Türkiye’de son yıllarda yaşanan yolsuzluklar ve bunların cezasız kalması, hukuk devletinden, demokrasiden, şeffaflıktan ve hesap verilebilirlikten ne kadar uzaklaştığımızı sergiliyor. Hukuk tanımazlık, kanunların etkisiz kılınması, tamamen keyfi uygulamalar, neredeyse yolsuzluğun ve cezasızlığın hoşgörüyle karşılandığı bir alana doğru çekiliyor…
ABD’li sosyolog ve ekonomist Gary Becker, doktora öğrencilerinin sınavına geç kalmak üzeredir. Arabasıyla son sürat okulun bahçesine girer fakat park yeri sınav yerine epeyce uzakta kalmıştır. Bir an düşünür ve karar verir. Arabasını, park etmenin yasak olduğu sınavın yapılacağı sınıfın önüne park edecektir. Sınav çok önemli olduğu için cezayı göze almak en iyi seçenek gibi durmaktadır. Arabayı park eder ve sınıfa dalar.
Becker, sınav süresince yaptığı davranışı düşünür ve o ana kadar kimsenin fark etmediği bir gerçeği fark eder.
Kararının, tamamen olası bir maliyetle- yakalanma/cezalandırılma/aracının çekilmesi - sınava zamanında gitmenin faydasını tartma meselesi olduğunu görür. Bu haliyle bakıldığında alınan karar tamamen bir maliyet/fayda analizine dayanmaktadır.
Becker, sınavda şöyle düşünmüştür: “Her akıllı insan için, suçun beklenen getirisi beklenen maliyetinden yüksekse, o suçu işlememek anlamsızdır.”
‘SUÇUN GETİRİSİ, MALİYETİNDEN YÜKSEKSE, O SUÇU İŞLEMEMEK ANLAMSIZ’
Gary Becker’e 1992 Nobel Ekonomi Ödülü getiren bu gerçek, suç işlemenin ardındaki rasyonelliktir.
Becker, sınavda şöyle düşünmüştür: “Her akıllı insan için, suçun beklenen getirisi beklenen maliyetinden yüksekse, o suçu işlememek anlamsızdır.”
Becker’ın tespitinden hareketle özellikle Türkiye şartlarında son yıllarda görülen pek çok örnek üzerinden düşünecek olursak, şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Akıllı ama aynı zamanda ahlaki açıdan zayıf bir insan, suç sonrası elde edeceği kazancın, o suçun olası cezasından daha çok olması halinde o suçu işler…
Hele de suçun işlenmesinin ardından olayın hiç ortaya çıkmaması, ortaya çıksa bile yeterince soruşturulmaması, hatta yargının ve dolayısıyla mahkemelerin baskı altında olması, muhtemel cezanın şiddetini azaltacağı ya da sıfırlayacağı için suçu neredeyse işlememek mümkün değildir!
Diğer yandan, suçun işlenmesinin rasyonel bir davranış haline dönüşmesiyle ve cezasız kalmasıyla birlikte, diğer ahlaki açıdan zayıf insanlar da mevcut durumun özendiriciliğine kapılıp suç işlemeye yönelecektir.
Böylelikle bu da bizlere, suçun nasıl araçsallaştırılıp rasyonelleştirildiğine dair çok önemli bir gerçeği de göstermiş oluyor.
Tek tek örnekler üzerinden gitmeye kalkarsak sayfalar yetmeyeceği için ve üstelik herkesin de malumu olan suçları burada tekrar etmek gerekmediği için yine Gary Becker’ın teorisi üzerinden gidersek, ülkede yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla ortaya çıkan suçların nasıl işlendiğine, nasıl yeterince soruşturulmadığına, nasıl üzerinin örtüldüğüne, yargı sürecinin işletilmesine ve medyanın ifade özgürlüğüne nasıl müdahale edildiğine, sonunda da suçun nasıl cezasız kaldığına onlarca defa hep birlikte tanıklık ettik…
Bu soruşturmalar, Türkiye’de yolsuzluğun nasıl soruşturulmadığına ya da soruşturulamayacağına ilişkin önemli örnekler teşkil ediyor, aynı zamanda yolsuzlukla mücadeleye dair inancı da derinden zedeliyor. Suçun cezasız kalmasıyla ve normalleştirilmesiyle birlikte yolsuzluk iddialarının araştırılmayacağına ilişkin toplumdaki algı güçleniyor, kamu vicdanında ciddi yaralar açıyor.
Hatırlanacak olursa, uzun yıllara yayılan medyaya uygulanan yayın yasaklarından, soruşturmayı başlatanların görevden alınmasından hatta meslekten men edilmelerinden, haberi yapan gazetecilere açılan davalardan, hatta geçmişte yolsuzluk iddialarının odağındaki bakanlar hakkında Meclis soruşturmasının reddine kadar cezasızlığa yol açabilecek pek çok gelişme yaşandı.
Tüm bu gelişmeler, hem Türkiye kamuoyuna hem de dünyaya, hukuk devletinden, demokrasiden, şeffaflıktan ve hesap verilebilirlikten ne kadar uzaklaştığımızı sergiliyor. Hukuk tanımazlık, kanunların etkisiz kılınması, tamamen keyfi uygulamalar, yolsuzluğu ve cezasızlığı normalleştiren bir alana çekiyor.
Daha önceleri insan hakları ihlalleri alanında daha çok konuşulan cezasızlık kavramı artık günümüzde giderek artan yolsuzluk operasyonlarıyla gündemde. Yolsuzluklarla ilgili gerçek bir soruşturma, yargılama ve hesap verme süreci gerçekleştirilemedikçe de, cezasızlığı daha çok konuşmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.
Maalesef politik aktörlerin alışkanlık haline getirdiği üzere, Türkiye’de yerleşmiş ve giderek de kötü bir hal alan cezasızlık kültüründen istifade etme, haklarındaki suçlamalarla ilgili hesap verme yükümlülüğünden kurtulma hali tehlikeli şekilde yaygınlaşıyor.
Elbette bahsettiğimiz suç işleme özgürlüğünün cezasızlıktan aldığı cesarete ilaveten Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamının, yaygın işsizliğin, gelir adaletsizliğinin, emek sömürüsünün, toplumsal ve sosyal refahın giderek düşüyor olması gibi parametrelerin çok büyük payı var.
Tam da bu konuyla ilgili olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Boran Ali Mercan’ın Gazete Duvar’dan Mühdan Sağlam’a verdiği röportajdadikkat çektiği önemli bazı noktalar var.
İnsanların özellikle sosyal medya platformlarında çeşitli uygulamalar vasıtasıyla başkalarının zenginliğine tanık oluşu kendi yoksulluk, yoksunluk ve yetersizlik algılarını derinleştiriyor.Başkasının varsıllığı karşısında böyle bir radikal yoksunluk hissiyatı, adaletsizliğin bireysel tecrübe edilme biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
RADİKAL YOKSUNLUK HİSSİYATI
Mercan’ın, “Adaletsizliğe karşı suç bir adalet tesis aracına dönüşüyor” diyerek tariflediği içinde bulunduğumuz duruma ilişkin şu tespitleri kritik:
“Çalışma faaliyeti olarak suçtan bahsediyoruz, yani suçun kendisi bir gelir getirici faaliyet, bir tür meslek olarak görülmeye başlanıyor. İnsanların özellikle sosyal medya platformlarında çeşitli uygulamalar vasıtasıyla başkalarının zenginliğine tanık oluşu kendi yoksulluk, yoksunluk ve yetersizlik algılarını derinleştiriyor. Başkasının varsıllığı karşısında böyle bir radikal yoksunluk hissiyatı, adaletsizliğin bireysel tecrübe edilme biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal adalet refah devleti mekanizmalarıyla yurttaşlık temelinde tesis edilmediği için, mutlak ya da göreli yoksulluğu giderecek alternatif ve bireysel adalet mekanizmaları devreye giriyor. İşte bu noktada suç/suça eğilim bir adalet tesis mekanizmasına dönüşüyor. Bu yeri gelir dükkandan ekmek çalmak olur, yeri gelir birinin elinden telefonunu alıp kaçmak olur, yeri gelir torba tutmak olur ya da şantaj olur. Herkes belirli arzu ve yaşamsal taleplere sahip, ancak sahip olunan imkan ve kısıtlar bir gerilim yaratıyor ve bu gerilimi ortadan kaldıracak, hafifletecek bir sosyal adalet mekanizması olmadığında suç burada bir adalet tesis aracına dönüşüyor.”
Özetle, Türkiye’de hem giderek alışkanlık haline getirilmek istenen bir cezasızlık kültürü var, hem de yaygın suçlara karşı büyük bir hoşgörü var.
AKP Parti Sözcüsü Ömer Çelik, “Cezasızlık algısına müsaade etmeyeceğiz” dedi. Ceza İnfaz Hükümleri’nde değişikliğe gidileceğini açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “Kriminal tiplerin ortalıkta dolaşmasından rahatsızız, cezasızlık algısı kalkacak” açıklamasında bulundu.
Biz de çok rahatsızız, hem de çok rahatsızın, buyrun hodri meydan…
Yorum Yazın