İçinde bulunduğumuz dönem, İtalyan sosyalist düşünür ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin 1930’lar dünyasını betimlemek için kullandığı “canavarlar zamanı”nı anımsatıyor.Gramsci, 1920’lerin ikinci yarısında yaşanan yalancı baharın 1929 Büyük Bunalımı ile sona ermesi ve sonucunda dünyanın dört bir yanında faşist hareketlerin güç kazanması ile beliren dönemi “canavarlar zamanı” olarak tanımlamıştı.
“Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarlar zamanı.”
Antonio Gramsci
Dünya, 2008 yılında başlayan, Covid-19 salgını ile şiddetlenen ve küresel iklim değişikliği ile her geçen gün daha da derinleşen bir topyekûn kriz döneminden geçiyor. İçinde bulunduğumuz dönem, İtalyan sosyalist düşünür ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin 1930’lar dünyasını betimlemek için kullandığı “canavarlar zamanı”nı anımsatıyor.Gramsci, 1920’lerin ikinci yarısında yaşanan yalancı baharın 1929 Büyük Bunalımı ile sona ermesi ve sonucunda dünyanın dört bir yanında faşist hareketlerin güç kazanması ile beliren dönemi “canavarlar zamanı” olarak tanımlamıştı. Bu dönem, milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği İkinci Dünya Savaşı ile doruk noktasına ulaşmış ve insanlık tarihinin en kanlı dönemi olarak kayıtlara geçmiştir.Yine Gramsci’den devam edersek, “Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğamadığı gerçeğinden oluşur; bu ara dönemde çok çeşitli hastalık belirtileri ortaya çıkar.” İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uygulamaya konan Keynesçi politikaların 1970’li yıllarda çıkmaza girmesinin ardından uygulanmaya başlanan ve 2000’lerde miadını dolduran neoliberal birikim rejimi ve daha da önemlisi Batı-merkezli uluslararası sistemin sürdürülemezliği, günümüz “canavarlarına” uygun zemin hazırlayan en temel iki gelişme olarak öne çıkmaktadır. Batı-merkezli politik-ekonomik sistemin tıkanma noktasına ulaşması, bununla birlikte henüz bir alternatifin ortaya çıkamaması bu yazı dizisinin asıl sorunsalını oluşturmaktadır.Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesans ve Reform ile başlayan ve zaman içinde bilim devrimi, aydınlanma çağı ve en nihayetinde de sanayi devrimi ile zirve noktasına ulaşan düşünsel, iktisadi, teknolojik ve toplumsal gelişim, Batının diğer toplumların önüne geçmesini sağlamıştır.
SANAYİ DEVRİMİ İLE ZİRVESİNE ULAŞAN GELİŞİM BATININ ÖNE GEÇMESİNİ SAĞLADI
Günümüzde uluslararası sistemin Batı-merkezliliği her ne kadar olağan gibi görünse ve Batı-merkezli düşünce, Batının merkeziliği iddiasını sürekli bir biçimde yinelese de aslında Batının dünya siyasetindeki merkezi konumunun tarihi çok kısadır. Batı ancak 18. yüzyılın sonu, hatta 19. yüzyılında başında uluslararası sistemin merkezi bir unsuru olmayı başarmıştır. Avrupa’nın feodalizm ile boğuştuğu ve Karanlık Çağ olarak adlandırılan dönemde ise Avrasya’nın farklı bölgelerinde yer alan ve Çin ve İslam gibi çeşitli uygarlıkların kurduğu imparatorluklar egemen olmuştur. Ne var ki Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesans ve Reform ile başlayan ve zaman içinde bilim devrimi, aydınlanma çağı ve en nihayetinde de sanayi devrimi ile zirve noktasına ulaşan düşünsel, iktisadi, teknolojik ve toplumsal gelişim, Batının diğer toplumların önüne geçmesini sağlamıştır.Bu süreçte Batı bir yandan kendini dönüştürürken, diğer yandan da dünyanın geri kalan topraklarını paylaşmaya başlamıştır. 15. yüzyılın sonundan itibaren Batı Avrupa devletleri, Avrupa kıtası dışındaki toprakları kademe kademe boyundurukları altına alarak sömürgeleştirmiştir. Bunun sonucunda Batı Avrupa ile sömürgeleştirilen halklar arasındaki güç dengesi bozulmuş ve Avrupa merkezli bir iktisadi ve siyasi düzen kurulmaya başlamıştır. Okyanusya’nın Birleşik Krallık’ın boyunduruğu altına girmesi, Afrika’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupalı devletler arasında bölüşülmesi ve en nihayetinde o güne kadar dünyanın gördüğü en büyük iktisadi güç ve en büyük uygarlıklarından olan Çin’in 19. yüzyılın ortalarından itibaren adım adım bir yarı-sömürgeye dönüşmesi ile Batı-merkezli düzen dünyaya egemen olmuştur.Bu süreçte kapitalist sermaye birikiminin ortaya çıkışı ve gelişimi büyük bir öneme sahiptir. Batılı ülkeler, dünyanın farklı kesimlerini kendi aralarında paylaşırlarken, aynı zamanda ticari imparatorluklar inşa etmişlerdir. Avrupa ile dünyanın geri kalanı arasındaki ticari ilişkilerin yoğunlaşması ile dünya ekonomisi insanlık tarihinde ilk kez bir bütün haline gelmiş ve küresel ekonomi inşa edilmiştir. Ne var ki dünya ekonomisinin birleştirilmesi süreci ne doğaldır ne de nötrdür. Bu süreç, sömürgecilik ve emperyalizm ile kol kola ilerlemiştir. Nihayetinde de az sayıdaki merkez ülkenin dünya halkları tarafından üretilen zenginliğin çok büyük bir kısmına el koyarken, geri kalanların sömürüldüğü ve yoksulluğa mahkûm edildiği adaletsiz bir düzen ortaya çıkmıştır.Nasıl sınırları net olarak belirlenmiş, tek parça bir Batıdan bahsedemiyorsak, yekpare bir Küresel Güney’den bahsetmek, özellikle de bu kavramın çok farklı türde ülkeyi bir araya getiren çok geniş bir çerçeveye sahip olduğu düşünüldüğünde mümkün değildir.
Yorum Yazın