vs…
Şimdi yakıtı çoktan tükenen ikincilerin cumhuriyeti geride bırakılacaksa, aynı ölçüde güçlü bir dalga kaldırmanın vakti gelmiştir.

Yorum Yazın