“Cumhuriyet” mefhumunun, demokrasi ve liberalizm gibi temel bazı politik değerler ve rejimlerle yer değiştirerek kullanılması hususu; toplumsal tahayyülde bulanıklık yaratılmasına sebep olmakta ve bu da cumhuriyetin politik dil ve söylemdeki kullanışını aşındırmış bulunmaktadır.
Cumhuriyetimiz 100. yaşını idrak ediyor, bu yeni yaş dönümünde, toplumsal tahayyülde bir fikir olarak edindiği yeri değerlendirmek; hem geleceğinin vaat ettiği eğilimleri saptamak hem bugüne taşıdığı sorunları görmek açısından önemli.
Her şeyden önce, “cumhuriyet” mefhumunun, demokrasi ve liberalizm gibi temel bazı politik değerler ve rejimlerle yer değiştirerek kullanılması hususu; toplumsal tahayyülde bulanıklık yaratılmasına sebep olmakta ve bu da cumhuriyetin politik dil ve söylemdeki kullanışını aşındırmış bulunmaktadır. Bu itibarla, cumhuriyet mefhumunun anlamı üzerinde yeniden durmakta ve o anlam çerçevesinde hangi meselelerin önem arz ettiğini yeniden düşünmekte fayda vardır.
CUMHURİYET FİKRİNİN KÖKLERİNE DAİR…
Klasik tanımında cumhuriyet, monarşinin karşıtı olan bir hükümet şekli anlamına gelir. Bir hükümet şeklinin monarşi karşıtı olması, o hükümetin unsuru olduğu devletin, herhangi bir kişinin, grubun mülkü addedilmemesidir. Romalı siyaset düşünürü Cicero, bu bağlamda, “cumhuriyet halka ait olandır” (“res publica res populi”) şeklinde literatüre hediye ettiği tanımla; hem cumhuriyet mefhumunun (res publica) kökenindeki “herkes” anlamının içerdiği eşitliğe işaret etmiş hem rejimin herkesi kapsadığı ölçüde meşru görülebileceğine dair bir telakkiyi zihinlere yerleştirmiştir.
Dolayısıyla, Roma siyaset düşüncesinde “herkes”i tanımlamadaki ayırıcı unsur, Natio (doğum yeri ve bu yeri etnisiteye ve dile bağlayan bir kimlik) değil, Patria (politik yasal/anayasal bağ) idi. Bir başka deyişle, Roma cumhuriyet mefhumu, herkesi ayırt eden ve herkesi “herkes” yapan unsur olarak yasayı esas almaktaydı. Yasa, insanları hem eşitleyen, ama aynı zamanda, farklılıklarının birbiri üzerinde tahakküm kurmalarını önleyen bir işlevselliğe sahipti. Bir Romalı yurttaşı özgür kılan da zaten o işlevsellikti: yasalara tâbi olduğu ölçüde kendini özgür hissetmek, yasasızlığın olduğu durumlarda özgürlüğünün elinden alınacağını düşünmek. Çünkü, Romalı için yasa, düşünmeye ve eylemeye engel oluşturmak için değil, onların önündeki engelleri kaldırmak, ortak çıkarı ve adaleti güvence altına almak için düşünülmüş mekanizmalar sayılırdı.
Fakat, çok daha sonraları, özellikle 1789 Fransız Devrimi’nin yarattığı politik etki ve fikriyat, Roma cumhuriyet mefhumunu bastırdı. Jean-Jacques Rousseau, halkın kararının her zaman doğru olamayacağına dair bir politik endişenin peşinden gidip, kendince rasyonel bir sınırlamaya başvurarak, halk egemenliğini “genel irade” gibi muğlak bir kavrama tahvil etti. Çünkü Rousseau, genel iradeyi bireysel iradelerin toplamından başka bir şey olarak görmekteydi. Gerçekte Rousseau, temsil fikrine karşı olmasına rağmen; bu muğlaklıktan toplumun kendisi için uygun olan “ortak iyi”ye doğru karar veremeyebileceği halinin, son tahlilde, o kararın, toplumun iradesini temsil eden “aydınlanmış” kişilerce alınmasını zorunlu ve meşru gören bir anlayışın geliştirilmesi zor olmadı. Dolayısıyla, bu doğrultuda, “genel irade” (Volonté générale), sanıldığı gibi çoğunluğun iradesi anlamında kullanılmamış; tersine, çoğunluğun yetersizliği ihtimali gözetilerek, söz konusu yetersizliği telafi edici seçkinci-otoriter bir meta-temsil şeklinde formüle edilmiştir.
Cumhuriyetçilik, genel olarak, yasa aracılığıyla yapılan müdahaleye yurttaşların birbirleri üzerinde tahakküm kurmalarını önleyici amaçla başvurur; fakat, esas itibarıyla, o müdahalenin keyfi olmamasına da azami dikkati gösterir.
CUMHURİYETÇİLİKLE ELİTİZM ARASINDA…
Böyle bir yoldan ilerlendiğinde, ister istemez, şu anlayışa da varılmıştır: “Cumhuriyet, monarşi karşıtı bir hükümet şekli ise; monarşi/saltanat yoksa, kim?” sorusunun cevabı “halkı temsil eden” bir kişi, grup, parti olmuştur. Böyle bir anlayışın bazen örtük, bazen açık dile getirilen varsayımı ise “yetersiz”, “yanlış yapmakla malûl”, neticede “olgunlaşmamış” bir halk mefhumu olmuştur. Halkı olgunlaştırma (onu “yeterli hale getirme”, ona “doğruları gösterme”, onu “aydınlatma”) elit tabaka tarafından bir “tarihsel görev” olarak üstlenilince; bu görevi hakkıyla yerine getirmenin en önemli aracı olarak yasaya başvurulmuştur; ama Roma cumhuriyetçiliğinin yaptığı gibi özgürleştirici saikle değil, bir meta-temsil altında halkı nizama sokmak amacıyla. Bu ise kanun devletinin veya yasanın intizam sağlayıcı işleve indirgenmesinde gözetmen olarak yargı erkinin ve onu kullananların meta-temsil öznesi olarak ortaya çıkmasını, son tahlilde yargının siyasetin yerini almasını sağlamıştır.
Bu çerçeve dahilinde cumhuriyetçiliğin kalbi olan yurttaşlık, nominal olarak zuhur etmiş, fakat ontolojik olarak gerçekleşmemiştir. Çünkü, “yurttaş” tanımının sınırı, sadece sorumlu tutulmakla başlamış ve onunla bitmiş; yurttaşlar arasındaki ilişkiyi belirleyen, sadakat, ödev, itaat, dayanışma, fedakârlık... gibi siyaset öncesi ilk(s)el (primordial) bağlar belirleyici gücünü sürdürmüştür. Bu doğrultuda da yasa(lar) aracılığıyla topluma nizam vermek üzere yapılan müdahaleler keyfi nitelik kazanabilmiştir. Oysa, cumhuriyetçilik, genel olarak, yasa aracılığıyla yapılan müdahaleye yurttaşların birbirleri üzerinde tahakküm kurmalarını önleyici amaçla başvurur; fakat, esas itibarıyla, o müdahalenin keyfi olmamasına da azami dikkati gösterir. Bu sebepledir ki, çağdaş cumhuriyetçi düşüncede cumhuriyetin tanımı, siyaset filozofu Philip Pettit'in yaptığı gibi, “tahakkümsüzlük olarak özgürlük”tür.
Cumhuriyetçilik, bazı değerler ve ilkeler açısından yakınlık gösterdiği hem demokrasinin hem liberalizmin, “tahakkümsüzlük olarak özgürlük” tesisinde destek olabilecek unsurlarını içselleştirmelidir.
TAHAKKÜMSÜZ ÖZGÜRLÜK
Cumhuriyetçiliğin kalbi olarak yurttaşlığın sağlıklı çalışması şartının “tahakkümsüz” bir özgürlük anlayışı olduğu hususu son derece önemlidir. Bununla beraber, yurttaşlığın, toplum bireyleri arasındaki farklılığı düzleştirdiği, onların üstünü örttüğü gibi bir itiraz söz konusudur. Fakat, bu itirazda gözden kaçan husus, farklılıklardan doğabilecek bir imtiyaz arzusunu, dolayısıyla toplum kesimlerinin birbirleri üzerinde kurabilecekleri tahakküm olasılığını izâle etmede en etkili çarenin, gene de yurttaşlık mefhumu olduğudur: Yurttaş, siyaset öncesi ilk(s)el bağların, politik ilişkiler içinde ve vasıtasıyla imtiyaza dönüşebilecek, dolayısıyla tahakküme sebep olabilecek durumların, özgürlüğün en gerekli temelini teşkil eden yasa(lar) vasıtasıyla “tehdit” olmaktan men edilmesini sağlar. Şüphesiz, bunun için, farklılığın kısıtlanması değil, tahakkümün bertaraf edilmesi gerekir. Bu ise ancak hem farklılıkların yaşanmasının önündeki engellerin temizlenmesi, hem farklılıklar içindeki tekil çeşitlenmelerin boğulmamasıyla mümkündür. Bir başka deyişle, cumhuriyetçilik, bazı değerler ve ilkeler açısından yakınlık gösterdiği hem demokrasinin hem liberalizmin, “tahakkümsüzlük olarak özgürlük” tesisinde destek olabilecek unsurlarını içselleştirmelidir.
Bu bakımdan, özgürlük söz konusu olduğunda; müdahalesizliği esas alan liberalizm; başkasının empozesini reddederek, kendi kaderini kendisinin tayin ettiği bir birey tiplemesine dayanan demokrasi ile bir kişinin/grubun keyfi iradesine tâbi olmamanın vücut verdiği cumhuriyetçiliğin kesişmesi zorunludur.Bu bakımdan, bir “idea” olarak cumhuriyetin ve demokrasinin, “siyasi pratik” olarak yansımaları arasındaki boşluğun, özellikle Türkiye’de politik hayatın önemli bir problematiği olduğu söylenebilir. Söz konusu boşluk, “halk egemenliği” kavramlaştırmasında kendini gösterir. Demokrasi teorisyeni Giovanni Sartori, “Halkın egemenliği kimin üzerinde uygulanacaktır?” gibi önemli bir soru sorarak politik pratikte bahsedilen boşluğun alacağı mahiyete işaret ederek şöyle demiştir: “Halk egemenliğinin nesneleri, yöneldiği kimseler kimlerdir?” diye sorduğumuzda, formül tamamlandığı zaman, ondan şöyle bir anlam çıkar: “(…) Halkın halk üzerindeki iktidarı. Ama o zaman sorun tamamen farklı, ters bir yöne döner; çünkü bu formül iktidarın yalnızca yukarıya doğru çıkışını değil, aşağıya doğru inişini de içine almaktadır. Eğer, bu iki-yönlü süreç içinde, halk, denetimini yitirecek olursa, o vakit halk üzerindeki egemenliğin halkın egemenliği ile hiçbir ilgisinin kalmaması tehlikesi belirir.”
Sartori’nin belirttiği bu hususun, aslında modern politikanın ontolojik boşluğu olduğunu söylememiz gerekir. Politik bir kategori olarak halkın tahayyülî (imaginative) bütünlüğü, onun çoğulluğunu, çeşitliliğini, farklılığını gizler; ama, paradoksal olarak, halkı hem parça hem bütün olarak konumlandırır. Oysa, halk, pratikte politik bir özne olarak, değişik biçimlerde ve kısmî olarak belirir. Politika teorisyeni, Pierre Rosanvallon’un dikkatimizi çektiği üzere; seçimlerde oy sayısı olarak beliren halk (“aritmetik halk”) ile sosyal çekişmelerden kaynaklanan taleplerde ifadesini bulan (“sosyal halk”) aynı değildir; rastlantıların bir araya getirdiği kalabalık olarak halk (“rastlantısal halk”) ile hukuk, sosyal sözleşme ve anayasanın temsilî vücut bulmuş şekli olarak halkın (“prensip olarak halk”) aynı olmadığı gibi.
Demokrasi farklılığı/çeşitliliği teşvik ederken, yani sosyal entegrasyonun altını oyarken; cumhuriyetçilik, sosyal entegrasyonun ve siyasi birliğin sağlanmasını nasıl gerçekleştirecektir? Cumhuriyet ve demokrasinin farklı politik mantıklarını ortaya çıkaran nokta, tam da bu soruda gizlidir.
DEMOKRASİ VERSUS CUMHURİYET
Halkın, bu fenomenolojik tezahürünün bazıları, son tahlilde, cumhuriyet ile demokrasinin yer değiştirmesine (bazı durumlarda özdeş, bazı durumlarda karşıt konumlar kazanmasına) yol açabilecek bir husustur. “Oy sayısı” olarak halkın, iktidarın tek sahibi ve meşruiyet kaynağı sayılması cumhuriyetçiliğin ruhunu zedeleyen bir duruma, ama demokrasinin gerçekleşmesi olarak algılanmasına da yol açar ki bu, çoğunlukçuluk dediğimiz bir politik anlayışa karşılık gelir. Sosyal çatışmanın öznesi biçimdeki halk ise uzlaşma/müzakere olanağını zedeleyen bir işleyişle eş anlamlı görülme olasılığını barındırır ki bu da demokrasi gibi gözükerek neticede cumhuriyetçiliğin altını oyabilir. Kalabalık olarak halkın tezahür biçimi ise tekil bir olaydan hareketle kısmî olanı gene çoğunlukçuluğa açık bir genelleştirmeye imkân sağlar.
Aslında, bütün bunların iki farklı politik mantık çatışması olduğu gayet açıktır ve temel mesele şudur: Demokrasi farklılığı/çeşitliliği teşvik ederken, yani sosyal entegrasyonun altını oyarken; cumhuriyetçilik, sosyal entegrasyonun ve siyasi birliğin sağlanmasını nasıl gerçekleştirecektir? Cumhuriyet ve demokrasinin farklı politik mantıklarını ortaya çıkaran nokta, tam da bu soruda gizlidir. Dolayısıyla, demokratik süreçte yenilenmiş mekanizmaların ortaya çıkardığı süreli bir politik irade söz konusudur ve bu devlet iktidarının sahiplenilmesine engel bir etkiye sahiptir. Toplumun, beliren bu tür bir irade aracılığı ile devlete nüfuz ettiği oranda politik iktidar mutlak olmaktan çıkar. Aksi takdirde, demokrasiye indirgenmiş bir cumhuriyetten söz edilebilir Bu sonuçtan kurtulmanın yolu ise, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını birbirine indirgemek olmadığı gibi; birbirine karşıt konuma da sokmamaktır.
Sonuç olarak, cumhuriyetçiliğin dayandığı politik mantık olan devletin topluma hâkim olması ile eş anlamlı bir politik irade oluşturması sürecini; Jürgen Habermas’ın vurguladığı gibi; toplum kesimleri arasındaki eşit haklı bir arada varoluşu hukuken garanti eden, kamusal iletişim süreci ile dengelemek zorunluluğu vardır. Böylece, cumhuriyet ve demokrasi arasında bir karşıtlık ile ikisini birbirine indirgeme girişimi de anlamsızlaşır. 100 yaşını idrak eden Cumhuriyetimizin önünde duran ve aşılması gereken temel meselelerden biridir bu.
---
Bu yazı geçtiğimiz yıl Cumhuriyetin 100.yılı dosyasında yayımlanmıştır
Yorum Yazın