Bir gün bu ülke varlığını sürdürebilmek için demokrasiyle buluşacak. O güne dek demokrasisi olmayan bir cumhuriyetle yürüyeceğiz. Bazen askerler, bazen dinciler ama daima birileri halkın parasını keyfince kullanıp, halkı baskıyla korkutacak. Sonunda gittikçe büyüyen yoksulluk ve açlık dayanılmaz hale gelecek. İşte o zaman tek çarenin demokrasi olduğunu, bu ülkedeki herkes hep birlikte görecek.
Kemalist Cumhuriyet’in demokratikleşmesi gerektiğini, “İkinci Cumhuriyet” başlığı altında 1991 yılı başında önermiştim.
Tam 32 yıl olmuş.
***
Cumhuriyet’in 100. yılını geride bırakıyoruz.
Demokratikleşemeyince, Cumhuriyet askeri vesayetten sivil vesayete yatay geçiş yaptı. 4O yıldır güya “sivil siyaset”in 12 Eylül rejiminden hiç rahatsız olmayıp, askeri cuntanın kurumlarını sahiplenmesi de siyasal İslamcı baskı döneminin işini kolaylaştırdı.
Örneğin YÖK buna güzel bir örnek…
Örneğin 40 yıldır duran Siyasi Partiler Yasası güzel bir örnek…
Bizim “sivil” siyaset ile askeri rejim dönemleri arasında özünde pek de bir fark yok gibi duruyor.
***
Günlük yaşamın ekonomiden yargıya çürüdüğü ve yürümediği bir cehennem ortamında kavrulan bizler açısından Cumhuriyet’in 100. yılında teorik bir katkı ne olabilir?
Belki de Cumhuriyet’in neden demokratikleşemediğini tartışmak ya da ta eskilerde yapılan tartışmaları yeniden anımsatmak…
***
1992 yılında Türkiye Gündemi dergisine yazdığım “İkinci Cumhuriyet Nedir, Ne Değildir?” başlıklı makalede Cumhuriyet’in neden demokratikleşmesi gerektiğini anlatmaya çalışmıştım:
“Cumhuriyet, ‘halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi’ olarak tanımlanıyor.
Ne var ki, ‘halkın egemenliği’ demokrasi olmadan sağlanmıyor. Ve pekişmiyor.
1923 Cumhuriyet’i de gerçek bir halk egemenliğinin oluşmasını sağlayacak olan ‘demokratik’ özden kopuk olarak ilân ediliyor.
Pratik yararı, Osmanlı Hanedanı’nın elinden iktidarı almak oluyor. Saltanat, babadan oğula geçemiyor. Osmanlı sülâlesinin tekelinden çıkıyor.
Ama halka da yar olmuyor. Çünkü, Cumhuriyet ‘tek adam’ ve ‘tek parti’ yönetimine dayalı bir diktatoryaya dönüşüyor. Halka, Cumhuriyet Halk Fırkası dışında bir partiye oy vermek hakkı tanınmıyor. Çoğulcu bir seçim hakkından yoksun bırakılıyor.
Zaten, ‘devlet kuran parti’ olarak nitelenen Cumhuriyet Halk Fırkası’nın da ideolojisini oluşturan ‘altı ok’da demokrasi yok. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ve laiklik var ama ‘demokrasi’ yok.
Cumhuriyet, demokrasi ile beslenmediği zaman sadece iktidar savaşında ‘siyasal’ bir manevra olarak kalıyor. Nitekim, 1923’de de iktidar genelde askerlerin elinde, özelde de Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında toplanıyor. Osmanlı’nın tekelinden çıkıyor.
Demokratik bir cumhuriyet kurulabilseydi, çoğulcu bir rejime kavuşulacak, halkın devleti denetleyen egemenliği doğacaktı.
Yetmiş yıla yakın bir süreyi, demokratik nitelikten uzak bir anlayışın etkilemiş olması cumhuriyetimizin doğuşundaki bu eksiklikten kaynaklanıyor. Devlet yeniden belirlenirken demokrasiden nasibini alamıyor. Askeri nitelikleri ağır basan, Osmanlı’nın yönetim mirasını içinde barındıran bir devlet yapısı oluşuyor.
Bürokrasi, Osmanlı Hanedanlığı’nın elindeki sarayın yerini almış, padişahın egemenliğini ikame etmiştir. O nedenle, bizim cumhuriyetimizi, sadece siyaseten değil, ekonomik olarak da incelemek, birinin diğerine nasıl tutamak yapıldığını görmek gerekir.
Bu ikili sarmal, birbirini payandalayarak, hem rejimin özelliğini oluşturmuş hem de egemenliğinin rahatça sürdürülmesini, kendini yeniden üretmesini sağlamıştır.
Bugün, ‘İkinci Cumhuriyet’ tartışmalarında da sürekli ve bazen de kasıtlı ihmal edilen en önemli noktalardan biri budur. Demokratik ve çoğulcu bir toplumu oluşturmanın temel şartı, bizim devletin elindeki ekonomik egemenliğe öncelikle son vermek, onu sistemin tek belirleyicisi olmaktan çıkarmaktır. Ekonominin vanalarını elinde tutan ve geleneksel anlayışı itibariyle de bunu bırakmak istemeyen asker-sivil bürokrasi, bu nedenle ‘devletin küçültülmesi’ önerisine iyi bakmamaktadır.
Ekonomik egemenliğine son verilmedikçe, devletin yasakçı kural koyuculuğu da sona ermeyecektir tabii ki…
1923 rejimi, hükümet programlarında ‘Kemalist Rejim’ olarak niteleniyor.
1923 Cumhuriyeti, 1937 yılında hâlâ ‘Kemalist rejim’ olarak anılmaktadır.
Bu ‘tek adam’ anlayışı, sistemin kendini denetleyerek özgürleştirme şansını azaltmıştır. Her türlü özgür düşünce, sistemin dışına çıkarılmıştır. Rejimin sahibi ‘ordu’ olduğu için, bu, Atatürk’ün ölümünden sonra da, rejimin bir gereği olarak devam edegeldi.
Nitekim, Türkiye’nin kısa ‘demokrasi’ tarihine üç darbe sığdı.
Kromozomlarındaki nitelikleri araştıramayan ve buradaki zafiyetleri gideremeyen bir toplum olarak kaldık.
‘İkinci Cumhuriyet’ kavramının önemli özelliklerinden biri, 1923 Cumhuriyeti’nin ‘saydam’ olmamasının altını çizmek için ‘İkinci’ sıfatını kullanmasıdır. Yeni ve saydam bir özeleştiri imkânını toplumun kendi kendine tanımasını sağlamak amacıyla, ‘İkinci Cumhuriyet’ denmektir.
Çünkü ‘birincisinin’ asli sahibi ordu olmuş ve toplumsal özeleştiriyi iyi gözle görmemiştir.
Bu, ta 1924’ten gelen ‘kötü bir huy’dur. Anti-demokratik bir göz korkutma bizim ‘siyaset geleneğimize’ saklanmış ve çarpıklıkların ‘eleştirilerek’ yok edilmesine hiçbir zaman ‘yeşil’ ışık yakılmamıştır.
Sistemin, ‘eleştirisine’ nasıl baktığını, şu satırlardan izleyebiliriz:
‘1924'ten sonra Kemalist grup gittikçe daha sekter biçimde davranarak önce eski İttihatçıları tecrit etmeye daha sonra da Mustafa Kemal’in muhtemel rakiplerini pasif konumlara itmeye girişti.
Bu girişim iki aşamada tamamlandı: 1924’te, Meclis'te Mustafa Kemal’in kişisel yetkisini denetlemeyi ve sınırlamayı, tek başına iktidar olma eğilimini önlemeyi amaçlayan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştu. Bu parti, kuvvetler ayrılığı ve Meclis’in hükümet üzerindeki kontrolünün artmasını savunuyor. İstiklal Mahkemeleri’nin temsil ettiği keyfi yargı yetkisine son verilmesini istiyordu. Kemalist kanat, Kürt isyanını fırsat bilerek bu partiyi kapattı ve milliyetçi hareketin eski kahramanları olan önde gelen üyelerini yargı önüne çıkardı.
1926’da Mustafa Kemal’i hedef alan bir suikast teşebbüsü, hâkim kanat karşısında hâlâ bir tehlike oluşturdukları düşünülen İttihatçıları içine alan bir fesat senaryosunun sahneye konulmasına imkân verdi. Yargılamalar sonucu önde gelen İttihatçıların bazıları asıldı, beraat edenler ise Mustafa Kemal’in ölümüne kadar siyasal hayatı terk etti.
Böylece, İttihatçılardan Kemalist gruba girmemiş olanlar tasfiye edildi. 1927’de de, potansiyel rakiplerden bir grup daha sürgüne gönderildi ve bunlar kişisel olarak bağışlanmadıkları sürece ülkeye dönemedi. Kemalist kanat kendini, ancak 1929’da bu baskıları mümkün kılan Takrir-i Sükun Kanunu’nu askıya almaya yetecek kadar ölçüde güçlü hissetti.
(Çağlar Keyder, a.g. e., s. 71).
Bugün de siyasal rejimimiz, 1923 dönemini incelemeye imkân vermemekte. Örneğin, Franco İspanya’sında bile rastlanmayacak türden kararlar, mahkûmiyet gerekçelerinde yer alabilmektedir. Bunlardan bir tanesi, Mustafa Kemal’in ‘insan üstü özelliklerini’ zapta geçirip, dönemin sorgulamasını yapmak isteyenleri hapse mahkûm edebilmektedir.
Rejim, eski zamanlarını giderip, demokratik kanallardan yararlanarak saydamlaşıp, çağa uyum sağlama imkânlarını reddetmektedir. Anti-demokratik bir ‘miras’ hâlâ demokratik özelliklere ısınmadan yoluna devam ediyor.
Cumhuriyet'i ‘bürokrasinin’ değil, halkın cumhuriyeti haline getirebilmek için demokratikleştirerek değiştirme önerisine ‘İkinci Cumhuriyet’ denmektedir.
Bunun Fransa ile alâkası olmayıp Cumhuriyet’in askeri yapısıyla ‘ilişik kesme’ anlamına ‘ikinci’ olarak tanımlanmaktadır.
***
Siyasal Egemenlik Ekonomik Egemenlik
1923’ten bu yana neredeyse yetmiş yıl geçti. Ama hiçbir sisteme dahil edilemeyen ‘bürokratik ekonomik yapı’ ile aldığımız yol pek de doyurucu değil.
Rejimin ‘bürokratik’ yapısını vurgulamak için, bir siyasal örnek verebiliriz.
1923, hem Komünist Parti Genel Sekreteri Mustafa Suphi’yi Trabzon’da boğdurtmuş, hem de liberal Maliye Nazırı Cavid Bey’i İzmir Suikasti nedeniyle astırtmıştır.
Kemalist rejimin hem komünizme hem liberalizme ‘aynı anda’ karşı olması, onun hiçbir sistemden yana olmaması ve iki kutup olan liberalizmle, komünizmi kendine ‘eşit uzaklıkta’ tehlikeli bulması, bizdeki, bize özgü ‘bürokratik ekonomik’ yapının ilginç bir ispatıdır.
(…)
1923’ün ‘demokratik ve üretken’ olmayan yapısı, ekonomide ve siyasette demokratik kanalları tıkamasından kaynaklanıyor. İkinci Cumhuriyet, bu özelliği gidermek ve dönüştürmek amacıyla ‘ikinci’ sıfatını kullanıyor. Çünkü bu zaafın giderilmesi, aynı zamanda 1923 Cumhuriyeti'nin kendine has özelliğinin de sonu demek olur.
Bu geri kalmış yapı içinde halkın ne ekonomik ne de siyasal egemenliği kökleşmekte, suni ve havada kalmaktadır.
Vergi verenler, vergilerinin ‘nereye harcandığını’ denetleyecek durumda değildir. Çünkü bizdeki ‘devletçi ekonomik’ anlayış, zaman içinde iyice yozlaşarak, bir ‘soygun sistemine’ dönüştü.
Bunun temel ayakları şöyle:
1. Devlet Bakanları, 2. KİT'ler, 3. Teşvikler, 4. Gümrük fonları, 5. Bakanlıklarla iç içe çalışan özel vakıflar.
Türkiye’deki her türlü yolsuzluğu bu çember besleyerek, azdırmaktadır. Hiçbir siyasetçi ve siyasal kuruluş bugüne kadar bu ‘soygun sisteminin’ temelini bertaraf etmedi.
(…)
Halk, bu sistemi delerek, ödediği vergilere sahip çıkamıyor. Verilen vergileri ‘çarçur’ eden bu anlayışı mahkûm edemiyor. Kısaca, ‘devletin kendisine hizmet etmesini’ sağlamak için verdiği vergileri halk kontrol edememekte.
Bu, bizim cumhuriyette ‘halkın ekonomik egemenliğinin’ olmadığını gözler önüne seriyor. Bu sistem devam ettikçe de bunun mümkün olamayacağı iyice belli oluyor.
Halkımız, 1923 Cumhuriyeti’nin ekonomik rejiminin bugünkü dejeneransı nedeniyle ‘ekonomik egemenlikten’ uzak yaşıyor.
Siyasal egemenlikten de kolayca söz edilemeyecektir.
(…)
Ülkemizde şüphe uyandıran hiçbir iddia, eğer üniformalıları ilgilendiriyorsa, sorgulanmadı. Yargılanmadı. Sonuca ulaştırılmadı.
Ne 1 Mayıs katliamı ne askeri darbeler ne Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe Cezaevi’nden kaçması ne Lockhead Rüşvet Skandalı ne Gladio.
Bu ‘üniformalı’ sorulara, Türk demokrasisi cevap getiremedi. Bunları aydınlatmadı.
Halk egemenliğinin [K]abesi sayılan ‘parlamento’, egemenliğini kanıtlayamadı.
Halk oy verdiği temsilcileri vasıtasıyla, devlet aygıtının içinde olup bitenleri de deşemedi. Yani kısaca, siyasal egemenliğini kullanamadı.
Verdiği vergiyi ve verdiği oyu denetleyemeyen bir topluluğa, cumhuriyet rejiminde yaşamak fazla bir anlam ifade etmese gerek. Çünkü böyle bir rejim anlayışı Saddam’ın ülkesinde de Hafız Esad’ın Suriye’sinde de var.
Oralar da cumhuriyet ama halkın egemenliğinden söz edilemiyor. Demokrasiden kopuk bir cumhuriyet sadece iktidar kavgalarına yardımcı oluyor. Ama halkı egemen kılamıyor.
Nasıl Yapmalı?
Türkiye’nin bu zaafiyetlerini gidermenin yolu temel atılımdan geçiyor.
Bunların başında, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması geliyor. Ekonomik patronluğu sona eren devletin, ceberrut yaklaşımı da kuvvetsiz kalır.
İkincisi, parlamentoyu daha canlı ve doğal hale getirerek, rejimi üzerindeki askeri gölgeyi silmek. Üniformalıların ‘hukuka üstünlüğü’ varmış gibi duran eşitsizliği gidermek.
Bu tedbirler, ekonominin kontrolünü halka verecek, egemenliği de seçilmişlerin ardındaki halka iade edecek. Hem üretkenliğin hem demokrasinin kapısı açılmış olacak.
Bu iki girişimin önündeki engel, hâlâ kendini sorgulatmayan, saydamlığı tabularla boğmaya çalışan devlet yapısıdır. Onu demokratikleştirip, elindeki para gücünü halka verirsek, bu, ‘İkinci Cumhuriyet’ sayılır.
Ekonomik güç dağılımı bugünkü durumda kaldıkça, devletin yapısını çağdaşlaştırmak da, demokratikleştirmek de olanaklı değil.
Onun için, işlerin süreç içinde düzeleceğini beklemek iyimserlik olur.
Buna ömrünün yetmeyeceğini bilenler, daha hızlı ve gerekli bir değişimi benimsiyorlarsa, bu da ‘İkinci Cumhuriyet’tir. Eski geleneklerimizdeki ‘anti demokratik’ gölgeleri temizlemeden, önümüzü açamayız.”
(İkinci Cumhuriyet Nedir, Ne Değildir? Mehmet Altan - 1992
Künye - Mehmet Altan, TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ, Üç aylık fikir ve kültür dergisi, Sayı: 20 Güz 1992, Güz Gündemi / Cumhuriyet Tartışmaları )
***
İkinci Cumhuriyet, “Askeri vesayeti” geride bırakıp AB standartlarında bir demokrasi talep ederken, 2011 yılından itibaren AKP gözünü kırpmadan kendi programına ihanet etme sürecinde yürümekte karar kıldı.
Planlı programlı bu yeni sürecin en açık ve önemli itirafı, 2013 yılında dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu’dan gelmişti:
“(…) Diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.
Gerçekten de “inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek” kabullenilecek gibi değildi... 17-25 Aralık Dönemi’ne de bu ortamda gelindi.
Üç yıl sonra Türkiye bu kez de hala tam aydınlatılmamış karanlık ve kanlı bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı…
Demokrasiden böyle süratle uzaklaşılmasına şüpheyle bakan insanları hedef gösterip, bu dalkavukluk yarışından nemalanma gayreti içinde olan bu zavallılar sürüsü, burası yeniden sağlığına kavuştuğunda adalete havale edileceklerini unutarak rezilliklerini sürdürüyor… Sanıyorlar ki bu hukuksuzluk ve çılgınlık sonsuza kadar sürecek.
***
1991 yılında ortaya atılan Cumhuriyet’in demokratikleşmesi hedefi biraz daha uzaklaştı…
1991 yılından 2016’ya gelinmişti…
Ülke AB standartlarında bir demokrasi perspektifinden siyasal İslamcı kabusa gerilemişti.
15 Temmuz’dan tam bir ay sonra, yaşanan kâbusu, yeniden İkinci Cumhuriyet bağlamında analiz etmiştim…
Çünkü bir rejim demokratik değilse her türlü belaya da açık oluyor:
“Türkiye, ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek” başlıklı yazı şöyleydi:
“Korkunç ve kanlı darbe girişiminden bu yana bir ay geçti ama biz hala bu darbe girişiminin siyasal iktidara saat kaçta ve hangi kanallarla iletildiğini öğrenemedik.
Bu bilgiyi bile sağlıklı şekilde öğrenemediğimiz böyle bir ortamda, darbe dönemlerinde dahi rastlanmamış biçimde binlerce insanı kapsayan ve yargı denetiminden geçmeyen sistematik bir kıyım var.
Ayrıca darbe girişiminin ardından bu olaylarla hiç alakası olmayanların da FETÖ’cü suçlamasıyla aynı torbaya konması ve on dört yıllık iktidar döneminin her türlü karanlık işinin faili olarak da bu adresin gösterilmesi, gittikçe daha anlaşılmaz ve trajikomik bir karmaşaya dönüşmüş vaziyette.
Göbels medyası ise ‘fanatik Erdoğan’cı olmayan herkesi ya FETÖ’cü ya darbeci veya her ikisi birden’ tepinişinin en iğrenç versiyonlarını sergileyerek, muhalif sesleri aklınca korkutmaya çabalıyor.
Demokrasiden böyle süratle uzaklaşılmasına şüpheyle bakan insanları hedef gösterip, bu dalkavukluk yarışından nemalanma gayreti içinde olan bu zavallılar sürüsü, burası yeniden sağlığına kavuştuğunda adalete havale edileceklerini unutarak rezilliklerini sürdürüyor…
Sanıyorlar ki bu hukuksuzluk ve çılgınlık sonsuza kadar sürecek.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğünü şiar edinmiş ‘Batı Dünyası’ da bütün bu gelişmeleri hayretle izliyor.
Ama bu dönem de geçecek… Ve Türkiye gerçek huzura kavuşmayı, kalıcı istikrarı, özgürlüğü ve refahı aradığı zaman, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi anlamına ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek.
***
Batı’nın onca insanımızın hayasızca öldürüldüğü 15 Temmuz sonrasındaki gelişmeleri sorgulayan örneklerinden birine Almanya’nın Sesi ‘Deutsche Welle’nin Türkçe sitesinde rastladım.
‘Batı’nın yeni Türkiye kuşkusu’ başlıklı uzun haber yorumun Batı dünyasının endişelerini özetleyen ‘Birinci Cumhuriyet yıkılıyor mu’ başlıklı bölümü şöyleydi:
“Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) Berlin Bürosu Direktörü Josef Janning’e göreyse Türkiye’de ‘Birinci Cumhuriyet’ olarak adlandırılan bir dönem sona eriyor ve Batı’nın kuşkulu ve mesafeli tavrı bundan kaynaklanıyor. Janning, ‘Birinci Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist Türkiye yıkılıyor, İkinci Cumhuriyet’e doğru yol alıyoruz. Belki yeni devlete ‘Erdoğan Cumhuriyeti’ diyeceğiz ve bu tıpkı Kemalist Cumhuriyet’in ilk döneminde olduğu gibi, güçlü devlet yapısı inşa edilmesini hedefleyen otoriter bir sistem olacak’ görüşünü dile getirdi.
Eski yapının bir devrimle yıkılmadığını, aşamalı olarak kurumların bilinçli bir şekilde zayıflatılarak yerinden söküldüğünü söyleyen Janning, ‘Erdoğan başkanlık sistemini inşa edip, gücü kendinde topladıktan sonra devlet kurumlarını İkinci Cumhuriyet’e hizmet etmesi için yeniden güçlendirecektir’ şeklinde konuştu.
Erdoğan’ın Gülen cemaati ile bağlantılı insanlara cemaat ile aralarına mesafe koyma fırsatı tanımadığını, gerilimi tırmandırdığını, aynı tavrı Kürt sorununda da sergilediğini savunan Janning, ‘Erdoğan ülkeyi İkinci Cumhuriyet’e taşıyabilmek için, geçiş sürecini meşrulaştırmak için kendisinin de pay sahibi olduğu istikrarsızlığı araçsallaştırıyor, varoluşçu bir tehlike ile değişimi gerekçelendiriyor’ görüşünü kaydetti.
Janning, Erdoğan’ın devletin yeniden inşası söyleminin Batı’da ne şekilde algılandığını şu sözlerle aktardı:
‘İnşa etmek istediği kamu idaresinin AKP’nin devlet algısıyla örtüşmesini istiyor. Erdoğan’ın devletinde kamu hayatında dinin rolü olacak ama devlet üzerinde dini denetim olmayacak.
Çünkü mollaların denetimde olan bir başkan olmak çıkarına değil.’”
***
Bu ülkede yaşananların siyasal sorumluluğunun ülkeyi on dört yıldır yönetenlere ait olduğunun asla hatırlatılmasını istemeyen, olup bitenin bir siyasi sorumlusunun olması gerektiğinin söylenmesini engellemeye uğraşan, medyadaki fiili sansürle ilgili sorulması gereken tüm soruları susturmaya çabalayan bir bağırış çağırış var şu anda iktidar cenahında.
Bir yandan siyasal iktidarın zikzaklarla dolu her adımını hiç sorgulamadan alkışlarken, bir yandan da toplumu paralize etmeyi amaçlayan bir korku yaymaya çalışan Göbels medyası ise mafya tetikçileri gibi davranarak suç üstüne suç işliyor.
‘Oldu bitti’yle yasamanın ve yargının yok olduğu, Göbels medyasının aklını yitirmiş gibi davrandığı bu garip dönemde ‘devleti Erdoğanlaştırmak’ isteyen girişimlerden ise gelişmiş dünya rahatsızlık duyuyor.
Ancak benim tabii ki Janning’in ‘İkinci Cumhuriyet’e geçiliyor’ tespitine şiddetli itirazım var. Kemalist bir rejimden siyasal İslamcı bir Baas rejimine geçme gayretinin elbette ‘İkinci
Cumhuriyet’ ile bir ilgisi olamaz.
İkinci Cumhuriyet, ‘Kemalist bir cumhuriyeti’, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, ‘demokratik bir cumhuriyete’ dönüştürme önerisidir…
Şimdi ise ne yasama ne yargı ne hukuk ne hukukun üstünlüğü, ne de demokrasinin kırıntısının kalmadığı, anayasayla çelişen kararnamelerle kaosun büyüdüğü bir dönemde, karanlık bir istikamete doğru ne ile karşılaşacağımızı bilemeden yol alıyoruz.
Ama bu dönem de geçecek…
Ve Türkiye gerçek huzura kavuşmayı, kalıcı istikrarı, özgürlüğü ve refahı aradığı zaman, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi anlamına ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek.
* * *
Ülkenin okka okka satılmaya hazırlanıldığı, Sayıştay’ın devre dışı kaldığı, Kamu İhale Yasası’nın yüzlerce kez değiştirildiği, tıp fakültelerinin başına veterinerlerin atandığı, itibarlı ülkeler sıralamasında bir yılda 19 basamak birden düşen bir Türkiye’nin, İkinci Cumhuriyet ile hiçbir alakasının olamayacağı açık ve seçik. İkinci Cumhuriyet’in ne olduğu çok geniş bir şekilde www.ikincicumhuriyet.org’da anlatılmakta, niye alakası olmayacağını daha detaylı görmek isteyenler oraya da bakabilir.
Birinci Cumhuriyet yıkılıyor belki ama biz katiyen İkinci Cumhuriyet’e gitmiyoruz…
Biz her türlü demokratik ve hukuki ölçüyle ilişkilerimizi keserek kestirmeden bir belaya koşuyoruz.”
“Özetlersem dün de demokratik bir hukuk devleti değildik, bugün ise kırıntısı bile kalmadı… Askeri vesayetten siyasal İslamcı vesayete bu nedenle kolayca geçiş yapıldı…
Bir Cumhuriyet demokratik değilse, her türlü vesayetin egemenliğine rahatlıkla girebilir.”
***
Geldik 29 Ekim 2023’e…
Demokrasi bir hayal kadar uzakta… Yetersiz ve eksik bulduğumuz Cumhuriyet’in de tüm olumlu nitelikleri de sürekli tırpanlanıyor.
Olup biteni nasıl değerlendirmek gerekir?
Cumhuriyetin demokrasi ile imtihanı nedir?
Bu bağlamdaki son bir soruşturmaya verdiğim cevaplar, düşüncelerimi 1991’den 2023’e bir kez daha özetleyecektir:
“Özetlersem dün de demokratik bir hukuk devleti değildik, bugün ise kırıntısı bile kalmadı… Askeri vesayetten siyasal İslamcı vesayete bu nedenle kolayca geçiş yapıldı…
Bir Cumhuriyet demokratik değilse, her türlü vesayetin egemenliğine rahatlıkla girebilir.
Cumhuriyet demokrasi ile imtihanında hep sınıfta kaldı, bugün ise siyasal İslam tarafından demokrasinin ve hukukun tamamen tard edildiği bir Cumhuriyet’e dönüştü…”
***
Türkiye dünyadan kopmuş “din, ırk ve mezhep” üzerinden neden ağır bir sıkışmışlık yaşıyor…,
Çünkü; “Türkiye’de 25 yaş ve üzeri nüfusun aldığı ortalama eğitim süresi 2022 yılında 9,2 yıl oldu.
Ortalama eğitim süresi 2022 yılı için kadınlarda 8,5 yıl, erkeklerde 10,0 yıl olarak gerçekleşti.
Bu ne demek?
Türkiye’de 25 yaş yukarısı nüfusun tüm okula gittiği yılları eşit bölünce, herkesin orta okulu bitirip, liseyi bitirmemiş olmaları demek.
Kısacası kimsenin mesleği olmaması demek.
Türkiye mesleksiz bir toplum.
Meslekli toplumlarda bireyler kendilerini tanıtırken meslekleriyle tanıtırlar… Bizde ise bu olanaklı değil.
Bu çaresizlik aidiyeti çalışmadan, emek vermeden doğuştan kendiliğinden olan özelliklere vurgu yapmaya yol açıyor…
İnsan beyninin eğitilmesinden doğan eğitimin size verdiği becerinin yerini din, ırk, mezhep alıyor…
Üretim biçiminin çağa uygun hale gelemediği (ihracattaki ileri teknoloji payı yüzde 3) eğitimin yerlerde süründüğü bir toplumda aidiyet niteliklere bağlı belirlenmiyor.
Toplumun çok radikal ve köklü bir toplumsal değişim iradesine, ihtiyaç duymadıkça ya da böyle bir iradeyi tercih etmedikçe kuantum sıçraması zor.
Ayrıca çürümüş olan siyaset kurumu da din, ırk ve mezhep üzerinden nemalanıyor, bunları sömürerek var olmaya çalışıyor. Bu ülkeyi perişan eden ilkel yaklaşımından asla vaz geçmiyor. Toplumsal yapı da buna uygun olunca kısır döngü devam ediyor.”
Özetle Türkiye’de mevcut siyaset kurumu siyaset kurumunun demokratikleştirilmesini hiçbir zaman istemedi. Köhnemiş bir oyunu kendi için oynamayı yeğledi. Ve hep bunu yeğledi… Siyaset kurumunun demokrasiye karşı olduğu bir ülkede cumhuriyet demokratikleşemez
***
Ve 100. yıla girerken “cumhuriyet ve demokrasi sınavı”nda hapis olduğumuz karanlık bir çıkmazdayız.
“Türkiye çürüdü. Siyaset kurumu daha fazla çürüdü.
100 yıldır cumhuriyetini demokratikleştiremeyen bir ülkenin siyaset kurumunun kimliği ortada değil mi?
Bugün de bütün siyasal partilerin tabii olduğu 1983 tarihli Siyasal Partiler Yasası 12 Eylül rejiminin ürünüdür.
40 yıldır ‘sivil’ olduğunu iddia eden partiler ve siyaset kurumu askeri darbe ürünü olan ve siyaseti tanzim eden bu yasadan rahatsız olmadı.
Böyle bir siyaset kurumundan halka yarar gelir mi?
Türkiye’de siyaset, siyaset kurumunun içindekilere yarar halka yaramaz. O nedenle çürüyor zaten…
Türkiye’de siyasal partiler bu 12 Eylül rejiminin ürünü olan halkla ilişkisi bulunmayan siyaset kurumunu hedef almadı, oradan nemalanmayı hedef aldı…
Zaten 6,7 kez milletvekili seçilmek de bunun bir ispatı…
Özetle Türkiye’de mevcut siyaset kurumu siyaset kurumunun demokratikleştirilmesini hiçbir zaman istemedi. Köhnemiş bir oyunu kendi için oynamayı yeğledi. Ve hep bunu yeğledi…
Siyaset kurumunun demokrasiye karşı olduğu bir ülkede cumhuriyet demokratikleşemez…
Demokrasi ve hukuk yok ise o ülkede de Cumhuriyet bir dönem askeri vesayetin, bir başka dönem de Siyasal İslam vesayetine esir düşer…”
***
Zor dönemlerdeyiz…
Ama umudu karartmanın da anlamı yok…
Ülke bu tükenmişliği taşıyamaz, zaten taşıyamıyor da…
Büyük, acı ve ağır faturalar ödeyerek cumhuriyetin demokratikleşmemesinin nelere mal olduğunu hep birlikte yaşıyoruz, bir dönem askeri vesayet, bir dönem siyasal İslamcı vesayet…
15 Temmuz sonrası yazdığım yazıdaki bir cümle benim için hep geçerli:
“Ve Türkiye gerçek huzura kavuşmayı, kalıcı istikrarı, özgürlüğü ve refahı aradığı zaman, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi anlamına ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek.”
Bir gün bu ülke varlığını sürdürebilmek için demokrasiyle buluşacak.
O güne dek demokrasisi olmayan bir cumhuriyetle yürüyeceğiz.
Bazen askerler, bazen dinciler ama daima birileri halkın parasını keyfince kullanıp, halkı baskıyla korkutacak. Sonunda gittikçe büyüyen yoksulluk ve açlık dayanılmaz hale gelecek.
İşte o zaman tek çarenin demokrasi olduğunu, bu ülkedeki herkes hep birlikte görecek.
Yorum Yazın