Bilim insanları, insan faaliyetlerinin gezegenimizi hızla ısıttığı konusunda neredeyse tamamen hem fikirken, toplumun geniş kesimlerinde bu farkındalık aynı netlikte değil.
Yazar: Tracy Walsh | Çeviri: Mert Söyler | Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.
Çocukken hepimiz "kulaktan kulağa" oynamışızdır. Bir mesaj sırayla kişiden kişiye fısıldanır ve mesaj her defasında biraz daha bozulur. Bu oyunda, mesajın aslı değil, insanların nasıl anladığı önemlidir. Ama 1975’te ABD Savunma Bakanı James Schlesinger’ın dediği gibi, "Herkesin kendi görüşü olabilir, ama kendi gerçekleri olamaz."
Bugün bu söz, iklim değişikliği için de geçerli. Bilim insanlarının büyük çoğunluğu, insan faaliyetlerinin atmosferi, okyanusları ve karaları ısıtarak kısa sürede büyük değişikliklere neden olduğu konusunda hemfikir. Ancak kamuoyunda durum bu kadar net değil. Bilim insanlarının %97'si iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu kabul ederken, toplumun geri kalanında bu fikir birliği yok.
ABD’de Demokrat seçmenlerin %82’si insan faaliyetlerinin iklim değişikliğine büyük ölçüde katkıda bulunduğuna inanırken, Cumhuriyetçilerde bu oran sadece %38. Bu bölünme, krize verilen tepkilerde de kendini gösteriyor.
AYNI GERÇEKLER, FARKLI ALGILAR
Çeşitli araştırmalar ve anketler, iklim değişikliği konusunda Avrupa'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göre daha güçlü bir fikir birliği olduğunu gösteriyor. ABD’de vatandaşların sadece %12’si, bilim dünyasının iklim değişikliği konusunda neredeyse tam bir fikir birliği içinde olduğunun farkında. Bu durum dezenformasyon, medyanın olayı ele alış şekli ve bilişsel önyargılar gibi etkenlerin bir sonucu. İklim değişikliğini tartışmaya açık bir konu gibi göstermek, bilimsel gerçeklerin önemini azaltır ve iklim değişikliğini inkâr eden veya çözümleri geciktirengörüşleri güçlendirir.
Ayrıca, kanıtların ideolojik yorumlarını yalnızca bilimsel bir anlaşmazlık gibi sunma eğilimi var: ABD’de Demokrat seçmenlerin %82’si insan faaliyetlerinin iklim değişikliğine büyük ölçüde katkıda bulunduğuna inanırken, Cumhuriyetçilerde bu oran sadece %38. Bu bölünme, krize verilen tepkilerde de kendini gösteriyor.
2015 Paris Anlaşması gibi sera gazı emisyonlarını azaltma taahhütleri genellikle bağlayıcı değil. Bu da değişimin önündeki en büyük engeli ortaya koyuyor: Bu taahhütler herhangi bir yasal zorunluluk içermiyor, etkili yaptırım mekanizmalarına sahip değil ve hesap sorulabilirlik mekanizmaları eksik. Bu da anlaşmaların altını oyuyor ve dengesiz, tutarsız uygulamalar, bazı ülkelerin “bedavadan yararlanmasına” yol açıyor. Bu ülkeler, emisyonların azalmasından faydalanırken, maliyete çok az katkı sağlıyorlar.
YAPTIRIM YOKSA HESAP VEREN DE YOK
Uluslararası toplumun genel tepkisi aslında pek de yavaş sayılmaz. Hükümetler ve çok taraflı kuruluşlar, konunun ciddiyetini fark ettikçe, farklı düzeylerde de olsa, iklim değişikliğini hafifletme ve uyum sağlama planlarını uygulamaya koymak için taahhütler verdiler.
Aynı durum, karbon salınımlarını azaltma planlarında da geçerli, fakat 2015 Paris Anlaşması gibi sera gazı emisyonlarını azaltma taahhütleri genellikle bağlayıcı değil. Bu da değişimin önündeki en büyük engeli ortaya koyuyor: Bu taahhütler herhangi bir yasal zorunluluk içermiyor, etkili yaptırım mekanizmalarına sahip değil ve hesap sorulabilirlik mekanizmaları eksik. Bu da anlaşmaların altını oyuyor ve dengesiz, tutarsız uygulamalar, bazı ülkelerin “bedavadan yararlanmasına” yol açıyor. Bu ülkeler, emisyonların azalmasından faydalanırken, maliyete çok az katkı sağlıyorlar.
Şirketlerin, ülkelerin ve küresel enerji sektörünün geçiş planları, karbon salınımlarını nötrlemeye ve net sıfır hedeflerine ulaşmak için detaylı stratejiler içeriyor. Bu planlar, teknolojik yeniliklerden yeni regülasyonlara, yatırımlardan bireysel ve toplumsal davranış değişikliklerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ancak, karbon salınımlarını nötrleme ve net sıfır gibi hedefler konusundaki kafa karışıklığı, birçok durumda değişimi zorlaştıran bir engel oluyor.
2015 Paris Anlaşması'ndan bu yana bazı ilerlemeler kaydedildi. O dönemde mevcut politikalarla 2030'a kadar emisyonların %16 artması bekleniyordu. Şu anki projeksiyonlara göre bu artış %3'e kadar düşürüldü ancak küresel ısınmayı 2°C ile sınırlamak için emisyonların %28, 1,5°C ile sınırlamak için ise %42 azaltılması gerekiyor. Örneğin, Çin'in enerji sektöründeki karbondioksit emisyonları 2023'te %5,2 arttı. Bu durum, hedefe ulaşmak için 2025'te %4-6 kadar büyük oranda bir azaltım yapılması gerektiği anlamına geliyor.
KARBON EMİSYONLARINI NEDEN YAVAŞLATAMIYORUZ?
İnsanlığın iklim değişikliğine karşı tutumundaki tutarsızlıkların basit veya tek bir açıklaması yok. Bu sorun oldukça karmaşık ve karmaşıklığını anlamadan davranışları değiştirmek zor. Yıllık büyüme hızı yavaşlasa da, fosil yakıtlara olan küresel talep henüz zirveye ulaşmadı. 2030'a kadar zirveye ulaşması bekleniyor, ama bunun gerçekleşmesi için elektrikli araçların yaygınlaşması, Çin ekonomisinin yavaş büyümesi ve yenilenebilir enerjiye daha fazla yatırım yapılması gerekiyor.
Petrol ve doğal gaz yatırımlarına hâlâ büyük miktarda para akıtılıyor. 2016-2023 yılları arasında yıllık ortalama yaklaşık 0.75 trilyon dolar bu sektöre yatırıldı. 2023’te temiz enerjiye yapılan küresel yatırım ise yaklaşık 1.8 trilyon dolara ulaştı; fakat bu yatırımlar çoğunlukla Çin, Avrupa Birliği ve ABD gibi birkaç ülkede yoğunlaşıyor. Hidrokarbonlara yatırılan her dolara karşılık temiz enerjiye yaklaşık 1,8 dolar yatırım yapılıyor, ancak bu paranın tamamı yenilenebilir enerjilere gitmiyor. Ayrıca, uzun vadeli “geri tepme etkileri”, yani fiyatın düşmesinden dolayı talepte yaşanabilecek olan büyük artışlar kömür gibi bazı ham maddelerin kullanımındaki azalmaları yeniden yükseltebilir. Ayrıca, karbondioksit emisyonlarını azaltmanın yararları küresel ve uzun vadeli olsa da, maliyetleri genellikle yerel ve anlık oluyor.
Bu arada, düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkelerde kalkınma hâlâ pek çevre dostu değil. Örneğin, Hindistan'ın kömüre bağımlılığı devam ediyor. Oysa karbon emisyonlarını azaltmanın faydaları, birçok sektörde maliyetlerden daha ağır basıyor.
Bazı çözümler, kaynakları daha verimli yönetmek için altyapı veya teknoloji gerektiriyor, ama daha da önemlisi, yaşam tarzımızda ve değerlerimizde değişiklikler yapmamızı gerektiriyor. Klasik ekonomi rasyonellik kavramını merkeze alarak, yeterli bilgi ve gelirle bir bireyin her zaman kendi refahını en üst düzeye çıkaracak seçimler yapacağını varsayar.
ÇÖZÜMLER HÂLÂ BELİRSİZ
Tek bir çözüm olmadığını görmek zor değil. Bazı çözümler, kaynakları daha verimli yönetmek için altyapı veya teknoloji gerektiriyor, ama daha da önemlisi, yaşam tarzımızda ve değerlerimizde değişiklikler yapmamızı gerektiriyor. Klasik ekonomi rasyonellik kavramını merkeze alarak, yeterli bilgi ve gelirle bir bireyin her zaman kendi refahını en üst düzeye çıkaracak seçimler yapacağını varsayar. Ancak bu yaklaşım yetersiz kalıyor; insanların sadece tüketimle tatmin olmayı hedeflediğini varsayıyor ve başkalarıyla paylaşılan hayalleri, beklentileri ve hedefleri görmezden geliyor.
1950'lerde Herbert Simon'un çalışmaları, kararlarımızın aslında sınırlı rasyonellik ile daha doğru bir şekilde açıklandığını ortaya koymuştu. Bilişsel kapasitemiz, bilgi ve zamanımız sınırlı olduğu için, gerçekliği basitleştiriyor ve buna uyum sağlıyoruz. Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramı, katı moderniteden daha esnek, değişime daha yatkın bir topluma geçişi anlatır. Bu yeni düzende insanlar, uzun süre aynı davranış kalıplarını sürdürmekte zorlanırlar. Benzer şekilde Gilles Lipovetsky, bireysel arzuların anında tatminini, etik ilkelere bağlılık ve fedakarlığın önüne koyan bir kültürün bireycilik ve hazcılığından bahseder.
Bu fikirleri, iklim eylemi ve iklim değişikliğine uyum için adil geçiş süreçlerinde ortaya çıkan fedakârlık zorunluluklarıyla nasıl uzlaştırabiliriz? Belki de çözümün bir parçası, bu karmaşıklığı kabul etmek ve kararlarımızın nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmaktır. Önyargıları ve tutarsızlıkları başkalarında fark etmek, kendimizde fark etmekten daha kolaydır.
Yorum Yazın