Gültekin, Türklüğün hiçbir zaman resmi ağızlarda etnik anlamda kullanılmadığını, üst şemsiye görevi gördüğünü söylerken yanılıyor, Türklük her zaman etniktir, istese de etnik olma özelliğini bırakamaz.
Levent Gültekin, benim görüşlerine en değer verdiğim siyaset yorumcularının başında gelir.
Kendi mecrasındaki yayınlarını da mümkün mertebe kaçırmamaya gayret ediyorum.
Gelgelelim, pazartesi günkü programında, Devlet Bahçeli’nin “Kürdü sevmeyen Türk, Türk değildir; Türk’ü sevmeyen Kürt, Kürt değildir” sözlerini yorumlarken söyledikleri bence doğru değildi, şimdi gelin bunu biraz tartışalım.
Bahçeli’nin içinde “tecrit”, “umut hakkı” geçen, Kürt kökenli yerine doğrudan Kürtlere seslenen yeni terminolojisi herkesi şaşkınlığa sürükledi.
Gültekin de Bahçeli’deki dönüşümü “tarihi değişim” diye nitelendirmiş.
Bahçeli’nin “… kökenli” dememesi üzerine Anayasa’yı hatırlatıyor, bu tabii Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Türk dendiğini söyleyen Anayasa’nın meşhur 66. maddesi, bunun da ırkı öncelemeyen Atatürk milliyetçiliği olduğunun altını çiziyor.
Sonra, Türklüğün Osmanlı’nın Müslüman unsurları için de kullanıldığına, misal hepsi Osmanlı coğrafyasında yer alan Belgradlı bir Sırp’a değil ama Ergirili bir Arnavut’a Türk denebildiğini söylüyor.
Bahçeli’deki bu “tarihi değişimin” yeni anayasada karşılık bulacağını, muhtemelen vatandaşlık tanımının değişeceğini iddia ediyor.
Bunun da hayırlı bir şey olmayacağı, radikal bir ayrışmaya götürebileceği tezleri arasında.
Evet, belki gerçekten de 66. maddenin değişmesi bölünmeye yol açabilir.
Ama o zaman da şunu sormamız gerekir bence, bu ne menem, ne güçsüz bir devlettir ki evrensel standartlarda yapılacak en basit değişiklik bile harcı un ufak etmeye yetmektedir?
Sadece gayrimüslimlere Türk denmemesi bile bu tanımın içinde barındırdığı sorunları göstermeye yeter, çok değil, Balkan Harbinden önceki nüfus kaydına bakın, nüfusun yüzde kaçının kapsam dışında kaldığını göreceksiniz.
Gayrimüslime “vatandaş” denir bu ülkede.
“Vatandaş Türkçe konuş!” da en bilinen kullanım alanlarından biridir.
İsimlendirme önemli bir konu ve toplumların birarada kalabilmesi için hayati önemi haiz.
Her insan dünyaya sanılanın aksine bir değil, iki kimlikle gelir.
Bunlardan biri objektif kimliktir, alt kimlik de denir, bir tanedir ve hiçbir koşulda değiştirilemez; diğeri ise subjektif kimliktir, üst kimliktir, birey aklı baliğ olduğunda değiştirebilir, ayrıca, birden çok olabilir.
Bu iki kimlik genellikle örtüşür.
Ama örtüşmediği durumlarda sorunlar yaşanması neredeyse kaçınılmazdır.
Toplumlar ya ırk ya da toprak temel alınarak isimlendirilirler, bu ayrım çok önemlidir.
Bir insan ya Türk doğar, ya Kürt, ya Rum, ya Macar, ya İskoç, ya Japon…
Bu onun objektif kimliğidir, kendi seçemez, değiştiremez, vazgeçemez, devredemez.
O yüzden de bir önemi yoktur.
Subjektif kimlik ise insanın kendini tanımladığı kimliğidir, anayasanın 66. maddesinin karşılığı ya da “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü burada yatar.
Osmanlı’nın hep söylenegeldiği şekilde içinde 73 millet barındırdığını kabul edelim.
Bir Levanten, Yahudi, Rum, Boşnak, Türk veya Kürt fark etmeksizin hepsi Osmanlı’dır.
Bu insanların hepsi kendi objektif kimliklerini muhafaza ederek üst kimliğe ait olabilirler çünkü.
Bir salata gibi düşünün; domatesin, biberin, soğanın, limonun, tuzun tadını ayrı ayrı alırsınız ama ayrıca bir başka bütünü teşkil ederler.
İmparatorlukları gözünüzün önüne getirin: Roma, Bizans, Osmanlı, Britanya…
Hepsinin ortak paydası, bir ırka dayanmamasıdır.
Mesela, Britanya İmparatorluğu; İskoç da, İngiliz de, Gal de Briton’dur.
Ama İskoçlara hayır bundan böyle burası İngiltere’dir, siz de İngilizsiniz derseniz, sorun çıkması kaçınılmazdır.
LEVENT GÜLTEKİN, “FRANSIZ YA DA ALMAN OLABİLİR Mİ?”
Britanya bayrağına bakın, Britanya’yı oluşturan ülkelerin hepsinin kendi bayraklarını o bayrağa üst üste çaktığını göreceksiniz.
Peki, ayrımı biraz daha derinleştirelim ve Levent Gültekin, “Fransız ya da Alman olabilir mi?” diye soralım.
Şimdi, Gültekin’in objektif kimliği Türklüktür, bunu değiştiremeyeceğini konuşmuştuk.
Ama subjektif kimliğini değiştirebilir, istediği kadarını istediği süre boyunca da edinebilir.
Fransızlık tarihin bir evresinde orada yaşayan Franklardan kalma toprağa verilen bir isimdir; tıpkı bizim Trakya gibi.
Trakyalıların hiçbiri Trak değildir; Fransızların hiçbirinin Frank olmadığı -ve bunun bir anlam ifade etmediği- gibi.
Dolayısıyla, Fransız ile Fransalı aynı anlama gelir ve Gültekin, objektif kimliği olan Türklüğünü muhafaza ederek Fransız olabilir.
Oysa, Almanlık, Fransızlığın aksine, coğrafi değil ırka yönelik bir isimlendirmedir.
Irk da objektif kimliğe tekabül eder.
Bu durumda, insanın iki objektif kimliği olamayacağına göre, Levent Gültekin hiçbir surette Alman olamaz.
Peki, ne olabilir?
Çok basit; Almanyalı olabilir.
Almanyalılık dediğinizde bir coğrafyaya atıfta bulunursunuz çünkü.
Bulgar Türkü bu sebepten ötürü olamaz; insan ya Bulgardır ya Türktür, ama Bulgaristan Türkü pekala olabilir, tersi de olur…
Yunanistan Türkü olur, ama biz genellikle Dedeağaç, Gümülcine gibi yerlerde yaşayanlar için Batı Trakya diyerek ölçeği küçültüyor ve tamamen coğrafyaya referans vermeyi tercih ediyoruz.
Bizdeki durum ise Osmanlılılık şemsiyeyi kalktığında aşağıdaki 73 miletten biri “primus inter pares” görüldü ve onun yerini aldı, sonra dönüp aşağıya benim gibi olan rahat eder, dedi.
Kürtler bunu kabul etmedi, sorunlar bitmek bilmedi, Kürt sorununun özeti budur.
Şark Islahat Planı, Türkleştirme politikaları, Dersim 38, devlet zorbalığı, dili ve kültürü yok sayma, insan hakları ihlalleri, Diyarbakır Cezaevi iğrençliği falan hep aynı zihniyetin ürettiği korkunçluklardır.
Tabii, mukayeseyi her alanda yapmak lazım yoksa eksik kalır, 30’lar dünyada faşizmin bir virüs gibi yayıldığı bir dönem.
Hitler olsaydı, tercih etme fırsatı bırakmayarak “Ne mutlu Türk doğana!” derdi ve Nürnberg Yasaları gibi bir süreci işleterek insanları objektif kimliklerinden ötürü yargılardı.
Oysa Atatürk, subjektif kimliğe vurgu yaparak, diyor ki, entegre olan hiçbir sorun yaşamayacaktır.
Entegrasyonun -gönüllü, aşağıdan yukarı- olmadığı durumlarda ise asimilasyon -zorunlu, yukarıdan aşağı- derhal gündeme gelir.
Türkiye’de entegrasyon çok dar bir çevreyle sınırlı kaldı.
Bugün anlaşılmaz biçimde “Kürtlerin ne sorunu var, Türklerden ne farkı var, Kürt ne istiyor da olamıyor” diyenlere cevaben verilen “Kürt bir tek Kürt olamıyor” sözü, bu süreci mükemmelen anlatır.
Yeterli bulmayanlara ise Şerafettin Elçi örneğini hatırlatmak sanırım kafi gelecektir.
Burada kriter “ortak ekonomik pazarın” kimlik bilincinden önce kurulup kurulmadığıdır.
Şayet, Kürtlük bilincinden önce İstanbul’da bulunan her mal Hakkari’de bulunsaydı, bugünkü anlamda bir sorun doğamazdı.
Entegrasyon çok daha geniş bir çevreye yayılırdı.
Fakat “ortak ekonomik pazar” Özal’a kadar kurulamadığı içindir ki, artık geri dönüşü olmayan bir yola girildi.
Bir başka örnek: Yugoslavya ne demek; Güney Slavları demek.
Sırp, Boşnak, Hırvat, Sloven… hepsi Yugoslav olabiliyordu, ta ki milliyetçilik histerisi ülkeyi parçalayana kadar.
Subjektif kimlik olan ve herkesi kapsayan Yugoslavlık yerine biri Sırplığı öne çıkardı, öteki Hırvatlığı, Boşnaklığı…
Derken, Srebrenica’da soykırım yaşandı, Hırvat ordusu Mostar köprüsünü patlattı.
Başa dönelim, Bahçeli’nin “Kürt kökenli Türk vatandaşları” yerine Kürtler demesine bir daha bakalım.
Anayasa’da ne yazarsa yazsın, tanım nasıl getirilirse getirilsin, insanın iki tane objektif kimliği olamaz: Bir Kürt hiçbir zaman Türk olmayacaktır, bir Türk de Kürt olmayacaktır.
Ama bu ille bir sorun olacağı anlamına gelmiyor, dünyanın çeşitli yerlerindeki çözüm örnekleri ortada.
Hepimizi kapsayacak bir tanım bulabiliriz, hepimiz Türkiyeli olabiliriz mesela.
Türkiyeli bir Türk, Türkiyeli bir Kürt, hatta Türkiyeli bir Japon olmak bile mümkündür.
Unutmayın, mecburi yurttaşlıktan gönüllü vatandaşlığa açılan kapının anahtarı sadece subjektif kimliklerde bulunur.
Hadi son bir örnek daha vereyim, Ardahanlılığı ya da Edirneliliği düşünün.
Neden böyle diyoruz; kapsayıcı olabilmek için.
Ardahanlılık dediğinizde kendisini oraya ait hisseden herkese sarılmış oluyorsunuz, bu iyi bir şey, içine herkes, her türlü inanç, din, mezhep, millet girebiliyor, Ardahan da yıkılmıyor, bölünmüyor, bilakis güçleniyor.
Bahçeli’nin amacını bilmiyorum, samimi bulmuyorum, işin içine müdahil olan kriminal insanlara bakınca “hafazanallah!” diyesim geliyor.
Ama bir an için her şeyi unutup medeni bir toplumun entelektüel tartışması bağlamında ele alsak, Bahçeli’nin işaret ettiği değişiklik iyidir, doğrudur, bu toplumdaki ortak aidiyet bilincini güçlendirmeye yarar.
Levent Gültekin, Atatürk döneminde vatandaşlık tanımı olarak Osmanlılık yerine Türklüğün ikame edilmesinin bir ulus-devlet gerekliliği olarak ortaya çıktığını söylüyor.
Doğrudur; ama 1789’daki ulusal devletlerden sonra zuhur eden ulus-devlet, öteki yaratmadan yaşayamaz.
“Atatürk milliyetçiliği” denen anlayışın yerleşebilmesi için “ortak ekonomik pazar” kurulmuş olmalıydı.
Gültekin, Türklüğün hiçbir zaman resmi ağızlarda etnik anlamda kullanılmadığını, üst şemsiye görevi gördüğünü söylerken yanılıyor, Türklük her zaman etniktir, istese de etnik olma özelliğini bırakamaz.
Sadece Yargıtay’ın bir kararında gayrimüslimlere “yerli yabancı” dediğini, birkaç sene önce Agos’un ortaya çıkardığı TC kimlik numaralarındaki kodlamayı, Varlık Vergisi’ni sınıflandırmayı, Atatürk dönemi dahil olmak üzere bazı meslekleri yapabilmek için Türk olma şartı konduğunu ve bunun asla Türk vatandaşlarını kapsamadığını hatırlatmak sanırım yeterli olacaktır.
Yorum Yazın