Edebiyatçı kahramanı aracılığıyla bu dünyayı estetik biçimde yeniden inşa edendir. İnsanı merkez alan sosyal bilimcinin yaptığı iş de tıpkı edebiyatçı gibi olmalıdır: Varoluş hallerinin bütün boyutlarıyla bireyi bütünsel olarak yeniden inşaya girişmek. Ya da şair duyarlılığıyla bireyi ve toplumu okumaya çalışmak.Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı üzerine birçok sosyal bilimcinin yazılarının yer aldığı bir derleme kitap çok yakınlarda yayınlandı: Enstitü Bize Ne Söyler? Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne Disiplinler Arası Bakışlar (Editör: Zeynep Kevser Şerefoğlu Danış, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul, 2023). Kitabın ana teması, çeşitli sosyal bilim alanına mensup yazarların; adı geçen romanın Türkiye’nin modernleşme sürecinde “eski” ile “yeni” sosyokültürel yapıların arasına sıkışmış toplum kesimlerinin, bu sürece maruz kalmalarıyla ilgili sergiledikleri zihinsel, varoluşsal tavır alışları üzerine kendi bakış açıları doğrultusunda yaptıkları analizlere dayanıyor. Yazarlarından biri olarak buradaki amacım, kitaba dair genel bir değerlendirme yapmak değil. Bunun yerine sosyal bilimlerin edebiyattan yararlanma imkânları üzerinde kısa örneklerle durup; edebiyatın sosyal bilim dallarını zenginleştirici yanlarına dikkat çekmek. Bu hususta Profesör Mustafa Özel’in, edebiyatın iktisattan siyasete sosyal bilimlerin ne kadar önemli katkılar yapabileceğini gösterdiği çalışmalarına (Roman Diliyle İktisat, Roman Diliyle İş Hayatı, Roman Diliyle Siyaset, Roman Diliyle Emperyalizm [tümü Küre Yayınları]) özellikle dikkat çekmek gerekecektir.Edebiyatın sosyal bilimciye ilham verici yanının şüphesiz ilk defa farkına varan biri olmadığımı belirtmeme izin verilmesini isterim. Nitekim, çok daha önceleri, 2000’li yıllardan itibaren çeşitli vesileler ile bu konuda geliştirmeye çalıştığım düşüncelerim olmuştur. Bunun sebepleri arasında, sosyal bilimcilerin hâlâ üstesinden gelemedikleri, birbirine bağlı üç problemden söz edebilirim: Birincisi, pozitivizmin kısırlaştırıcı kullanımıdır. Buna dört başı mâmur bir rasyonel davranış ve olayları rasyonelize etme tutkusu diyebilirim. İkincisi, sosyal bilimlerin insansızlaştırılması; her olayı bilimsel formülasyonlarla açıklama hevesi. Nihayet üçüncüsü, hayatın şiirselliğinin ıskalanması; mekanik bir düzene tâbi olduğumuz inancı. Şahsi yönelimim, bu üç etkenden kurtulmuş bir sosyal bilim yapmanın; bunu gerçekleştirmek üzere edebiyatı/edebî söylemi mümkün olduğu kadar işin içine katmamın, sosyal bilimler için daha ufuk açıcı olduğu yönündedir. Bir sosyal bilimcinin edebiyata bulaştığı ölçüde insanileştirlmiş bir sosyal bilim yapacağını; dolayısıyla hayatın şiirselliğini kavrayarak doğayı, insanı ve toplumu daha iyi anlayabileceğini ve anlatabileceğini düşünüyorum.Hemen belirtmeliyim ki “edebiyat” deyince, burada ilgimin şiir ve romanla sınırlı olduğudur. Hem şiirin hem romanın, Octavio Paz’ın deyimiyle, “dilin ritmik güçlerine ve imgenin dönüştürücü erdemlerine başvurarak” dünyayı yeniden yarattığı ileri sürülebilir. Gene de şiirin, dünyayı yeniden yaratmada romandan daha güçlü bir söylem olduğu teslim edilmelidir. Yalnızlık duygusunu ele alarak basit bir karşılaştırma yaparsam; roman dilinde yalnızlık muhtemelen şöyle anlatılır: “Köpekler gibi yalnızdım ve beni bu durumdan çekip çıkaracak insanı bekliyordum”. Aynı duygunun ifadesi için bir de Fuzuli’nin şiir diline bakalım: “Ne yanar kimse bana âteş’i dilden özge/Ne açar kimse kapımı bâd-ı sabâdan gayrı”.Hayatın şiirselliğini ancak “şair ruhlu” bir sosyal bilimci anlar ve anlatabilir. Şüphesiz, hayatın şiirselliğini ıskalayarak da hayatı anlamak ve anlatmak bir iş yapmaktır ama çok anlamlı olmayan bir iş yapmaktır.EDEBİYATIN GENİŞLETTİĞİ HAYATÖzlem duygusunu bir romancı belki şöyle tasvir eder: “Onu o kadar özledim ki, yokluğu yüreğimi bir kor gibi yakıyordu”. Aynı durumda olan birini Necip Fazıl şiirsel olarak şöyle ifade ediyor: “Ne hasta bekler sabahı/Ne taze ölüyü mezar/Ne de şeytan bir günahı/Seni beklediğim kadar”.Örneklerimi sosyal bilim literatüründe önemli yer işgal eden bazı kavramlardan/meselelerden verecek olursam, şiirin anlatım gücünü daha iyi yansıtmış olabilirim. Bunlardan birisi, popülizmdir. Popülizmin basit tanımı, içerdiği farklılaşmaya ve çeşitliliğe dikkat etmeden, halkı tek parça (yekpare) bir bütün olarak görmek ve bu bütüne atfen “halkım neylerse güzel eyler” gibi bir tavrı yüceltmektir. Bu hususta halkın yekpare olmadığı, zıtlıkları bir arada barındıran diyalektik bir bütün olduğuna dair sayfalarca yapılan eleştiriyi, Nazım Hikmet şu şiirinde birkaç dizede anlatıveriyor: “Onlar ki toprakta karınca suda balık/havada kuş kadar çokturlar/korkak, cesur, cahil/hakîm/ve çocukturlar/ve kahreden/yaratan ki onlardır /destanlarımızda yalnız onların maceraları vardır”.Bir başka sosyal bilim kavramı kimlik’tir. Örneğin, merhum antropolog Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği kitabının bir bölümünde, “Kim bu Türkler?” sorusunun cevabıyla ilgili uzun uzun yazar. Bence şair Attilâ İlhan’ın tanımının berraklığında bir tanıma gene de ulaşamaz. Türklerin kim olduğuna dair İlhan’a kulak verelim: “gözleri iyice birbirinden ayrık/kaşları düz kirpikleri insafsızca kalabalık/kısa boyları ve yaylı ayaklarıyla adamakıllı türk”.Kamusal alan kavramını ele alalım. Kamusal alan, kolektif bir arada oluş ve iletişime giriştir. Bu konuda temel problem kolektivite karşısında bireysel özerkliğimizi nasıl koruyabileceğimizdir. Örneğin, hem bir topluluğa ait olup hem özerk ve özgür kalmamız nasıl mümkün olabilir konusunda ilgili literatürde sayfalarca yazılmıştır. Oysa, Nazım Hikmet, aynı meseleyi iki dizeyle ifade etmiştir: “Yaşamak bir ağaç gibi/tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine”.Şüphesiz, örnekleri çoğaltmak mümkün; mevcut örnekler, meramımı anlatmamın işaretini veriyor sanısıyla vardığım sonucu aktarayım. Edebiyat bize nasıl yaşadığımızı, varoluşsal hâlimizin ne olduğunu öğretiyor aslında; varlığımızı kuşatarak ve en derin dürtülerimizi ve en samimi tepkilerimizi, duyarlılıklarımızı biçimlendirerek, vizyonumuzu dönüştürerek yapıyor bunu. Edebiyatçı kahramanı aracılığıyla bu dünyayı estetik biçimde yeniden inşa edendir. İnsanı merkez alan sosyal bilimcinin yaptığı iş de tıpkı edebiyatçı gibi olmalıdır: Varoluş hallerinin bütün boyutlarıyla bireyi bütünsel olarak yeniden inşaya girişmek. Ya da şair duyarlılığıyla bireyi ve toplumu okumaya çalışmak. Hayatın şiirselliğini ancak “şair ruhlu” bir sosyal bilimci anlar ve anlatabilir. Şüphesiz, hayatın şiirselliğini ıskalayarak da hayatı anlamak ve anlatmak bir iş yapmaktır; ama çok anlamlı olmayan bir iş yapmaktır.
Sosyal bilimlerin edebiyattan yararlanma imkânları
Sosyal bilimlerin edebiyattan yararlanma imkânları
Yorum Yazın