Bugün Türkiye ve dünya ikili bir ayrım noktasında durmaktadır: Ya herkes mağarasından çıkıp savunduğu siyasi pozisyonunu özgürlükçü bir tonla buluşturacak ya da anayasasız ve hukuksuz bir düzen, çete liderlerinin devlet içinde yer bulduğu, uyuşturucu baronlarının devletin en üst makamlarında ağırlandığı, kara para aklamanın geçer akçe olduğu ve yolsuzluk ve yasakların sıradanlaştığı, yani kötülüğün sıradanlaştığı bir düzende yaşamayı kabul edeceğiz.“Mağaradakiler”, Cemil Meriç’in en bilindik eserlerindendir. Bu eserde Meriç, J. J. Rousseau’yu da hatırlatarak, “insan hür doğmuş, ancak her tarafta zincirler içinde” diyerek aslında tam da Platon’un düşünce tarihinde görünen-görünmeyen ayrımını yaptığı mağara alegorisini hatırlatır bizlere. Yine Meriç’in başka önemli bir eseri olan “Bu Ülke”’de, “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” diyerek durumun vahametini ideolojik arka planına atıf yaparak değerlendirmiştir. Elbette ideolojiler bir hayat görüşü olarak insanlara bir bakış açısı kazandırır. İnsanlığından kaynaklanan sorulara yanıtlar getirir ancak en önemli dezavantajı, ötekine karşı körlük içine girmesine sebep olmasıdır. Aynı şeyler belki felsefi düşünceler ve dini inançlar içinde geçerlidir. Ancak bu, bir toplumun öteki ile olan ilişkisini nasıl kurguladığıyla da yakından alakalıdır.Yaklaşık iki asırdır Türk toplumunun ve hatta devlet aklının dağınık bir “öteki” kurgusu vardır. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun öteki tanımı daha çok “Arap” özelinden İslam medeniyeti algısına karşı geliştirilen bir kurgu iken, özellikle İslamcı camianın öteki kurgusu “Avrupa” üzerinden Kemalist/Seküler anlayışa karşı olmuştur. Kemalist/seküler kesim uzunca süre devletin sahibi olarak kendilerini görerek devleti önceleyen bir bakış ile hareket ederken, özellikle başörtüsü yasağında olduğu gibi İslamcı kesim bireyi önceleyen bir düşünce içinde idi.AK Parti’nin ilk yıllarında devleti hukuk ile sınırlamaya çalışan, bunun yanında birey hak ve özgürlüklerini artıracak şekilde başta Avrupa Birliği üyeliği olmak üzere yaptığı reformlar o dönemlerde Kemalist/ulusalcı/seküler kesimde devleti zayıflatacağı, Kemalist çerçevenin dağılacağı eleştirileri ile doluydu. AK Parti kapatma davasında Anayasa Mahkemesi’ne açılan davanın konusu, “laikliğe karşı eylemelerin odağı haline gelmiş” olması iddiasıydı. Çok kritik bir sonuç ile kapatmaktan kurtulan ve daha sonra özellikle ekonomik manada büyük atılımlar yapan AK Parti 2013 yılından sonra yavaş yavaş otoriter bir mahiyete bürünmeye başladı. Öyle ki bu otoriterliğin yolsuzluk ile birlikte gittiğini fark eden Ahmet Davutoğlu bir engel olarak görüldüğü içinde kendi partisi ve tabii ki Erdoğan tarafından görevi bırakmaya zorlandı ve neticede başbakanlık görevini devretmek zorunda kaldı. Daha sonra ise özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra, Devlet Bahçeli’nin yine kontra hareketi ile daha önce şiddetle karşı çıktığı başkanlık sistemine geçiş yapıldı. Burada Devlet Bahçeli’nin ve MHP’nin “Türk tipi başkanlık” ismi ile toplumsal bir tabanda oluşturulmaya çalışıldı ve bu başarıldı. Başta devlet kanalı olan TRT olmak üzere hükümete yakın TV’lerde yapılan diziler ile de seçmen sosyolojisi değiştirildi. Daha birkaç sene önce belki de Türk siyasi hayatının en ağır sözlerini birbirine karşı sarf eden Erdoğan ve Bahçeli adeta dünya görüşlerinden tavizler vererek hükümet ortaklığı yapmaya başladılar. Ve bu öylesine bir ortaklık oldu ki MHP ile hiçbir şekilde yan yana gelmeyecek olan HÜDA-PAR ile ittifak çatısı altında buluştular.
Ya özgürlükçü Kemalist/seküler/laik/ ve özgürlükçü milliyetçi/muhafazakâr/dindar tonda ve yapıda siyaset yapılacak ya da anayasasız ve hukuksuz otoriter bir düzende yaşamaya alışacağız. O yüzden hem dünya hem Türkiye gerçekten bir yol ayrımında. Bu ikisi arasında bir tercih bizler için değil; ancak çocuklarımız için çok daha büyük bir anlam ifade edecek. Çünkü onlar dahli olmadıkları bir düzeni ellerinde hazır bulacaklar. Bunun içinde her iki siyasal damarda ön yargılarını ve tarihi çatışmalarını bir paranteze alarak ötekine açılmak zorundadırÖZGÜRLÜK, ÖTEKİ VE SİYASETBu noktada en dramatik tavizler, kanaatimce İslamcı camiadan, dolasıyla AK Parti tarafından verildi. Zira İslamcı aydınlar, bir zamanlar devletçi 28 Şubat zulmüne karşı devletin kutsanma nosyonuna karşı çıkarak bireyi ön plana alan yaklaşımlarının tam tersi istikamette, her toplumsal karşı çıkışı devlete karşı yapılan bir eylem olarak değerlendirmeye başlamışlardır. Burada kadim bir nasihatname ve siyasetname öğüdü olarak, “Güç, ayakta kalabilmek için, daha fazla gücü talep eder.” sözünün ne kadar değerli olduğu ortadadır. İslamcı camianın önde gelen yazar-çizer takımına bakıldığı zaman, sürekli gücü kaybetme korkusunun yansıması olarak, devlete karşı bir operasyon yapılıyor çağrıları ile yazdıklarını, çizdiklerini görmekteyiz. Oysa 90’lı yılların İslamcı entelektüel çevrelerin ne kadar büyük bir fikir zenginliği içinde olduğu ve dünyaya ne kadar açık olduklarını düşününce, Hannah Arendt’in “zihin genişlemesi” kavramı akıllara gelir. Ancak bugün o 90’lı yılların entelektüel sermayesi üzerine kurulan AK Parti iktidarı bugün geldiği noktada, bir “zihin daralması” neticesinde, daha önceleri çokça eleştirdiği güvenlikçi politikalara daha sert bir şekilde bağlanmıştır. Adeta Sovyetleri hatırlatır biçimde savunma-askeri sanayinde iyi ama halkın refahı konusunda çok aşağılarda bir durumu kitlelerine yaşatır olmuştur.90’lı yıllarda İslamcı camianın yaşadığı ufki açılma ve zihinsel genişleme; Erdoğan için yapıldığı mucitleri tarafından da inkâr edilmeyen ve mutlak bir güç talebi içinde hareket eden başkanlık sistemi ile tam tersi yönde, gittikçe dünyaya kendini kapatma ve nazari ufuk genişliğini kaybetme noktasına gelmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da “kutuplaştırıcı siyaset” tek alternatif olarak kendini dayatmıştır.90’lı yıllarda Soğuk Savaş sonrası dönemde faili meçhuller, terör, ekonomik sorunlar, gelir dağılımındaki sorunların ağırlığı vb. sorunlar karşısında gücü elinde tutan Kemalist siyasi söylem, karşıt siyasi her söylemi bir tehdit gibi algılayıp boğmaya çalışmış iken, dünyaya ve dünyadaki gelişmeler de kendini kapatmıştır. Öyle ki Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan Türki Cumhuriyetler yüzlerini Türkiye’ye dönmelerine rağmen karşılık bulamayıp “ağabeylik” nosyonu yerine getirilemeyince yüzlerini başka istikametlere çevirmek durumunda kalmışlardır. Şimdiler de her karşıt siyasi söylemi kendi iktidarı için tehdit olarak algılayan AK Parti ve MHP yönetimleri, tıpkı 90’ların Kemalist/ ulusalcı paşalarının yaptığı gibi, ötekini bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Yani iktidarda olanın siyasi mensubiyeti değişse bile, davranışsal tepkiler olarak çok benzer tavırlar gözlemlenebilmektedir. Tıpkı son günlerde hem beğeni olarak hem de eleştiri olarak gündemde olan “Kızıl Goncalar” dizisinde anlatıldığı gibi, yok birbirlerinden farkları. Türkiye’de bütün siyasi taraflar gerçek bir özgürlük talebi ile değil, kendisi ve siyasi mensubiyeti için bir imtiyaz talebini dillendirmektedir. Dünkü oynanamayan Süper Kupa finali de aslında, “Bu iki asırlık devletin sahibi kim olacak?” sorunun görünen bir yüzü olmuştur.Bugün Türkiye ve dünya ikili bir ayrım noktasında durmaktadır: Ya herkes mağarasından çıkıp savunduğu siyasi pozisyonunu özgürlükçü bir tonla buluşturacak ya da anayasasız ve hukuksuz bir düzen, çete liderlerinin devlet içinde yer bulduğu, uyuşturucu baronlarının devletin en üst makamlarında ağırlandığı, kara para aklamanın geçer akçe olduğu ve yolsuzluk ve yasakların sıradanlaştığı, yani kötülüğün sıradanlaştığı bir düzende yaşamayı kabul edeceğiz. Toplumun her kesiminin bunun idrakinde olması gerekiyor.Ya özgürlükçü Kemalist/seküler/laik/ ve özgürlükçü milliyetçi/muhafazakâr/dindar tonda ve yapıda siyaset yapılacak ya da anayasasız ve hukuksuz otoriter bir düzende yaşamaya alışacağız. O yüzden hem dünya hem Türkiye gerçekten bir yol ayrımında. Bu ikisi arasında bir tercih bizler için değil; ancak çocuklarımız için çok daha büyük bir anlam ifade edecek. Çünkü onlar dahli olmadıkları bir düzeni ellerinde hazır bulacaklar. Bunun içinde her iki siyasal damarda ön yargılarını ve tarihi çatışmalarını bir paranteze alarak ötekine açılmak zorundadır. Ve önermelerini ya değiştirmek ya da ötekini de hesaba katacak şekilde yumuşak hale getirmelidir. Tarih şu an yaşayanlar olarak bizlere böylesi bir yükü yüklemiştir. Ya üstesinden geleceğiz ya da altında hep birlikte kalacağız.Aykut Karahan, Dr., Siyaset Bilimci, Yazar
Yorum Yazın