Hypatia’nın ülkesi, yalnızca geçmişte bir şehir değildi. O ülke, her çağda, her toplumda yeniden inşa edildi. Onu taşlayanlar da her çağda vardı. Ama asıl soru şu: Bu kez hangi taraf kazanacak?
"Gerçeği arayın. Onu körü körüne kabul etmeyin; kendi aklınız ve gözlerinizle görün."
Hypatia
Bir şehir vardı. Bir zamanlar bilginin, aklın ve adaletin ışığıyla aydınlanmıştı. İnsanlar sorular sorar, yönetenler cevap vermek zorunda hissederdi. Adalet, en azından bir ideal olarak varlığını sürdürüyordu. Mahkemeler, gücü elinde tutanların değil, hakikatin peşindeydi. Hukuk, halkın ortak vicdanıydı. Ancak adaletin de bir bedeli vardı.
Sonra, bilginin tehlikeli olduğuna karar verildi. Soru sormak, düzeni bozmakla eşdeğer sayıldı. Adalet, yalnızca belirli kesimler için işleyen bir tiyatro sahnesine dönüştü. Artık mahkemeler, gerçeği arayanları değil, güç sahiplerine meydan okuyanları yargılıyordu. Hukuk, halkın değil, iktidarın bekçisiydi. Eğer hukukun tarafsızlığı ve bağımsızlığı korunabilseydi, belki de bu çöküş engellenebilirdi. Ancak yasalar, kelimelerle oynanarak yeniden yazıldı ve adalet, güç sahiplerinin iradesine teslim oldu.
Halkın İradesi ve Taşlanan Kadın
Hypatia, bir gün öğrencileriyle birlikte evine dönerken durduruldu. Onu izleyen kalabalık, onun kim olduğunu bilmiyor değildi. Tam tersine, çok iyi biliyorlardı. O, yalnızca bir filozof, yalnızca bir bilim insanı değildi. O, bilginin, özgürlüğün ve aklın simgesiydi. Ve simgeler tehlikelidir.
Yönetenler, onun bir tehdit olduğunu ilan etti. Çünkü onun etrafında toplanan insanlar vardı. Sözleri, halkı uyandırıyordu. Onu dinleyenler, yöneticilere “neden” diye soruyordu. Onun varlığı bile, yerleşmiş düzenin sorgulanmasına neden oluyordu. Bu yüzden, onun gitmesi gerekiyordu.
Önce ona iftira attılar. Onun hakkında asılsız hikâyeler yaydılar. "Düzeni bozuyor" dediler. "Tehlikeli biri" dediler. "Hak ettiğini bulacak" dediler. Onun bir filozof, bir bilim insanı olduğu unutulsun istediler. Ardından, onu yalnızlaştırdılar. Destekçilerini susturdular. Ve sonra, taşlar atılmaya başlandı.
Halk, bu taşları atan ellerin kendisine ait olup olmadığını sorgulamadı. Bir zamanlar onun etrafında toplananlar, onun öldürülüşünü sessizce izledi. Çünkü kalabalık, her zaman güçlünün tarafına meyillidir. Eğer halk, sessizliği kırmayı başarabilseydi, belki de bu trajedi engellenebilirdi. Ancak sessizlik, bir rıza göstergesi haline geldi.
Ve sonra, şehir sessizleşti.
Hukukun ve Adaletin Çöküşü
Hypatia’nın öldürülmesi, yalnızca birkaç fanatiğin eseri değildi. O, bizzat yönetenler tarafından yalnızlaştırıldı, hedef gösterildi, suçlu ilan edildi. Çünkü halkın gözünde “tehlikeli” biri haline getirilirse, onu susturmak kolay olacaktı.
Sonra mahkemeler değişti. Yönetenler, yargıçları kendi seçmeye başladı. Yasalar, kelimelerle oynanarak yeniden yazıldı. Artık adalet, güç sahiplerinin iradesine teslim olmuş bir bürokrasi mekanizmasıydı. Birine suçlu demek için mahkemelere bile ihtiyaç duyulmadı. İftira, delilin yerine geçti. Kim cezalandırılmalı, kim korunmalı—bütün bunlara bir avuç insan karar verdi.
Hukuk, iktidarın elinde bir araç haline geldi ve adalet, yalnızca güçlünün çıkarına hizmet eden bir gölgeye dönüştü.
Ve halk, bütün bunları izledi.
Sokrates bir zamanlar, “Adalet, güçlü olanın çıkarıdır” demişti. Şimdi adalet, yalnızca iktidarın dilediğinde uzattığı, dilediğinde yok ettiği bir gölgeye dönüşmüştü.
Ama tarihin gösterdiği bir şey vardı: Hukuk yok olduğunda, hiçbir şey sonsuza kadar ayakta kalamazdı.
Ama bu kez bir şey değişti. Çünkü halkın içinde, taş atmayı reddedenler vardı. Sessizliği kabul etmeyenler, hukukun bir gün herkese lazım olacağını bilenler, kalabalığın içinde durup "neden?" diye soranlar… Eğer toplum, bilinçlenmeyi ve sorgulamayı bir erdem haline getirebilirse, belki de adalet yeniden inşa edilebilirdi.
Ahlak, Siyaset ve Halkın Sessizliği
Ahlak, yalnızca bireysel bir erdem değil, bir toplumun vicdanıdır. Ama ahlak, yönetenlerin elinde bir silaha dönüştüğünde, toplumu kontrol etmek için kullanılan bir araç haline gelir.
Hypatia’nın öldürülmesini haklı göstermek için onun “ahlaka aykırı” olduğu söylendi. "Düzene karşı geldiği" söylendi. "Halkı yanlış yönlendirdiği" söylendi.
Ama ahlak, yalnızca yönetenlerin belirlediği bir şey midir? Eğer ahlak, her dönemde güç sahiplerinin tanımladığı bir olguysa, o zaman bir gün doğru olan, ertesi gün yanlış olabilir mi? Eğer toplum, ahlakı evrensel ilkelerle değil de iktidarın söylemleriyle tanımlarsa, adalet ve özgürlük her zaman tehdit altında kalır.
Güç sahipleri, halkın iradesine saldırdı. Ama bunu bir zorbalıkla değil, kitlelerin sessiz rızasıyla yaptı. Çünkü biliyorlardı ki, bir toplumu yönetmenin en etkili yolu, ona zulmü normalleştirmekti.
Ve halk, yine bütün bunları izledi.
Zamanın Aynasında Bir Ülke
"Sorgulamaktan asla vazgeçmeyin. Aklınızı kullanın, çünkü sorgulamayan bir zihin, ölü bir zihin gibidir."
Hypatia
Sonra, bir gün şehirde biri "adalet" dedi.
Önce onu susturmaya çalıştılar. Sonra ona iftira attılar. Ardından yalnızlaştırdılar. Onun hakkında söylentiler yaydılar. “Düzene tehdit” dediler. “Tehlikeli biri” dediler. “Hak ettiğini bulacak” dediler.
Taşlar atılmaya başlandı.
Ama bu kez bir şey değişti. Çünkü halkın içinde, taş atmayı reddedenler vardı. Sessizliği kabul etmeyenler, hukukun bir gün herkese lazım olacağını bilenler, kalabalığın içinde durup "neden?" diye soranlar… Eğer toplum, bilinçlenmeyi ve sorgulamayı bir erdem haline getirebilirse, belki de adalet yeniden inşa edilebilirdi.
Hypatia’nın ülkesi, yalnızca geçmişte bir şehir değildi. O ülke, her çağda, her toplumda yeniden inşa edildi. Onu taşlayanlar da her çağda vardı. Ama asıl soru şu:
"Bu kez hangi taraf kazanacak?"

Yorum Yazın