“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemidiğerleriyle, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü ile kıyaslanabileceğini iddia ederdi.”
Yeni Arayış’a yazdığım bu ilk yazıya Charles Dickens’la başlamak istedim. Zamanların en iyisinde olduğumuzdan şüpheliyim, daha kötüsünü görmemeyi umut ettiğim bir baharı geride bırakıyorum. Hiçbirimizin bir umutsuzluk kışı daha yaşamasını istemiyorum. Birbiri ardına tekrarlanıp duran Akıl ve Karanlık mevsimlerini, aptallığın, kör inancın, kuşkunun kirli bir halı gibi tüm ülkenin altına serildiği bu yaygaracı otoriteler dönemini insandan ve iyi olandan yana tavır almaktan vazgeçmeden yaşama gayretindeyim. Bu yazıyı İstanbul Bozdoğan Kemeri’nin çifte kalkanlı polislerce çevrelendiği 1 Mayıs gününün ardından yazıyorum.İnsanların gazlandığı, yurdun çeşitli yerlerinde toz bulutlarının taşınıp durduğu bir günde yazıyorum. Tarihi bir kare olduğu için bu görüntüye vurgu yapmak istedim. Yoksa buradan devam edip konuyu ülke gündemine bağlamak gibi bir niyetim yok. Dickens’la başladım, Dickens’la devam edeyim.
Dickens yukarıdaki satırları Londra’da bugün 48-49 Doughty Sokağı adresinde bulunan vemüze olarak hizmet veren üç katlı evinde yazar. Londra sosyal hayatında popüler bir kimliktir. Şehrin önde gelen isimlerinin çoğu giriş katındaki büyük yemek masasındaki bol sohbetli gecelere davet edilmek için can atar. Öyle ki Kraliçe Victoria bile yazarla tanışmak için bizzat haber gönderir. Dickens’ın bu popülerliği eserlerine de aynı pencereden yaklaşılmasına neden olur. Romanları yazarın ölümünün ardından başyapıt olarak kabul edilir. Londra’yı Dickens’a, Dickens’ı Londra’ya bağlayan sözü edilen bu geniş çevre değildir. Kraliçe Victoria döneminde şehirde yoğun olarak görülen kömür dumanı ile dolu sis, Londra sokaklarından Dickens’ın satırlarına, o satırlarından bugüne sızar.
Victoria dönemi Londra’sının kömür dumanıyla kaplı geceleri sanayi devriminin sonuçlarından biriydi. Evlerde ve fabrikalarda kömür tüketimi, fabrika bacalarının zararlı emisyonlarından ve buna uygun atmosferik ıslaklık ve durgunluk şehri yoğun bir dumanla, kalın bir sis tabakası ile kaplıyordu.
SANAYİ DEVRİMİNİN ZEHİRLİ GECELERİ
Victoria dönemi Londra’sının yoğun sisli geceleri sanayi devriminin sonuçlarından biridir. Evlerde giderek artan kömür kullanımı,şehrin merkezine kurulu fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazlar uygun atmosferik ıslaklık ve durgunlukla birleşerek şehrin üzerine çöker. Bozulan sadece hava kalitesi değildir. Fabrikaların atık sularının Thames nehrine verilmesiyle Londra’ya hayat getiren nehir bulaşıcı hastalıklara yataklık eden, pis kokusu ve balçık haline gelen kirli çamuru ile adından söz ettiren bir hal alır.
Araştırmacı Dr. Christine L. Corton, "LondonFog: The Biography" adlı kitabında Kraliçe Victoria’nın tahta çıktığı yıl olan 1837’de yoğun sis ve duman yüzünden Londra’da yürüyerek bir yerden bir yere gitmenin imkansızlığından bahseder. Aynı durum at arabaları için de geçerlidir. Kayıtlara bakıldığında 1886 ile 1890 yılları arasında, yılda ortalama 63 günün sisli olduğu görülür. Bu sis sadece sokaklarla sınırlı değildir. Kirli hava kapılardan, pencerelerden evlerin içine sızıp eşyaları vegiysileri yağlı bir isle kaplar. Fabrika bacalarından bırakılan kirli gazlara göre renk değiştiren, kimi geceler kızıl kahve, kimi geceler yeşile çalan bu yoğun duman tabakası şehrin bitki örtüsüne de zarar verir. Bazı bitkiler dayanmayıp somaya başlar.Corton, çınar ağaçlarının kısmen parlak olan yaprakları nedeniyle isin tutunamayıp yağmurla temizlenmesi nedeniyle çok zarar görmediklerini ancak bazı ağaçların kuruduğunu ve yerlerini çınar ağaçlarının aldığından bahseder. Benzer biçimde şehrin yeşil alanlarında yaşayan hayvanlarda toplu ölümler görüldüğünden bahseder.
Bu kasvetli dönemdeasayiş de bozulur. Soygunlar artar, cinayetler çoğalır,fısıltı gazetesi sayesinde hayalet gördüğünü iddia edenlerin anlattıkları hikayeler tüm Londra’ya yayılır. Bazen günlerce devam eden olumsuz hava koşulları farklı meslek gruplarının ortaya çıkmasına neden olur. İnsanlar evlerinde meşaleler yapmaya başlar. Bazıları için bu yeni bir iş kolu olur. Göz gözü görmeyen sis içinde yürümekte zorlananlara ücret karşılığında rehberlik ederler.
Hava kirliliği sadece günlük hayatı değil, halk sağlığını da etkiler. 19. yüzyıl başlarından kalan kimi mezar taşlarında ölüm nedeni olarak sisin not edildiği görülür. Sanayi Devrimi’ne sahne olan Londra’da hayat tehdit altındadır. Ancak bu tehdit fabrikaları engellemeye yetmez. Sermaye sınıfı üretimden vazgeçmez. Fabrikaların çalışması, üretim, kazanılması zorunlu olan ücretler ve evlerde kömür yakmakla gelen konfor baskın çıkar. Böylece dengeler bozulmaya başlar. Üretimin, dolayısı ile zehir kaplı gecelerin devam etmesi için ne gerekiyorsa yapılır. 1952 yılında Temiz Hava Yasası çıkıncaya dek Londra sise teslim olur.
Charles Dickens ve Arthur Conan Doyle'un romanlarında canlı bir şekilde tasvir edilen Londra'nın sisli atmosferi işte bu dönemde ortaya çıktı. Katilleri sakladı, suçları perdeledi. Victoria dönemine ait hayalet hikayelerinin ve Sherlock Holmes maceralarının atmosferik arka planının oluşmasını sağladı.
ROMANLARA SIZAN DUMAN
Hava kirliliği sanatı da etkiler. Pek çok yazar için bu yoğun duman ahlaki sınırları ortadan kaldıran, güven verici kesinliklerin yerine belirsizlik ve şüpheyi getirerek toplumsal düzeni tehdit eden bir simge haline gelir. Charles Dickens ve Arthur ConanDoyle sisle haşır neşir olan yazarların başında gelirler. Katilleri saklayan, suçları perdeleyen, hayalet hikayelerine ilham veren Londra sisi Sherlock Holmes’ün maceralarına gizemli atmosferi veren arka planının oluşmasını sağlar. Ne var ki Dickens konuya farklı bir yerden yaklaşacaktır.
Dickens, kendisi gençken ailesi yoksulluğa düştüğünden beri işçi sınıfına karşı bir sempati geliştirmişti. Donanma memuru olan babası, ödeyemediği borcu yüzünden hapishaneye atılınca annesi ve kardeşlerine bakmak on bir yaşındaki Charles’a düşer. Okulu bırakıp fabrikada çalışmaya başlar.
SAKLANAN ÇOCUKLUK SIRRI
Dickens kendini işçi sınıfına yakın hisseden bir yazardır. Popüler kimliğiyle tezat oluşturan bu yaklaşımı yazarın çocukluğu ile alakalıdır. Donanma memuru olan babası, ödeyemediği bir borç nedeniyle hapis cezası alınca ailesini geçindirmek on bir yaşındaki Charles’a düşer. Okulu bırakır ve bir fabrikada çalışmaya başlar. Ayakkabı boyası ve cila üreten Londra'nın merkezindeki WarrenBoya Fabrikası’nda günde onsaat, haftanın altı günü çalışır. Çalışma koşulları berbattır. Dickens buradaayakkabı boyalarının, cilakutularının üzerine etiket yapıştırır. Ne var ki geçmişine ait bu detayı zamanı bir sır olarak saklar. Popüler bir yazar olarak tanındığı çevresinden kimse vaktinde bir çocuk işçi olduğunu bilmez. Bu gerçek, yazarın ölümünden sonra 1872 yılında biyografi yazarı John Forster tarafından kamuoyuna açıklanır. Ancak çocuk işçi olmanın getirdiği deneyim ve hayata bakış açısı yazarı hiç terk etmez. Dickens sermayenin tarafını tutan satırlar yazmaz. Fabrikaları güzellemez. Aksine, o zehir dolu sisi satırlarına aynen yaşandığı kasvetle birlikte taşır. Sonraları sisli havayı tanımlamak için ‘Dickensvari bir kasvet’ lafı kullanılmaya başlanır. Dickens Kasvetli Ev romanında sisi metaforik bir araç olarak kullanır. Sosyal adaletsizliği, yargıdaki çürümeyi, bozulan değerleri, hayatın her alanına dokunup kötüye doğru dönüştüren sisi yoğun olarak işler. Gelin bu satırları beraberce okuyalım:
‘Amansız bir Kasım havası, sanki sular dünya üzerinden henüz çekilmiş gibi sokaklar çamur içinde. Duman yumuşak kara bir serpintiyle bacalardan aşağı doğru çöküyor. Kurum taneleri sanki güneşin ölümü yüzünden matem elbiselerine bürünmüş lapa lapa yağan kar taneleri kadar büyük. (…) Her yerde sis. Nehrin yukarısında küçük adacıkların ve çayırların arasında sis. Nehrin aşağısında saf saf gemilerin ve büyük, kirli bir şehrin suya bıraktığı pisliklerin arasında kirlenerek yuvarlanan sis. Kent yükseklerinde sis. Kömür gemilerinin mutfaklarına sızan sis. Avlulara yayılan ve büyük gemilerin arması üzerinde asılı olan sis. Odalarında ateş başında hırıltıyla soluyan huzurevi sakinlerinin gözlerinde, gırtlaklarında sis.Huysuz tekne kaptanının ikindi vakti yaktığı piponun sapında sis.Güvertede titreyen küçük çırağın el ve ayak parmaklarını gaddarca çimdikleyen sis. Sanki bir balondaymışlar da puslu bulutlar arasında asılıymışlar gibi her tarafları sisle çevrili. (…) Böylesi bir öğleden sonra Yüce Chancery Mahkemesi’nin bir kısım üyelerinin bitmek bilmek bir davanın on binlerce safhasından biriyle hülyalı hülyalı uğraşmaları, kaypak emsaller üzerine birbirlerine çelme takmaları, adaleti arama rolünü oynamaları gerekir – ki oynuyorlar da zaten. (…) Chancery mahkemesi budur işte. Her yerde çürümeye yüz tutmuş evler, çoraklaşmış topraklar bırakır. Her tımarhanede yıpranmış delileri, her mezarlıkta ölüleri vardır. Ayakkabıları delinmiş, giysileri lime lime, her tanıdığından borç dilenen, per perişan davacıları vardır. Sözüm ona adalet sağlayıcıları para sahibi güçlülere doğruyu örseletecek her türlü şeyi bol bol temin ederler. Parayı, sabrı, cesareti, umudu öylesine tüketir, beyni öylesine hırpalar, gönlü öylesine yaralar ki ona maruz kalan her şerefli insan ‘buraya gelmektense haksızlığa katlan’ demekten kendini alamaz.’
Sizin de genziniz yandı mı okurken? Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsünde miyiz? Zamanların en puslu, zamanların en sislisinde miyiz? Bu ciğer solduran toz dumanda kaybolmayıp el yordamıyla da olsa birbirimizi bulabilelim isterim. Bu yazı ile elimi uzatmış olayım.
Ben bir süre burada olacağım.
Merhaba.
Bahar Akpınar, Dr., Yazar, Dramaturg, Eleştirmen
Yorum Yazın