Geçmişi kurcalıyor oluşumuzun en güçlü sebebi bugünü rahatlatma çabasıdır. Bugüne dair meseleler, kişinin benliğinden ve öyküsünden bağımsız olan olaylar, ne kadar acı verici olursa olsunlar kişinin en hazırlıksız yakalandığı kendi öyküsünün bırakacağı etkinin yanına yaklaşamazlar.Tercih ve iradesi dışında insanın üzerinde söz sahibi ya da etkisinin olamayacağı tek kişisel alanı geçmişidir denilebilir. Yaşanmıştır; olan olmuş, kişi kabullensin ya da kabullenmesin yaşantı kendisini gerçekleştirmiştir. Memnuniyet, pişmanlık ya da hayıflanmanın olaylar üzerindeki nesnel gücü yitirilmiş, haklı ve haksızlık gibi kavramlar saklı tutularak bir kapı tamamıyla kapanmıştır artık.Tüm bunlarla beraber geçmişi neden kurcalarız, neden konuşuruz. Mazinin ehemmiyeti nedir? Geçmiş dediğimiz olgu neden geçmez? Ruminatif/tekrarcı söylemler, takılıp kalmalar, yahut sıklığı artmış yad etmeler neden sonlanmaz?Freud’un ifade ettiği üzere insanın haz ilkesine göre yoğun motivasyonel davranışları olduğunu düşünürsek eğer, geçmişin ne kadar sıkıntı verdiğinden bağımsız bir şekilde kişinin bu durumdan çıkarı/psikolojik ya da fizyolojik bir doyumu olduğu söylenebilir. Acı veren meselelere arzu duyulabilir mi sorusunu sanırım yanıtlamak için uğraşmamıza çok gerek yoktur, nitekim tutkulu aşk gibi görünen istismar içerikli durumlarda ya da fiziksel zararları aşikar olan mevzularda insanın bazen yoğun özlem duyduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, evet insan acı çektiği yere çekim duyabilir.
Öte yandan geçmişi kurcalamak üzerinde kişinin herhangi bir etkisi bulunmuyorsa, bu tutarsızlık gibi görünen uğraşı açıklamak için bir yol daha çıkıyor karşımıza. O da geçmiş diye uğraşılan meselenin bugünde bizatihi yaşıyor oluşudur.
GEÇMİŞ DİYE UĞRAŞILAN MESELENİN BUGÜNDE YAŞIYOR OLUŞU
Kişi, içeriği olumlu ya da olumsuz olsun; içsel anlamda doyum yaşamadığı hiçbir mevzuyu sürdürmeyecektir çünkü.Öte yandan geçmişi kurcalamak üzerinde kişinin herhangi bir etkisi bulunmuyorsa, bu tutarsızlık gibi görünen uğraşı açıklamak için bir yol daha çıkıyor karşımıza. O da geçmiş diye uğraşılan meselenin bugünde bizatihi yaşıyor oluşudur. Ebeveyn ile kurulan ilksel ilişkilerde her birimiz yaşantımızın geri kalanında nesneler ile nasıl ilişki kuracağımızı da öğreniyoruz. Anne ile olan yakınlaşma biçimi, baba ile olan irtibat, bakım verenler ile oluşmuş hatıralar, bebeğin fiziksel gelişimi ile beraber yaşantısının tümünde kendini hatırlatacak psikolojik kolonları meydana getirir. Bu kolonlar kişi yetişkin olup da yaşantısını sürdürürken artık bakım verenlerinden bağımsız bir şekilde kendi habitatında izlerini sürdürüyor olur. Yani bakım verenlerin fiziksel varlıklarından bağımsız bir şekilde bugün eşya ile, konum ile, sevgili, eş, arkadaş ya da hiyerarşik bağların içerisinde anne ve babanın izdüşümleri yine, yeniden sahnelenmektedir.Öyle ki kişinin kendine acı veren psikolojik semptomları ile kurduğu ilişkiye dahi baktığımızda bakım verenleri ile eşdeğer bir sürecin içinde olduğunu sıklıkla söyleyebiliriz.Mizahi bir mesele olarak sıklıkla anlatılan bir durumdur; söz gelimi anne kalabalık bir yerde çocuğunu kaybeder, telaşla aramaya başlar. Çocuk annesini kaybettiğini fark edince kaygılanır, gözleri annesini arar. Bazen annesi çocuğu bulduğunda hiddetle kendi hışmını çocuğa yaşatır.Bu çocuk annesini yitirdiğinde annesizliğin kaygısıyla birlikte annenin kendisini bulduğunda yapacaklarının kaygısını da taşır. Oldukça zorlu bir paradoks. Özlem duyulan ile kurtulmaya çabalanan nesnenin aynı nesne olması…Bu kişiyi kurgusal anlamda büyüttüğümüzde bir varsayımla günaşırı panikler ya da yoğun kaygı yaşadığını düşündüğümüzde karşımıza sıklıkla benzer bir ilişme şekli çıkıyor. Bir an evvel kaygıdan kurtulmak isteyen benlik ile her sabah uyandığında ‘’acaba yine kaygılanacak mıyım’’ diye düşünen ve bedenindeki duyumları yoklayan, tarama sayfalarında kendini kaygılandıran meseleleri araştıran benlik aynı benlik. Kişi kendisine acı veren kaygı ve panikten bir an evvel kurtulmak isterken aynı zamanda henüz fark etmediği bir düzlemde kaygısını ve korkusunu yoğun bir şekilde aramaktadır da. Ebeveyn ile kurulan ilişki, kaygı ile ilişkisinde aynı tarzda varlığını sürdürmektedir. Yine Freud’a atıfla ruhsal sıkıntı yaratan bir mesele dışsal olgulardan kaynaklı ise kişi en basit anlamıyla kaçma yolunu seçerek bunu sonlandıracaktır. Fakat içeriden kaynaklanan konularda bu durum söz konusu değildir çünkü kişi kendi benliğinden kaçamaz.Faulkner’den bir alıntı ile tezimizi kapatalım; "Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir." Bilinç dışında diri bir şekilde kendini anımsatan geçmişi geride bırakmanın/nötralize etmenin tek yolu da onu bilinç düzeyine çağırıp, deşifre etmektir denilebilir.
Yorum Yazın