OECD ülkelerini, sağladıkları kamu desteği oranına karşın yoksulluğu azaltma kapasiteleri bakımından sıraladığımızda, ülkemiz açısından yine karanlık bir tablo ortaya çıkmakta. Harcadığı kamu kaynağının karşılığını en çok alan ülkeler Japonya, İsveç ve İsviçre iken, kaynaklarını verimsiz harcayan ve yoksulluğu azaltma etkinliği en düşük ülkeler ise Slovenya, Slovak Cumhuriyeti ve Türkiye ve Meksika.
TÜİK verilerine göre 2024 yılı itibariyle ülkemizde yoksulluk oranı % 13’ün üzerinde iken, toplumun % 29,3’ü de yoksulluk riski ile karşı karşıya bulunuyor. 2022 verilerine göre OECD ülkeleri arasında yoksulluk oranı açısından Türkiye ortalamanın üzerinde. Konu çocuk yoksulluğu olduğunda ise tablo daha da karanlık. Ülkemiz maalesef % 22,4 ile % 12,4’lük OECD ortalamasının çok uzağında. Çocuk yoksulluğu konusunda durumu bizden daha kötü olan tek OECD ülkesi Kosta Rika.
Devletin sosyal harcamalarının bu yoksulluk salgını ile mücadelede yeterli olduğunu söylemek ise güç. Zira OECD ülkeleri ile karşılaştırdığımızda, kamunun sosyal harcamalarının gayrı safi milli hasılaya oranı bakımından Türkiye, yine sondan ikinci sırada yer alıyor. Bir diğer deyişle, 2022 itibariyle gayrı safi milli hasılasının sadece % 12,2’sini sosyal harcamalara harcayan Türkiye, Meksika’dan sonra yoksullukla mücadeleye en az kaynak ayıran OECD ülkesi konumunda.
Sosyal Yardım Yoksulluğu Azaltır mı?
Sosyal yardımların yoksulluğun azaltıcı bir etkiye sahip olduğu pek çok bilimsel çalışmayla da ispatlanmış durumda. Örneğin Columbia Üniversitesi Yoksulluk ve Sosyal Politikalar Merkezi’nin bir çalışmasında, 1967-2023 arasında ABD yoksulluk verileri üzerinden, vergi ve gelir transferi politikalarının hem mutlak hem de göreli yoksulluğu azaltıcı etkisi net bir biçimde ortaya koyuluyor.
OECD üyesi 36 ülkenin 2000-2018 yılları arasındaki sosyal harcama oranlarını ve yoksulluk düzeylerini inceleyen Özdemir ve İnce de benzer bir sonuca ulaşmış. Buna göre, sosyal yardım harcamalarının artışı beraberinde yoksullukta bir azalmayı getirirken; yardım harcamalarının azalması ise yoksulluğu arttırıyor. Dolayısıyla bilimsel açıdan sosyal yardımlar ile yoksulluk arasında bir ters korelasyon mevcut.
Öte yandan şurası açık ki sosyal yardımların, yoksulluğa neden olan yapısal koşulları ortadan kaldırması mümkün değil. Bunun için temel sosyoekonomik eğilimlerin dönüştürülmesi gerekir. Bu da makro ölçekli planlama ve uzun vadeli uygulama gerektirir. Sosyal yardımlar daha ziyade, altta yatan hastalık tedavi edilinceye kadar semptomların hafiflemesini sağlayan destekleyici ilaçlar gibidir. Mevcut yapısal koşulların ürettiği yoksulluk karşısında, herkesin insanca, bir başkasına el açmadan yaşayabilmesi için gerekli asgari koşulları sağlamayı hedefler.
Buradan hareketle sosyal yardımların yoksulluğu “yönettiğini” ileri sürmek ise mümkün değildir. Böyle bir iddia, ancak sosyal yardımlar yoksulluk sorununun çözümü önünde bir engel oluşturduğu takdirde ileri sürülebilir. Aksi durumda bu, diş ağrısına geçici bir çözüm olarak alınan ağrı kesici ilaçları, diş ağrısından sorumlu tutmaya benzer.
Türkiye’de hem yardımdan yararlanabilen nüfusun oranı hem de sosyal yardım miktarının yetersizliği nedeniyle sosyal yardımların istihdama katılımdan vazgeçirici bir rol oynaması zor (Buna karşılık, gerekli düzenlemelerin yapılmaması nedeniyle, sosyal yardımlar kayıt dışı istihdamı teşvik edici bir rol oynayabilir).
Sosyal Yardım, Bedavacılık ve Türkiye Gerçekleri
Sosyal yardımların yoksulluk sorununun çözümü önünde bir engel olduğunu, hatta bizatihi yoksulluğa yol açtığını ileri süren neo-liberal bir okuma sosyal bilim literatüründe gerçekten de vardır. Bu anlayışa göre birer “ağrı kesici” olarak uygulanan sosyal yardımlar, bir süre sonra hastayı kendisine bağımlı kılar, sorunun tedavisinin ötelenmesine, sorunun kökleşmesine neden olur. Daha spesifik olarak ileri sürülen şudur: bu sosyal yardımları alan kesimlerin çalışma arzu ve isteklerinin gerilemekte, toplumsal üretkenlik düşmekte ve insanlar tembelliğe, bedavacılığa alışmaktadır.
Kuramsal tartışmaları bir kenara bırakıp konuya Türkiye özelinde bakarsak, bu söylem ülkemiz gerçekleri ile uyuşmuyor. Zira yapılan yardımlar, Türkiye’nin devasa yoksulluk salgını karşısında zaten son derece az ve yetersiz. Bunların “bağımlılık yaratarak insanları tembelleştirecek” düzeyde olduğunu söylemek ülke gerçeklerinden uzak bir iddia.
Türkiye’de hem yardımdan yararlanabilen nüfusun oranı hem de sosyal yardım miktarının yetersizliği nedeniyle sosyal yardımların istihdama katılımdan vazgeçirici bir rol oynaması zor (Buna karşılık, gerekli düzenlemelerin yapılmaması nedeniyle, sosyal yardımlar kayıt dışı istihdamı teşvik edici bir rol oynayabilir).
Üstelik söz konusu tembelleştirici etki argümanı özellikle nakdi yardımlar söz konusu olduğunda daha akla yatkın. Oysa Türkiye’de sosyal yardımlar ağırlıklı olarak ayni yardım şeklinde ve ayni yardımlar, belirtilen olumsuzluklara neden olmaz.
Bu sosyal yardımların tembelliği teşvik ettiği gerekçesiyle bir dizi “koşula” bağlanmalarının, yoksullukla mücadeleyi sekteye uğrattığına dair çalışmalar da göz önüne alındığında, Türkiye’deki derin ve kalıcı yoksulluk karşısında bugün sosyal yardımların teorik bir dizi yan etkisini değil, bunların nasıl daha da yaygınlaştırıp daha etkin hale getirebileceğimizi dert etmemiz gerekir.
Sosyal Yardım, Yerel ve Merkezi Yönetim
Sosyal yardımların üretkenliği düşürücü bir rolü olabileceğine dikkat çeken neo-liberal eleştiri hattının yerel yönetim politikaları konusunda da bir dizi eleştirisi var: Buna göre yerel yönetimlerin yoksullukla mücadeleyi pasif destekler sunarak değil, aktif biçimde, iş gücünü dönüştürerek gerçekleştirmeli. Ayni ve nakdi yardımların yerini, yoksul kitleleri istihdam piyasasına katmayı hedefleyen, onları daha verimli bir iş gücü haline getirmeyi amaçlayan eğitim, yaşam boyu öğrenme ve çalışma desteği politikaları almalı.
Yine uluslararası tartışmalardaki bir siyasi “hattın” tercümesi olan bu fikirler Türkiye gerçekliği ile uyuşmuyor. İstihdam olanaklarının son derece sınırlı olduğu, geniş tanımlı işsizliğin % 27’nin üzerinde seyrettiği ülkemizde, ayni yardımlar pek çok aile için hayati bir rol oynamakta. Bugün bir göz odasını neyle ısıtacağını düşünen, ayda bir çocuğuna bir parça et yedirmek isteyen insanlar için uzun vadeli sosyal politikalardan ziyade, kısa vadede etkin, hızlı erişebildikleri destekler çok daha önemli.
Yerel yönetimlerin sosyal yardımları işte bu hayati desteği sağlıyor. Yerelle doğrudan temas halinde olan belediyelerin ayni ağırlıklı destekleri, yoksulluk salgını karşısında hastanın yaşama tutunmasını mümkün kılıyor.
Burada neo-liberal eleştirinin toptan haksız olmadığını belirtmeliyiz. Kalıcı yoksulluğun ortadan kaldırılması gerçekten de sosyoekonomik dönüşümleri ve bunları destekleyecek eğitim ve kültür politikalarını gerektiriyor. Fakat böylesi bir yapısal dönüşüm hamlesini gerçekleştirmek, gerek sahip olduğu kaynaklar gerekse makro ölçekli idari yetki ve kabiliyetleri bakımından merkezi yönetime düşer.
Belediyelerin sosyal desteklerini, yoksulluk hastalığının kesin çözümü olmadığı gerekçesiyle eleştirmek ve onlardan sahip oldukları sınırlı kaynakları yapısal bir dönüşüm harcamalarını beklemek yersiz olur. Böyle bir çaba istenen sosyoekonomik dönüşümü sağlayamayacağı gibi, toplumun en muhtaç kesimlerinin acil ihtiyaçlarının daha da az karşılanmasına yol açar.
Her bir kamu kurumu, sahip olduğu kaynaklara, idari yetki ve kapasitelerine ve toplumun ihtiyaçlarına göre kendi politikalarını şekillendirmek durumunda. Bu noktada gerçekçi olmak ve en etkin çözümü en olabilir biçimde ve en az kaynakla ortaya koymak amaçlanmalıdır. Bu pencereden değerlendirdiğimizde, yerel yönetimlerin sosyal politikalarını toplumsal bir dönüşüm perspektifi ile yeniden yapılandırmaları gerçekçi değildir ve istenen sonucu da doğurmaz.
Sonuç Yerine: Bazı Öneriler
Peki, Türkiye’de gerek yerel gerekse merkezi yönetimlerin sunduğu mevcut sosyal yardım sisteminde eksikler yok mu? Elbette bu sistemin pek çok eksiği var ve bu eksiklikler, belki de baştan sonra bir yenilenmeyi gerektirecek kadar derin. Zira yine verilerle konuşacak olursak, OECD ülkelerini, sağladıkları kamu desteği oranına karşın yoksulluğu azaltma kapasiteleri bakımından sıraladığımızda, ülkemiz açısından yine karanlık bir tablo ortaya çıkmakta. Harcadığı kamu kaynağının karşılığını en çok alan ülkeler Japonya, İsveç ve İsviçre iken, kaynaklarını verimsiz harcayan ve yoksulluğu azaltma etkinliği en düşük ülkeler ise Slovenya, Slovak Cumhuriyeti ve Türkiye ve Meksika. Buradan da görüldüğü üzere, sosyal yardımlar için ayırdığımız kaynak yetersiz olduğu gibi, bu kaynağın verimli kullanıldığımız da söylenemez.
Sosyal yardımlar başvuru esasına göre ve düzensiz bir biçimde verilmekte. Başvuru esası ancak çeşitli kanallarla bu yardımın bilgisine ulaşabilen kişileri kapsamakta. Aynı zamanda bu süreçler ayrımcılık ve kayırmacılık gibi suistimallere de açık. Oysa sosyal yardımlar başvuru ile sınırlandırılmamalı, düzensiz şekilde verilerek ihtiyaç sahiplerinin sürekli bir gelecek kaygısı içerisinde yaşamalarına neden olmamalı. Yardımlar, birer vatandaşlık hakkı olarak tüm ihtiyaç sahiplerine devlet tarafından tespit ve teslim yoluyla iletilmeli.
Sosyal yardımların organizasyonunda adalet, hakkaniyet ve şeffaflık ihtiyacı olduğu da söylenebilir. Kaldı ki bunlar, sosyal yardım politikalarına özgü ihtiyaçlar değil, idarenin her alanında, her koşulda sağlanması mutlak gerekli olan genel geçer ilkeler.
Öte yandan sosyal yardımların yerel yönetimler ve merkezi yönetimin farklı birimleri arasında sosyal politikaların koordineli bir şekilde, birbirlerini tamamlayacak bir kurgu içerisinde uygulanması önemli. Örneğin yerel yönetimlerin ayni yardımları ile kısa vadeli acil ihtiyaçları karşılanan ailelerin bireylerine diğer kamu kurumlarınca meslek edindirme kurslarının sağlanması, kadınların istihdamı için imkanlar açılması, eğitim destekleri yoluyla ailelerin yoksulluk zincirini kalıcı olarak kırılması gerekmekte. Bunun yanında farklı kurum ve kuruluşların ortak bir veri tabanında yardım ve destek verilerini paylaşmaları da bu eş güdümü arttırarak yardımların verimliliğine olumlu yansıyacaktır.
Son olarak bütün bu sosyal yardım politikalarının etki ölçümleri sürekli olarak yapılmalı, ürettikleri sonuçlar ve verimlilikleri titizlikle takip edilip sürekli değerlendirilmelidir. Böylelikle Türkiye, yalnızca sosyal yardımlara ayırdığı kaynaklar bakımından değil, bu kaynakların verimli kullanımı bakımından da OECD ortalamasının çok üzerine çıkmayı hedeflemelidir.
Yorum Yazın