Hazır yeni bir yıla girmişken ve takvimden düşen bir yaprağın yaşamımızda bomboş bir sayfa açmak fırsatı sunduğuna inanırken, zamandan ne anladığımızı sorgulamak iyi bir başlangıç olabilir, böylelikle hem kendimizden hem başkalarından hem de siyasetten ne beklediğimizi ve bekleyebileceğimizi daha iyi anlayabiliriz. Bu sorulara yanıt arayarak “harcanmış” bir zamandan daha “kıymetlisi” bulunabilir mi? Sanmam.
Zihnimizin sayısız yanılsamalarından biri de zamanın denize doğru dümdüz akan bir nehir gibi olması, kavuşmaları bir an meselesi olduğu inancımız, ki değil. Zaman yanılsaması fiziksel olarak ölçtüğümüz zaman ile algıladığımız zaman arasındaki uçurumu tarif eden bir terim; eğlenirken zamanın hızlı geçmesi ve tam aksine sıkıcı bir işle meşgul olduğumuzda dakikaların sakız gibi uzaması bu uçurumun ne olduğunu gayet iyi gösteriyor. Bir de “takvim yanılsaması” diye bir şey olmalı, takvimde tek bir yaprak değişti diye hayatımızın kökten değişeceğine inanmak yanılgı değil de nedir ki? Bu yanılsamayı doğum günlerimizde, hafta ya da ay başlarında ya da mevsim başlangıçlarında da derinden yaşıyoruz: pazartesi günleri yeni bir diyete başlamak için çok iyi bir gün gibi gözüküyor. İnsani bir şey, yaşamın karmaşıklığını ve belirsizliğini azaltıp düz bir patikada yürüyormuş gibi hissetmek istiyoruz, başka türlüsü çok zor.
Zamanın nesnel bir şekilde ölçülebilen, dilimlere ayrılabilen, herkesin her yerde eşit derecede ve büyük benzerlikle deneyimlediği bir şey olarak sunmak Aydınlanma’nın icadı sonuçta…
Evrenin akıl yoluyla anlaşılabileceği iddiasına yaslanan Aydınlanma filozofları, içinde bulunduğumuz alemi bir saat olarak tasvir etmekle kalmamışlar, zamanı -ve tabii ki tarihi- bizi ileriye götüren fasılasız bir akış olarak akıl yürütmelerine temel almışlar. Çok rahat sarf ettiğimiz bazı terimler, örneğin “geri kalmış ülkeler”, “ilerleme”, “gecikme” gibi kavramlar bir durumu anlatmakla kalmıyor, aynı anda ilerlemenin bir zaman sorunu olduğunu bize göstermiyorlar mı?
Şimdi “Jakobenizm” olarak tarif ettiğimiz çoğu siyasetin amacı, aslında zamanı hızlandırmak ve bir an önce “muasır medeniyetler” seviyesine “ulaşmak” değil mi? Her şeye karşın Aydınlanma ve onun ayrılmaz kardeşleri Modernizm ve akılcılık o kadar içimize işlemiş ki, başka türlü düşünmeyi becerebilir miyiz, bilmiyorum.
Oysa zamanla ve onun ölçümüyle ilişkimiz hayli sorunlu: Ünlü bilişsel dilbilimci George Lakoff zamanı fiziksel olarak deneyimleyemediğimiz onu başka fiziksel gerçekliklerle ilişkilendirerek anlattığımızı söylüyor. Örneğin “vakit, nakit” oluyor, “zamanımız hızla tükeniyor”, “zamanımızı kimseye harcatmıyoruz”; muhasebe işlemlerine konu oluyor zaman. Zaman, aynı anda hareket eden bir şey; “son tarih hızla yaklaşıyor”, “yılbaşı gelmeden bu işi bitirmeliyiz”. Zaman, öğretiyor, iyileştiriyor bazen de düşmanlık taslıyor. Belki de sormamız gereken soru şu, günde kaç defa zaman hakkında düşünüyoruz?
Zamanı getirisi olması gereken bir tür sermaye olarak tanımladığınızda, bu sermayenin hem eşit dağılmadığını hem de eşitsizliklere yol açtığını da baştan kabul etmiş oluyorsunuz. Aylaklık bir insan hakkı değil, aristokratlara, zenginlere ve sinema sanatçılarına verilmiş bir ayrıcalık olabiliyor bu bakış açısıyla…
Zamanın lineer bir nehir olduğu inancı bize sunulan kadar evrensel değil, malum Aydınlanma ürettiği bilginin evrensel olduğu iddiasını taşır ya. Oysa birçok kültürde zamanın başka tür yorumlamaları bulunuyor: Budizm, Hinduizm ve Taoizm gibi Asya merkezli kültürlerde zaman dediğimiz şey döngüsel, bir başı ya da sonu bulunmuyor.
Avusturalya’daki Aborjinlerin bazıları zamanı doğu-batı, kuzey-güney gibi kavramlarla ifade etmeyi tercih ediyorlar; kendi kabileleri için önemli olan olaylar daha “yakın”, daha önemsiz olanlarsa daha uzak olarak tarif ediliyor.
Afrika’da yaygın olan bir zaman tarifiyse ilişkisel, “Ubuntu” anlayışına göre zaman bireyler arasındaki ilişkileri güçlendiren ve derinleştiren bir araç, zaman tüketilen bir kaynak değil, paylaşılan bir zenginlik.
Şili’nin Aymara kültüründe geçmiş önümüzde uzanırken, gelecek de arkamızda kalmış olarak tarif ediliyor, hayli akıl karıştırıcı. Zaman konusunda farklı yorumlar sadece Batı-Doğu, Kuzey-Güney arasında farklılaşmıyor.
Bize çok türdeş gözüken Batı medeniyetinde dahi zamanın farklı yorumları var, örneğin John Berger sanayileşmenin unutturduğu köy yaşamında zamanın lineer olmadığını, onun yerine kozmik, doğa olaylarına bağlı ve döngüsel bir zaman anlayışına sahip olduklarını söyler; zaman köylünün kendisini geliştireceği ve değerlendireceği bir kaynak olarak görülmez, sadece geçer gider. Böyle baktığımızda da bizim evrensel bir kabul olarak algıladığımız zaman kavramının Batı’nın belirli merkezlerinde doğan, sanayileşme, kentlileşme ve modernleşme ile bir salgın gibi yayılan bir adet olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Modern zaman kavramının benimsenmesi tıpkı buhar gücünün, gazetelerin ya da futbolun yaygınlaşması gibi merkezle eklemlenmeyle ilişkili bir şey, Batı sadece mamul mallarını değil, kültürel pratiklerini ve en önemlisi dünyayı algılayışını ve zihniyetini de ihraç ediyor. Evrensel bir zaman imgesi, Batı’nın -siz kapitalizm olarak da okuyabilirsiniz- bireyleri terbiye etmekte, zaman bireylerin ve grupların nasıl yaşayacaklarını programlamak için dilimlenen ve tasnif edilen bir şey olarak görülebilir.
Foucault sadece hapishane ya da akıl hastanelerinde değil; işyerleri ve okullarda da zamanın takvimler, sınavlar ve gözetleme işleviyle kullanıldığını ve disiplinin ayrılmaz bir parçası olduğunu da gösteriyor bize. Kitle üretiminin sembolünün elinde saatle işçilerin tepesinde dikilen Frederick W. Taylor olması şaşırtıcı değil.
İçinde yaşadığımız anı bir fiziksel gerçeklik olarak değil, bir yanılsama olarak görebilirsek; zaman kavramsallaşmamızın evrensel ve objektif bir gerçekten ziyade bir kültürel inşa olduğunu, başka tariflerin ve başka kavramsallaştırmaların da mümkün olduğunu idrak edebilirsek; Foucault’nun tarif ettiği zihnimizin hapishanelerinden firar etmemiz mümkün olabilir.
Zamanı getirisi olması gereken bir tür sermaye olarak tanımladığınızda, bu sermayenin hem eşit dağılmadığını hem de eşitsizliklere yol açtığını da baştan kabul etmiş oluyorsunuz. Aylaklık bir insan hakkı değil, aristokratlara, zenginlere ve sinema sanatçılarına verilmiş bir ayrıcalık olabiliyor bu bakış açısıyla…
Ya da evinde çocuklarına bakmakla yükümlü çifte mesai yapan bir kadının, ya da okurken aynı zamanda kardeşlerinden sorumlu olan bir genç kızın bu kaynağa, ya da bu kaynak üzerindeki kontrole herkes kadar sahip olmadığını da görüyoruz. Nicholas Nassim Taleb işleri ölçeklenebilir ya da ölçeklenemez olarak tanımlarken, aynı zaman dilimini ayırarak daha fazla para kazanıp kazanamayacağınıza bakmanızı tavsiye ediyor. Örneğin bir dişçinin bir günde tedavi edebileceği hasta sayısının bir üst limiti varken; bir romancının aynı süreyi ayırarak yazdığı kitaptan kazanabileceği rakam çok değişebilir. Eğer bu bir hiyerarşiyse, en altta kimin olduğu kesin, kendi yerimiz de hayli tartışmalı.
İçinde yaşadığımız anı bir fiziksel gerçeklik olarak değil, bir yanılsama olarak görebilirsek; zaman kavramsallaşmamızın evrensel ve objektif bir gerçekten ziyade bir kültürel inşa olduğunu, başka tariflerin ve başka kavramsallaştırmaların da mümkün olduğunu idrak edebilirsek; Foucault’nun tarif ettiği zihnimizin hapishanelerinden firar etmemiz mümkün olabilir.
Hazır yeni bir yıla girmişken ve takvimden düşen bir yaprağın yaşamımızda bomboş bir sayfa açmak fırsatı sunduğuna inanırken, zamandan ne anladığımızı sorgulamak iyi bir başlangıç olabilir, böylelikle hem kendimizden hem başkalarından hem de siyasetten ne beklediğimizi ve bekleyebileceğimizi daha iyi anlayabiliriz. Bu sorulara yanıt arayarak “harcanmış” bir zamandan daha “kıymetlisi” bulunabilir mi? Sanmam.
Yorum Yazın