Arhan Kayar 90’lı yıllarda Taksim’e musallat olan heyulaya, meydanı otoyol kavşağına, Gezi’yi de AVM’ye dönüştürmeyi amaçlayan projeye karşı ilk direnişi başlatan kişilerden biridir. Direniş deyince de uygulama başladıktan sonra değil. Kurgulama aşamasında ve çok farklı bir şekilde.
Arhan Kayar’ın kaybı çok sarsıcı oldu.
Her güzel insanın gidişi bir boşluk bırakır. Arhan Kayar’ın gidişi bunun çok ötesinde.
Onsuz bir İstanbul’u hayal etmek mümkün değil. Yalnızca onu tanıyanlar ya da hayatına dokunduğu kişiler açısından değil. Yarattığı etkiler açısından.
Hafıza seçicidir. Herkes Arhan Kayar gibi çok yönlü, yaratıcı ve üretken bir kişinin farklı özelliklerini hatırlıyor olabilir. Ama o mutlaka bu çok yönlü kişiliğiyle anılacak.
Onunla arkadaşlığımızın da üniversite yıllarına uzanan bir geçmişi var.
Onun sayesinde çok insan tanıdım. Birlikte epey bir uğraş gerçekleştirdik.
Onun sıra dışı insanları buluşturma, kimsenin aklının almayacağı hayalleri gerçekleştirme kabiliyeti vardı.
Arhan hep arkada durduğu ve kendisini öne çıkarmaktan hoşlanmadığı için olacak bunların bir kısmını az sayıda kişi hatırlar.
Burada söz etmek istediğim bunlardan yalnızca iki tanesi.
Arhan Kayar’ın başını çektiği topluluk yalnızca işlevini yitiren endüstriyel alanlarda Seretonin etkinlikleri düzenlemekle, kamusal alanlarla ilgili programlar, projeler geliştirmekle kalmadı. Düzenlediği toplantılarla müştereklerin nasıl yapılandırılmaya çalışıldığını, mimari projeleri araştırıyordu.
Feshane’de ve Yedikule Gazhanesi’ndeki Seretonin etkinlikleri
Arhan Kayar’ın kurduğu ilişki ağlarıyla, harekete geçirdiği sıra dışı insanlarla 90’larda sanat dünyasında bir kırılma yarattı.
Arhan Kayar’ın başını çektiği topluluk yalnızca işlevini yitiren endüstriyel alanlarda Seretonin etkinlikleri düzenlemekle, kamusal alanlarla ilgili programlar, projeler geliştirmekle kalmadı. Düzenlediği toplantılarla müştereklerin nasıl yapılandırılmaya çalışıldığını, mimari projeleri araştırıyordu. Yıkımlarla, tepeden inme projelerle ve özelleştirmelerle dayatılan neo-liberal dönüşümüne karşı yerelleşmeci, şehrin enerjisinin kamusal hayatına özgürleştirici yöntemlerle katılmasını amaçlayan bir farklılıktı bu.
1989 yılında Haliç yıkımlarından kısmen kurtulmuş olan Feshane’de ilk Seretonin etkinliği düzenlendi. O tarihlere kadar tarihi mekanlar elbette ki sanat etkinlikleri için kullanılıyordu. Ama büyük bir şehir kırımına yol açan yıkımlardan tesadüfen kurtulmuş ve makineleri hurdaya atılmış metruk bir mekanda zannedersem ilk defa böyle bir şey oluyordu.
Çok sayıda sanatçının katıldığı ve on binlerce insanın izlemeye geldiği bu etkinlik hiçbir destek olmadan Arhan Kayar ve çevresindeki mimar ve sanatçılar tarafından gerçekleştirildi. 1992 yılında henüz faaliyetleri sona ermeden Yedikule Gazhanesi’nde tamamen bağımsız mimarların ve sanatçılarla düzenlediği Seretonin etkinlikleri zannedersem yalnızca 80 darbesi sonrasında şehrin kamusal hayatında nefes alacak bir özgürlük alanı açmakla kalmadı. Aynı zamanda bu mekanları işlevlendirmek için hiçbir çabası, hazırlığı, planı olmayan yönetimlerin karşısına bağımsız mimarların ve sanatçıların çıkmalarını sağladı.
Uluslararası doğalgaz ağına bağlanması planlanan İstanbul’da yönetimin henüz hiçbir hazırlığı yoktu. Ayrışmış bürokratik yapısıyla, bu dönüşümü karşılayabilecek ve neo-liberal koşullara dirençli politikalar geliştirebilecek bir durumda değildi. İşlevini yitiren endüstri mirası için bir planı, vizyonu hatta bugün de olduğu gibi bu dönüşümü yönetebilecek bir organlaşması da yoktu.
Toplantılar için sürekli kullanılan mekan Cihangir’deki Bilsak adlı 80 darbesi sonrasında çok sayıda aydının bir araya gelerek kurduğu bir kültür ve sanat merkeziydi. Bu mekanı canlandıran eşcinsel hareketinden İslamcılara kadar muazzam çeşitlilik gösteren katılımcılardı. Yaşanan şiddetin karşısında hayatta kalma deneyimi kazanmış, sıcak aile yuvalarını terk etmiş, göçmen yoksul yerel halkla ilişkiler kurarak yaşamayı tercih eden gençler. Deneysel etkinlikleri gerçekleştirenler kendi ayakları üzerinde durabilen, kurumsal yapılara bağımlı olmadan çalışan genç profesyonellerdi.
Daha önce “sanat" deyince konser, festival düzenlemeyi, “sergi" deyince sanat eserlerini teşhir etmeyi anlayan kurumlar yanılmıyorsam ilk defa onun gibi insanlar sayesinde performans sanatları ile tanıştılar.
Bu zannedersem bir kırılma noktasıydı. Ama sonrasında büyük sermayenin kurumları, vakıfları, sanat müzeleri, bienaller gibi etkinlikleri sahiplendi. Popülist siyasal yapılar karşısında bir taraftan korunaklı bir alan yaratılırken, diğer taraftan da güncel sanat etkinlikleri sınıfsal perspektifini kaybetti, ehlileştirildi, seçkinlerin bir uğraşı haline getirildi.
The Marmara Oteli Arhan Kayar sayesinde bize Balo Salonu ve diğer çalışma mekanlarını açıyordu. Atölye çalışmalarına yerli yabancı birçok tanınmış mimar, kültür yöneticisi ve aktivist katılıyordu. Arhan Kayar’ın başını çektiği Taksim Platformu’nun yaklaşımı ise yaklaşımı ise fikir geliştirme alanının genişlemesini sağlamak, alternatifleri göstermekti.
Taksim Meydanı ve Gezi projelerine karşı bağımsız mimarlar ve sanatçılar girişimi:
Arhan Kayar 90’lı yıllarda Taksim’e musallat olan heyulaya, meydanı otoyol kavşağına, Gezi’yi de AVM’ye dönüştürmeyi amaçlayan projeye karşı ilk direnişi başlatan kişilerden biridir. Direniş deyince de uygulama başladıktan sonra değil. Kurgulama aşamasında ve çok farklı bir şekilde. Şaşırtıcı olan şuydu: O tarihlerde Büyükşehir Belediyesi müşterek alanlarla ilgili her yıl binlerce plan ve proje işi yaptırıyordu.
Bunlar hiçbir zaman katılıma açılmadan, kapalı kapılar ardında imtiyazlı bir zümreye paylaştırılıyordu. Bu nedenle projeler geliştirilirken kimsenin haberi olmuyordu. İhale yapıldıktan ve uygulama gerçekleştirildikten sonra itiraz etmek de güç ve geç oluyordu. Bu projelerin nasıl geliştirildiğini ve nasıl engellendiğini belki de bugün çok az kişi biliyor.
Öncesine gidersek, şehrin milli siyasetin bir temsil sahnesine dönüşmesine, zihin dünyasının askıya, müştereklerin ve insanların rehin alınmasına karşı bu tür eylemleri ilk düzenleyen Yeşil Dayanışma adını verilen girişimdir. Bu girişimin içinde de Semra Somersan, İhsan Bilgin, Burak Boysan, Barış İlhan, Hrant Dink… bir dolu sıra dışı insan vardı.
Bu topluluk bu tür “tartışılmaz” projelerin karşısına çıkarken tıpkı 1988’deki Galata yıkımlarında -ve diğerlerinde olduğu gibi- zannedersem düğüm noktalarını açmaya, bir bakıma “yapı-sökümcü” bir yöntem uygulamaya çalışıyordu.
Bu tür projeler genellikle belediyeler ile kamu imtiyazlarını, kariyer imkanlarını kullanan mimarların kapalı ilişkileri ile geliştiriliyordu. Haliç yıkımlarında, ya da daha sonra Süleymaniye, Sulukule, Tarlabaşı projelerinde görüldüğü gibi bu semtlerde yaşayan ve çalışan insanları kazıyan uygulamalara dönüşüyordu.
Şehir mekanı otoriter, merkeziyetçi bir işleyişin temsil sahnesi halini almıştı. Bu nedenle mimarlık, şehircilik gibi konular ya teknik işler gibi algılanıyor, ya da milli merkeziyetçi siyaset dünyasının içinde anlamlandırılıyordu.
Taksim’i otoyol kavşağına dönüştürmeyi, meydana uzanan caddeleri on metrelik derinlikte tünel rampalarına amaçlayan projeyi 90’lı yıllara doğru İTÜ’nün mimarlık fakültesinin saygıdeğer hocaları tasarlamışlardı. Üstelik yalnızca Taksim için değil, Beşiktaş, Beyazıt, Mecidiyeköy, Eminönü gibi şehrin bütün meydanlarına benzer projeler hazırlamışlardı.
Bu projeleri hazırlayanlar ile görüşmeye gittiğimizde, ya da toplantılara davet ettiğimizde “ulaşım bilimsel bir konudur, tartışılmaz” diyerek bizi azarladıklarını çok iyi hatırlıyorum. Ayrıca Taksim’de (sonra Yenikapı’da 2007 yılında) güçlükle durdurabildiğimiz AVM projesini de o tarihte Maslak’taki üniversite kampüsüne uzanacak metro hattının finansmanı için kullanılacağını iddia ediyorlardı.
Bu projeye karşı Taksim Platformu adı verilen kimisi oldukça geniş katılımlı ve basında ön sayfalarda yer alan toplantılar düzenleniyordu.
The Marmara Oteli Arhan Kayar sayesinde bize Balo Salonu ve diğer çalışma mekanlarını açıyordu. Atölye çalışmalarına yerli yabancı birçok tanınmış mimar, kültür yöneticisi ve aktivist katılıyordu.
Arhan Kayar’ın başını çektiği Taksim Platformu’nun yaklaşımı ise yaklaşımı ise fikir geliştirme alanının genişlemesini sağlamak, alternatifleri göstermekti.
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti adaylık sürecinin de bu eylemliliğin bir sonucu olduğunu çok az insan biliyor. Adaylık, yerelleşmeci bir müşterekler politikasının farklı yönetim organlaşma ihtiyacı ve Taksim Platformu çalışmalarıyla başladı. Arhan Kayar kurduğu ilişki ağıyla, fikirleriyle bu girişimin öne çıkmayan asıl aktörüdür.
Taksim Meydanı’nında neler yapılabileceği araştırılırken 1997’de Avrupa Kültür Başkenti olan Selanik şehri yönetimi ve çalışma ekibi ile ilişki kuruldu. Onların şehrin tarihi merkezindeki Aristotales Meydanı için gerçekleştirdikleri çok yönlü, katılımcı çalışmalar örnek teşkil etmişti. Sonra bu ilişkiler değer kültür başkentleri ile devam etti. Şehirdeki kültür misyonları, vakıfları bu hazırlıkları destekledi. 2005 yılında Türkiye’nin A.B. adaylığı gerçekleşince merkezi yönetim bu girişimi sahiplendi.
Ancak sanatın neo-liberal koşullarda hayırseverlik alanına izole olmasında ve kamusal alanda neredeyse tamamen iktidar yapılarının güdümüne girmesine, kutsal amaçlarla perdelenen kapalı ilişkilere karşı direnmek kolay olmadı. Kültür Başkenti girişimi bu nedenle başarısızlığa uğradı.
Arhan Kayar’dan söz ederken nedense hep aklıma Osman Kavala geliyor. O sanki bu çizgi dışı insanların misyonunu devralmıştı ve büyük bir özveriyle sürdürüyordu. Büyük ihtimalle bu nedenle rehin alındı. Eğer Arhan Kayar ve Osman Kavala gibi insanların amaçları gerçekleşseydi, hiç şüphe yok ki İstanbul farklı bir yer olurdu.
Yorum Yazın