Bu sırrı ortaya çıkarmak için de (belki) tarih boyunca İstanbul ile karşılıklı bir rekabet ve öğrenme ilişkisi içinde olan Venedik gibi tarih boyunca çaresizliklerden ve olağandışı zorluklardan ders çıkarmaya çalışmış bir şehir belki yardımcı olabilir.
Gerçekliğin çölüne hoş geldiniz!
Bu söz bana ait değil. Slavoj Zizek kitabındaki bir bölümün başlığını böyle koymuş (*) Matrix adlı hit filmdeki direniş lideri Morpheus’a referansla.
Gerçeklikle karşılaşma biçimi travmatik. Kitleleri edilginleştiriyor. Bir şeyleri değiştirmelerine, öğrenmelerine ya da önlem almalarına değil, tam tersine daha da çaresiz hale gelmelerine yol açıyor. Ancak bir deprem olup, binlerce insan öldükten sonra geçici olarak bir şeylerin farkına varır gibi oluyoruz. Yapılaşma biçiminde bir sorun olduğunu hissediyoruz. Felaketlerle karşılaşınca gerçeklerle karşılaşıyor gibi oluyoruz.
Marmara Denizi’nin can çekiştiğini gösteren müsilaj dedikleri şey de öyle. Felaket ortaya çıkınca müsilajın ne olduğunu öğreniyor, sorunu biliyor gibi oluyoruz.
Gerçekler yalnızca travmatik etkileri, yarattıkları sonuçlar ile görülebilir hale geliyorlar.
Sürekli imajlar üzerinden konuşmaya zorlanmak tuhaf değil mi?
Modernleşme öncesi, geleneksel adı verilen toplum biçimlerinde evet, insanlar görüntüye sıkıştırılmışlardı, ama hiç olmazsa önceden ne yapılacağını --örtük olarak- gösteren usuller vardı ve ne olacağı biliniyordu.
Müsilaj ortaya çıktıktan sonra Marmara’daki yaşamı kırıma uğratan kirlenme, oksijensizleşme durumundan söz etmek…Bir zamanların çok sayıda canlı türünün yaşadığı denizin öldüğünü tespit etmek. Bilim, akıl, fikir üretimi adeta yankı odasına alınmış durumda.
BİLİM YANKI ODASINA ALINMIŞ DURUMDA
Müsilaj ortaya çıktıktan, Marmara denizinde ölüm gerçekleştikten sonra, toplulukların gerçeklikle temas eder gibi olmaları gayet anlaşılır bir durum. Ama yönetimlerin, bilgi sermayesinin sahiplerinin ortaya çıktıktan, her şey olup bittikten sonra felakete işaret etmeleri anlaşılır bir durum değil.
Müsilaj ortaya çıktıktan sonra Marmara’daki yaşamı kırıma uğratan kirlenme, oksijensizleşme durumundan söz etmek…Bir zamanların çok sayıda canlı türünün yaşadığı denizin öldüğünü tespit etmek.
Bilim, akıl, fikir üretimi adeta yankı odasına alınmış durumda.
Bu süreçte bir taraftan da denizde yaşayan canlıların kuluçka alanları, kıyılar inşaat molozları ile dolduruluyor.
Sürekli nüfus artışı, endüstrinin gelişmesi gibi gerçeklere dikkat çekiliyor. İstanbulluların gözleri nesneleştirici bir şiddetle kamaştırılıyor. Ama bu bilgilerin göz kamaştırıcı ışığının arkasındaki karanlıkta kalan şehrin ve suyun nasıl yönetildiği…
İstanbulluların ödedikleri su faturaları şişiriliyor. Atıksu bedeli denerek, faturalar birkaç misliyle çarpılıyor.
Bu projelerle müteahhitler, imtiyazlı piyasa aktörleri zengin ediliyor. Tıpkı diğer koruma, ulaşım, afete hazırlık projelerinde olduğu gibi.
Halka ise sürekli “siz merak etmeyin, istediğiniz kadar kirletin… yaşam çevrenizi zehirleyin… biz gerekeni yapıyoruz” deniyor. Sanki su yönetiminde şeffaflık sağlanmadan, katılım olmadan, failler yönetime dahil edilmeden sorun çözülebilirmiş gibi.
Oysa şehrin yakın tarihinde suyu zehirlemeden geri kazanmak için kademeli olarak geliştirilmiş bir ilişki biçimi var.
Mevcut kent morfolojisi içinde derelerin su havzalarını koruyan lokal arıtma yapıları fosseptikler, yerel çözümler devre dışı bırakılıp, şehirdeki yüz milyonlarca dolara mal olan ve olmakta devam eden projelerle dereler örtülüp, kanalizasyon ve kolektörlerle pis sular denize boşaltılınca aniden sorun büyüyor.
Kendi kuyruğunu kovalayan köpek gibi bir şehirleşme modeli ortaya çıkıyor. "Nüfus arttı, yollar genişletilsin. Zehirlenen derelerin üstleri otoyollarla kapatılsın. Arıtma tesisleri sorunları çözsün!" Bu yüzden zaman zaman doğru şeyler söyleniyormuş gibi gözükse de tıpkı durmuş bir saatin iki kere doğruyu göstermesine benzer şekilde ve bütün planlama konularında olduğu gibi istikrarlı, kurallı, planlı bir süreç yönetimi gelişmiyor. Atık su yönetimi için bugüne kadar Dünya Bankası'ndan alınan kredilerle muazzam bir kaynak kullanılıyor. Su faturaları içinde atık su neredeyse yarısı. Ancak, arıtma tesisleri erk merkezci yönetimle soruna dönüşüyor, iyi projelendirilmiyor, iyi çalışmıyor. Çözüm olarak gösterilen sorunun kendisini oluşturuyor.
İmtiyazlı piyasa aktörlerine terk edilen, nesneleştirici bilgi ile su yönetimi ile atık sular arıtılmıyor. Sonunda bugünkü felaket sonuçlara varılıyor. Ama hala sanki bu sistemle sorun çözülüyormuş gibi yapılıyor.
İSKİ’nin söylediklerine bakarsanız Marmara çok yakında -eskisi gibi- pırıl pırıl olacak… Faaliyet raporlarına bakılırsa, şehirsel atık su meselesi dev yatırımlarla ileri biyolojik arıtmadan geçirilerek sorunlar çoktan çözülmüş!
Oysa plan, proje, araştırma, uzmanlıklar gibi faaliyetlerin olmadığı ya da sınırlı bir alanda bulunduğu zamanlarda dahi geleneksel su sistemi çok daha iyi yönetiliyordu. Sahip çıkma bilinci yaratarak gelişiyordu. Bugünkü erk-merkezci şehir planlama ve su yönetimi teknikleri suyu metalaştırdı ve katılımı engelledi.
Bağımsız uzmanlık, STK katılımı, değil, işletme aşamasında bile bağımsız bir gözlem, izleme yok. İSKİ'nin kuruluşunda, AB'deki gibi özerk, misyon odaklı bir yapı öngörülmüş, biraz da kredi veren finans kurumları dayatmış, ama bu gerçekleşmemiş. Oysa dünyada havza yönetimi, alan yönetimi gibi kavramlar kullanılıyordu, o tarihlerde.
Peki o zaman Dünya Bankası’ndan Marmara’yı ve su havzalarını korumak için milyar dolarları bulan krediler neden alındı? O muazzam bütçelerle inşa edilen kolektörler, arıtma tesisleri ne işe yarıyor? Bunların hepsi çöpe gitti. Çünkü bu erk merkezci, yaratıcı enerjiyi ve failleri sürece dahil etmeyen yönetimsellik modeli çöktü. Yapım ve işletme maliyetleri çok yüksek.
Diğer yönetimsel konularda olduğu gibi, bu erk merkezci teknokratik -ve elbette ki popülist- model, neo-liberal koşullara dirençli, demokratik ve katılımcı politikaların geliştirilmesini engelliyor. Şehirsel altyapı sistemleri örneğin yaşanan dönüşümlerin, gelişmelerin bir gölgesi gibi algılanıyor. Merkeziyetçi politikaların kutsal bagajını oluşturan ideallerin arkasına gizlenerek, şehir spekülatif imar hareketlerinin sahnesi halini alıyor.
Bu projelerinin şehir merkezindeki trafik sorunun çözmek için otoyol kavşakları yapmaktan hiçbir farkı yok. Ya da deprem riskine karşı -sağlam yapılara parası karşılığı çürük raporu verilerek- gerçekleştirilen kentsel dönüşüm uygulamaları veya surlarda olduğu gibi tarihi eserleri mahveden “restorasyon” uygulamaları…
Suyun yalnızca görünür maliyetinin yüzde sekseni taşıma bedeli, elektrik enerjisi. Biyolojik arıtma, elde edilen katı atıkların santrifüj yoluyla yoğunlaştırması, kurutulması, taşınması gibi işlemlere baksanız bu işlemlerde de en az kaynağındaki suların şehre taşınmasından daha fazla bir enerji gerektiği ortaya çıkıyor. Yapılan devasa yatırımlar, işletme maliyetleri de cabası.
Atık su bedeli su faturalarının yarısını oluşturuyor. Ancak bağımsız uzmanlık, STK katılımı, bağımsız bir gözlem, izleme yok. Bir zamanlar dünyanın en gelişmiş su sistemine sahip olan şehrin, günümüzde, kırk yıl önceden başlayarak yönetim dönüşümünü ıskalamasına yol açıyor.
ATIK SU BEDELİ SU FATURALARININ YARISINI OLUŞTURUYOR
80’ler önemli bir kırılma noktası. Yönetimin bir şubesi olarak Sular İdaresi yerini İSKİ’ye bırakıyor. Diğer büyükşehirlerde misyon odaklı yönetim yapıları öngörülüyor, belki biraz da kredi veren finans kurumları dayatması ile... O tarihlerde dünyada havza yönetimi gibi kavramlar gündeme geliyor. Su yönetimi yeniden yapılanırken sistem kamu ile piyasa aktörlerinin ilişkisi üzerine inşa ediliyor. İSKİ’nin faaliyet raporlarına bakılırsa, şehirsel atık su meselesi dev yatırımlarla ileri biyolojik arıtmadan geçirilerek sorunlar çoktan çözülüyormuş gibi yapılıyor. Dünya Bankası'ndan alınan milyar dolarları bulan kredilerle muazzam bir kaynak kullanılıyor. Atık su bedeli su faturalarının yarısını oluşturuyor. Ancak bağımsız uzmanlık, STK katılımı, bağımsız bir gözlem, izleme yok.
Bir zamanlar dünyanın en gelişmiş su sistemine sahip olan şehrin, günümüzde, kırk yıl önceden başlayarak yönetim dönüşümünü ıskalamasına yol açıyor.
Kullanılan teknoloji güya ileri biyolojik arıtma… Suyun şehre taşınmasının, yani ait olduklarının havzaların suyunun çalınmasın hiç şüphesiz ekosistemlerinin, canlı sistemlerinin tahrip olmasının doğaya büyük bir maliyeti var. Soru şu: “Atık suları kaynağındaki gibi temiz yapacağız” diyordunuz. Peki o zaman elde ettiğimiz arıtılmış, kaynağındaki kadar temizlenmiş suları “derin deşarj” adı verilen sistemle neden denize veriyorsunuz? Kendileri de pekala durumun farkındalar. Ama bu erk merkezci rejimin yeniden üretimi bütün imtiyazlı çıkar zümrelerin işine geliyor.
Projeler kapalı ilişkiler ile geliştiriliyor. Yani piyasa aktörleri ile kol kola giren, kamu imkanları kariyer yapan uzmanlar, şirket temsilcileri.
Kamusal nitelikli kararların içeriğini oluşturan projeleri “çekmece şartnameleri” ile yapılan ihaleleri alan müteahhitler hazırlıyor. Onlar üniversitelerdeki, şirketlerdeki uzmanlara iş veriyor. Bilgi üretimi oligarşik ilişkiler ile koşullandırılıyor.
Su şehrin geçmişi ve geleceği ile ilgili hayati bir sırrı gizliyor.
Bu sır büyük ihtimalle failleri de dahil edecek, etkin kılacak “antroposen sonrası bir şehir yönetimi” olsa gerek. Bu sırrı ortaya çıkarmak için de belki tarih boyunca İstanbul ile karşılıklı rekabet ve öğrenme ilişkisi içinde olan Venedik gibi- tarih boyunca çaresizliklerden ders çıkarmaya çalışmış- bir şehir yol gösterici olabilir. Venedik’te sanat, miras gibi konularda olduğu gibi denizdeki canlılar, hareketler, atık su yönetimi konusunda araştırmalar yapan, projeler geliştiren misyon odaklı bir örgüt var.
Soru şu: 20. yüzyıldan kalma azman bir kuruluş, bugün devasa bir bütçeye sahip olan. İSKİ bugün erk merkezci, yaratıcı enerjiyi dışlayan ve şehri edilgin kılan nesneleştirici bir modelle yönetilebilir mi? Günümüzde İSKİ’yi şehirsel su ve atık suların yönetiminden -ya da geçmişte olduğu gibi su ihtiyacının karşılanmasından- sorumlu görmek yeterli değil. Marmara’nın ve havzaların korunmasında, su yönetiminde yerel halkın söz sahibi olabilmesi için yönetimin İstanbullular adına politika geliştirme yükümlülüğü var.
Yorum Yazın