İktidar blokundan gelen açıklamalar, kendi ifadeleriyle “Milli ve Yerli” muhalefetin, “iç cephe” söylemi üzerinden inşa edilme çabasından başka bir şey değildir. Burada siyasi sorumluluk muhalefet partilerine düşmektedir.
Bu dönemin birbirine bağlı ve bu anlamda birbirlerinin sonucu olacak birden çok kritik kavramı var.
Bunlardan ilki şüphesiz “iç cephe” kavramı.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kavramı ilk ne zaman kullandı?
Dahası ne anlama geliyor bu iç cephe?
Bunu anlamak için yakın tarihe gidelim.
Erdoğan’ın bu kavramı en duyulur biçimde ilk defa 10 Eylül’deki Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda kullandı.
O toplantıda İsrail’in izlediği savaş politikasını eleştirdikten sonra bölgede istikrarını koruyan, birlik ve beraberliğini muhafaza eden, ekonomide, turizmde, savunma sanayisinde, dış politikada, ticarette, güvenlikte atılım halinde olan yegane ülkenin Türkiye olduğunu ifade ettikten sonra; bunu bozmaya, dinamitlemeye, riske atmaya kimsenin hakkı olmadığını belirterek, “İç cephemizin güçlü tutulması noktasında hepimize, tüm siyasi aktörlere görevler düşmektedir. Sorumlu siyaset anlayışına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Dikkat edin sorumlu siyaset diyorum, sorunlu siyaset değil. İşte AK Parti kadroları bunun ta kendisidir.” diye konuştu.
Yine BM Zirvesi için gittiği ABD’de 25 Eylül’de verdiği röportajda Erdoğan’dan iç cephe vurgusunu açması istenince; “İç cephe bizi biz yapan değerlerdir. … Biz aynı şeye sevinme, bunun yanında aynı şeye üzülme, aynı şiirde duygulanma, aynı marşta göğsümüzün kabarabilmesi halini hep birlikte yaşamalıyız. Bütün bunlarla beraber iç cephe hedeflerimiz, bizim Kızıl Elmamızdır. Bizi o hedeflerden vazgeçirmeye, bizi yılgınlığa düşürmeye, bizi usandırıp umutsuzluk girdabına sürüklemeye çalışanlar, işte o iç cepheyi hedef alıyor. Biz o iç cepheyi çökerttirmeyiz. Orada çok kararlıyız...” cevabını verdi.
Erdoğan yine 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamasında Saray’da yaptığı konuşmada 30 Ağustos zaferini kazanılması bağlamında; “Şimdiye kadar nice zorluğun, oyunun nasıl üstesinden gelindiyse, çok daha fazlasının başarılacağına yürekten inanıyorum. Bunun için tek yapmamız gereken iç cephemizi sağlam tutmaktır. Milletlerin hayatında ekonomik sıkıntılar olur. Siyasette tansiyon, zaman zaman yükselebilir. Toplum kesimleri arasında anlaşmazlık yaşanabilir. Rekabet, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın olmazsa olmazıdır. 85 milyonun her konuda aynı fikirde olmasını beklemek gerçekçi değildir, doğru da değildir.”ifadelerini kullandı.
Bu söylemler açık biçimde, olası dış tehdit karşısında iç siyasette muhalefeti iktidar blokunun yanında yer alması gerektiğini ima ediyor.
Nasıl mı?
Erdoğan’ın 18 Ekim 2024’te Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) 51. Olağan Genel Kurulu'nda “iç cephe” bağlamında yaptığı, “İsrail’in koçbaşı olarak kullanıldığı kirli planın hedefine ulaşamaması her şeyden önce Türkiye’nin 85 milyon olarak kenetlenmesine bağlıdır. İç kalemizde bir gedik açılırsa, Allah korusun dışarıda verdiğimiz mücadelenin bir anlamı kalmaz. Tüm siyasi partilerin, tüm sendikaların, hangi görüşe mensup olursa olsun tüm sivil toplum kuruluşlarımızın kardeşlik seferberliğimize samimi destek vermesini bekliyoruz.” açıklamasına, dair Saray’daki hukuk danışmanı Mehmet Uçum sosyal medya hesabından “Bir Pazar Notu: İç Cephe Türkiye Cephesidir!” başlığıyla düzeltme niteliğindeki şu mesajı paylaştı:
“Atatürk’ün Nutuk’ta yer verdiği İç Cephe kavramı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirildi. Sayın Bahçeli de zaman zaman Atatürk’e de atıf yaparak İç Cephe vurgusunu etraflıca yapıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bölgemizde soykırımcı ve faşist İsrail yönetiminin yarattığı ateş çemberine ve küresel emperyalizmin yıkıcı projelerine karşı Türkiye’nin iç cephesini sağlam tutması gerektiğine işaret etti. Bu açıklama iç cephenin ne olduğuna ilişkin bir tartışma da başlattı.
İç cepheden somut olarak ve içerik açısından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin tarihsel ve güncel boyutları üzerinden farklı değerlendirmeler olabilir. Ancak genel bir çerçevede mutabakat sağlanması mümkündür.
Buna göre iç cephenin Türkiye’nin Ulusal (Milli) Demokratik Cephe perspektifi olduğu yaklaşımıyla şu tanım yapılabilir:
En büyük sosyal güçlerinden birincisinin Cumhur İttifakının olduğu,
tam bağımsızlıktan,
coğrafi bütünlükten,
siyasi birlikten yana ve
anti-emperyalist tüm güçlerin birleştiği,
Türkiye’yi koruma, güçlendirme ve geliştirme hedefleriyle hareket eden
CHP ve diğer muhalif mecraların yurtsever, ulusal, vatansever, milliyetçi güçleri de içinde tüm ulusal/milli güçlerin Milli Devletle birlikte oluşturduğu kuvvet, iç cephedir.
Cephe nitelemesinin askeri bir terim olması sebebiyle iç siyasette “iç cephe” şeklinde kullanılması halinde demokratik siyaseti militarize edebileceği eleştirileri yapılabilir. İç cephe iç siyasetteki rekabet açısından kullanılırsa bu eleştiri haklı da olabilir.
Fakat burada sözü edilen “iç cephe” ifadesi, ülke içi demokratik siyasi yarışma açısından değil, Atatürk’ün perspektifinde de yer aldığı üzere ülkeye yönelik çeşitli risklere karşı Milli Devlet ile Ulusal(Milli) Güç Unsurlarının bütünlüğüne işaret ettiği ve bu amaçla kullanıldığı için farklı değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak İç Cephenin tüm dış tehdit ve risklere karşı Milli Güç Unsurlarıyla Milli Devletin bireşimi olan “Türkiye Cephesi” olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.”
Bu açıklamalar, iktidarın sıkça ifade ettiği “Milli ve Yerli” muhalefetin, “iç cephe” söylemi üzerinden inşa edilmesinden başka bir şey değildir.
Ve bu esas olarak devlet aklının siyasi tercihidir.
Dış tehdit ciddiyeti konusunda iktidarın önceliği başta ana muhalefet partisi lideri olmak üzere, tüm siyasi parti liderleri ile ayrı ayrı ya da birlikte görüşmek, ortak bir yol haritası çıkarmak olmalıdır. Kısaca siyaset ve toplum böyle bir tehdidin gerçekliği konusunda toplum ikna edilmelidir. Peki bugüne kadar böyle bir çaba gördük mü? Hayır.
İKTİDARIN İKNA DERDİ NEDEN YOK?
Bunun içindir ki, yapması gerekeni yani toplumu ikna etmeyi tercih etmiyor.
Kabul edelim ki, gerçekçi bir dış tehdit karşısında ülke içindeki tüm parti, kurum ve kişilerin o dış tehdide karşı bir arada olması, ulus olmanın, vatanı savunmasının bir gereğidir.
Ama burada sorun bu dış tehdidin ne kadar gerçekçi olup olmadığıdır.
Bu bağlamda iki temel sorun var.
Gerçekten iç cepheyi tahkim etme gerekçesi olarak ifade edilen dış tehdit bugün için İsrail midir?
Bu gerçekçi bir tehdit midir?
Eğer bu sorunun cevabı evetse, iktidarın yapması gereken nedir?
Bu dış tehdit ciddiyeti konusunda başta ana muhalefet partisi lideri olmak üzere, tüm siyasi parti liderleri ile ayrı ayrı ya da birlikte görüşmek, ortak bir yol haritası çıkarmak olmalıdır.
Benzer biçimde ülkenin önde gelen kurumları ile de bu konuda bir ortaklaşma, paylaşım yapılması gerekmektedir.
Kısaca siyaset ve toplum böyle bir tehdidin gerçekliği konusunda ikna edilmelidir.
Peki bugüne kadar böyle bir çaba gördük mü?
Hayır.
Sadece muhalefetin talebiyle Meclis’te gizli bir oturum yapıldı. Ama bu görüşmeden dışarıya yansıyanlar bu tehdidin ifade edildiği kadar gerçekçi olmadığını gösterdi.
Görüldüğü gibi dış tehdit iktidar bloku için gerçekçi ama muhalefet için değil.
İktidar bu dış tehdit konusunda siyasi partileri ve toplumu ikna etmek yerine; Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP lideri Bahçeli üzerinden Kürt siyasi hareketi temsilcisi olan DEM Parti’den bazı siyasilerle tokalaştı.
Bahçeli bu tokalaşma için “Beni harekete geçiren Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı konuşmadır” dedi ve “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” ifadelerini kullandı.
Dahası İmralı’da tutuklu bulunan Öcalan’a seslenerek örgüte silah bıraktırması için çağrı yaptı.
Oysa çok değil 1.5-2 ay önce aynı Bahçeli, DEM Parti vekillerinin hatta danışmanlarının maaşlarına el koyulması, partinin kapatılmasına açıkça talep ettiğini bir yere not edelim.
İktidar blokunun bu girişimi açık biçimde dış tehdit konusunda ana muhalefet partisi CHP, İyi Parti, SP, Gelecek, Deva ve TİP’i değil sadece Dem Parti’yi ikna etme çabası açık biçimde dış tehdidin İsrail olmadığını göstermektedir.
DEM Parti ile kurulan ilişki esas olarak Kürt sorununu çözmekten çok Suriye’nin kuzeyi üzerinden güvenlik kaygısı olduğu açıkça ortadadır.
İç barışın sağlanması tüm siyasi ve toplumsal muhalefetin önceliği, iktidarı demokratikleşme yönünde adımlar atması sağlamak olmalıdır. Bunun anlamı iktidar blokunun siyaset yapma tarzının ve onun dayandığı otoriter zihniyetten uzaklaşması olacaktır.
DEMOKRASİYE DÖNÜŞ OLMADAN KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMEZ
Daha önce yazdığımı bir kez daha ifade edeyim. Türkiye’nin güvenliğin temeli içerde Kürtler dahil tüm toplumsal kesimlerle demokrasi temelinde bir toplumsal barışı inşa etmektir.
İkinci adımı ise etnik, kültürel, dinsel kimliğinden bağımsız olarak tüm komşularla barış temelinde bir ilişki kurmaktan geçmektedir.
Ve bu iki adım aynı anda atılmalıdır.
Ama iktidarın attığı adımların bu noktada olmadığını biliyoruz.
DEM Parti ile kurulan ilişki esas onları diğer muhalefetten ayrıştırma yönünde. Bunun için de Öcalan’ı kullanıyorlar. Demirtaş başta olmak üzere Kürt siyasilerin tutuklukları kamusal alanda konu dahi edilmiyor.
Bu yüzden içerde tüm siyasi ve toplumsal muhalefetin önceliği, iktidarı demokratikleşme yönünde adımlar atması sağlamak olmalıdır. Bunun anlamı iktidar blokunun siyaset yapma tarzının ve onun dayandığı otoriter zihniyetten uzaklaşması olacaktır.
Tam da bu noktada CHP lideri Özgür Özel’in, Selahattin Demirtaş’ı ziyareti ve sonrasında yaptığı “Barış görüşülecekse Selahattin Demirtaş gibi bir aktörün altı da kalın kalın çizilmelidir”açıklama önemlidir.
Yine bu görüşme sonrası Demirtaş’ın yaptığı açıklamadaki; “Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “normalleşme, yumuşama” diye ifade ettiği sürecin ayaklarının yere basması, ete kemiğe bürünmesi isteniyorsa yapılması gereken ilk şey, hukukun üstünlüğüne her alanda saygı duymaktır. Bu olmadan siyaset kanalları da açılmaz, normalleşme zemini de oluşmaz.” tespiti önemlidir.
Bu noktada siyasi ve toplumsal muhalefetin alacağı pozisyon; “iktidarın attığı adımların ülkenin içinde bulunduğu sorunları aşma yönünde mi yoksa yok sayma yönünde mi?” sorusuna göre olmalıdır.
---
Not: Son günlerde bu köşede 3 Ocak 2013’de adı konularak başlayan Çözüm Süreci döneminde Yeni Şafak’ta, bu süreçle ilgili yazılarımı yeniden yayınlıyorum.
Bunun bir amacı var; ne yaşandığını, şahitlikleri, olayları ile birlikte paylaşmak ve o günlerde yaşananların bugünle olan benzerlik ve farlılıklarını görmek.
Yorum Yazın