“Yeni anayasa” vaadinde bulunan iktidar blokunun cevaplaması gereken en temel soru şudur: Bu blokun temsilcileri beş generalin kendi iradelerinin dışında hiçbir sesi duymaya gönüllü olmadan yaptıkları Anayasadan daha farklı bir anayasa yapabilecekler midir? Meclis çalışmalarına hâkim kıldıkları çoğunluğun mutlak hâkimiyeti şeklindeki ruhla yapılacak yeni bir anayasanın 1982 Anayasasından tek farkı apoletsizlerce hazırlanması mı olacaktır?
Geçtiğimiz günlerde alevlenen “yeni anayasa” tartışması, Türkiye için yeni değil. Aksine bu tartışmanın 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra başladığını ve günümüze kadar uzandığını söylemek mümkün. Burada yaklaşık 40 yıldır devam eden, zaman zaman yükselen, sonra unutulmaya terk edilen “yeni anayasa” tartışmalarının mazisine ve farklı evrelerine değinecek değilim. Bu yazıda amacım, bugün Türkiye için “yeni anayasa” vaat eden Cumhur Blokunun gerekçelerinin ne ölçüde dürüst ve samimi olduğunu tartışmak.
Bugünkü “Yeni Anayasa” Vaadinin Gerekçesi Nedir?
14-28 Mayıs 2023 parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra “yeni anayasa” kavramı çeşitli vesilelerle Sayın Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan[1], Sayın Meclis Başkanı N. Kurtulmuş[2] ve Cumhur Blokunun ortaklarından MHP lideri Sayın Bahçeli[3] tarafından dile getirilmiştir. Bu aktörlerin açıklamalarında birkaç gerekçe öne çıkmaktadır. Bunlardan biri, Türkiye’nin 12 Eylül Anayasasıyla yönetilemeyeceği, diğeri ise geçirdiği değişikliklere rağmen bu Anayasadan vesayet zihniyetinin tasfiye edilemediğidir.
Yürürlükteki 1982 Anayasası, 12 Eylül müdahalesini gerçekleştiren askerî liderlerin iradesinin eseridir. Çünkü 29 Haziran 1981 tarihli 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanun’a göre bu Anayasa, 160 üyeden oluşan Danışma Meclisi tarafından hazırlanmıştır. Danışma Meclisi üyelerinin 40’ı Millî Güvenlik Konseyi (MGK) üyeleri tarafından doğrudan doğruya, 120’si ise gene Konsey tarafından dolaylı olarak seçilmiştir. Anayasa taslağına son şeklini verme yetkisi ise MGK’ya, yani beş generale aittir. Bu nedenle 1982 Anayasasının askerî iradenin ürünü olduğunu ifade etmek, abartılı bir değerlendirme olmayacaktır.[4]Dahası, Anayasa metni demokratik olmayan, ifade ve katılma hürriyetlerinin kısıtlandığı askerî yönetimin otoriter atmosferinde halkoyuna sunulmuştur. MGK’nin 70 sayılı Kararıyla Anayasa metni üzerinde vatandaşların görüşlerini serbestçe açıklamaları yasaklanmış; yalnızca Anayasa taslağını geliştirecek nitelikteki düşüncelerin açıklanmasına olanak tanınmıştır. Dahası Konsey’in 71 sayılı Kararıyla Anayasa taslağını halka tanıtma yetkisi, münhasıran müdahale lideri ve MGK Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e sunulmuştur.[5] Kısacası 1982 Anayasası, demokratik olmayan bir yöntemle hazırlanmış; demokratik olmayan koşullarda halkoylamasıyla kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Ne var ki Anayasanın 1987’den itibaren geçirdiği değişiklikler (1987, 1993, 1995, 2001, 2004), askerî yönetimin otoriter, yasakçı ve vesayetçi felsefesini bu Anayasadan bir ölçüde tasfiye etmiştir.
Bugün yürürlükteki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yaratan 21 Ocak 2017 tarihli 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu, olağanüstü halin ifade ve katılma hürriyetlerini kısıtladığı bir ortamda TBMM’ye ve halkoyuna sunulmuştur. 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasında mevzuata aykırı olarak mühürsüz oy pusulaları geçerli kabul edilmiştir. Bu ise Anayasa değişikliğinin meşruiyetine gölge düşürmüştür.
Bugün Türkiye “Yeni Anayasa”yı Tartışacak Demokratik Bir Ortama Sahip mi?
Burada vurgulamak istediğim önemli bir husus, bugün yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yaratan 6771 sayılı Anayasa değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında TBMM’ye ve ardından halkoyuna sunulmasıdır. Hatırlanacağı gibi 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünü bastırmak amacıyla Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, 20 Temmuz 2016’da olağanüstü hale geçiş kararı vermiş; bu karar, 21 Temmuz 2016’da TBMM tarafından onaylanmıştır. İki yıl devam eden olağanüstü hal süresince Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Anayasaya aykırı hükümler içeren olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerini[6] kabul ederek 12 Eylül askerî yönetimininki kadar ağır bir otoriter atmosfer yaratmıştır.
Kısacası, bugün yürürlükteki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yaratan 21 Ocak 2017 tarihli 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu, olağanüstü halin ifade ve katılma hürriyetlerini kısıtladığı bir ortamda TBMM’ye ve halkoyuna sunulmuştur. 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasında mevzuata aykırı olarak mühürsüz oy pusulaları geçerli kabul edilmiştir. Bu ise Anayasa değişikliğinin meşruiyetine gölge düşürmüştür.
Dolayısıyla bu noktada üzerinde durulması gereken en önemli soru, Türkiye’nin bugün içinde olduğu koşullarda ifade hürriyetiyle bu hürriyetten türeyen bilim ve sanat, toplantı ve gösteri yürüyüşü ve basın hürriyeti gibi hürriyetlerin alanının ne olduğu, vatandaşların karar alma sürecine katılma kanallarının ne ölçüde mevcut olduğu meselesidir. Maalesef Türkiye, bu anayasal hürriyetler yönünden MGK yönetiminin yarattığı koşullardan daha iyi bir noktada değildir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, olağanüstü hal yönetiminin yarattığı anayasasızlaştırma ve otoriterleşmeyi kurumsallaştırmıştır.[7]Nitekim merkezi Washington’da bulunan Hürriyet Evi’nin (Freedom House) her yıl yayınladığı Dünya Özgürlük Raporu’nda (Freedom in the World) Türkiye’nin sergilediği tablo, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Bu raporlarda ülkelerdeki sivil ve siyasal hakların alanına ve güvencelerine göre her ülke 1 ile 7 puan arasında rakamlarla değerlendirilmekte; 1, özgürlük seviyesinin en yüksek olduğu durumu, 7 ise en kötü olduğu durumu ifade etmektedir. Böylece ülkeler, özgür (free), kısmen özgür (partially free) ve özgür olmayan (non-free) olarak sınıflandırılmaktadır. Türkiye ise 2018’e kadar “kısmen özgür” kategorisinde yer aldığı halde 2018’den itibaren “özgür olmayan” kategorisine dâhil edilmiştir.
Ergun Özbudun’un aktardığı gibi 2018 raporu, “bunun gerekçesi olarak, ‘iktidarı başkanda merkezileştiren derinden sakat anayasa referandumu, seçilmiş belediye başkanlarının kütle halinde hükümetçe atananlarla değiştirilmesi, insan hakları aktivistleri ve devlet düşmanı olarak algılanan diğerleri hakkındaki keyfi kovuşturmalar, devlet görevlileri hakkında süregelen tasfiyeler’ hususlarına işaret etmekte ve bütün bunların sonucu olarak ‘vatandaşların hassas konularda görüşlerini ifade etmekten çekinir’ hale geldiğini belirtmektedir.”[8]
2024 raporunda ise Türkiye ile ilgili ifadeler, özgürlük alanlarında herhangi bir genişlemenin olmadığını, tam aksine iktidarın muhalefetin hareket sahasını kısıtlama eğilimini sürdürdüğünü göstermektedir. Bu raporda, Türkiye’de 2023’te yapılan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin eşit rekabet koşullarına dayanmadığı, iktidarın seçim sürecini manipüle edecek bir güce sahip olduğu, siyasal muhalefetin iktidara tırmanışını engellediği ifade edilmektedir.[9]
Aynı raporda Türkiye’de uzun bir süreden beri seçim sürecine hâkim olan manipülasyonların, muhalefet için eşit olmayan bir oyun sahası yarattığı; bunun ise demokrasiye tehdit oluşturduğu belirtilmiştir.[10] Rapora göre muhalefetin 2023’teki başarısızlığı, hükümetin sistematik olarak ifade hürriyetini sınırlamasıyla siyasal muhaliflere uyguladığı ceza kovuşturmalarının sonucudur. Böylece seçimler, adil olmayan bir ortamda gerçekleşmiştir.[11]
Anayasanın 153’üncü maddesinin açık hükmüne[12] rağmen Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlâli kararlarının gereğinin yerine getirilmemesi, Türkiye’nin hukuk devletinden ne ölçüde uzaklaştığını göstermektedir. 14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay, Anayasa Mahkemesi’nin evvelce verdiği Ömer Faruk Gergerlioğlu kararının objektif bağlayıcılığı karşısında serbest bırakılmalı, 2 Haziran 2023’te TBMM’de yemin ederek göreve başlamalıydı.
Türkiye’de anayasal özgürlüklerin ve hukuk devleti güvencelerinin düzeyini gösterecek başka veriler de mevcuttur. Anayasanın 153’üncü maddesinin açık hükmüne[13] rağmen Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlâli kararlarının gereğinin yerine getirilmemesi, Türkiye’nin hukuk devletinden ne ölçüde uzaklaştığını göstermektedir. 14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay, Anayasa Mahkemesi’nin evvelce verdiği Ömer Faruk Gergerlioğlu kararının objektif bağlayıcılığı karşısında serbest bırakılmalı, 2 Haziran 2023’te TBMM’de yemin ederek göreve başlamalıydı. Oysa Atalay serbest bırakılmamış, görevine başlayamamıştır. Bu nedenle Atalay, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuş; Yüksek Mahkeme, gerekçesini 27 Ekim 2023’te açıkladığı kararında hak ihlâline hükmetmiştir.[14] Bu karara rağmen Can Atalay serbest bırakılmamış; böylece bir kez daha bireysel başvuru hakkını kullanmak zorunda kalmıştır. Bu başvuru da Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlâli[15] kararıyla sonuçlanmış ancak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, bir kez daha Anayasanın 153’üncü maddesindeki açık hükme rağmen kararın gereğini yerine getirmemiştir. Böylece Can Atalay’ın milletvekilliği 30 Ocak 2024’te düşürülmüştür.
Türkiye’nin hukuk devletinin gereklerinden ne ölçüde uzaklaştığını gösteren bir başka veri ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapılan bireysel başvurularla ilgilidir. Yüksek Mahkeme’de halen görülmekte olan 68.450 davanın 23.400’ü Türkiye’ye aittir. Bu, görülmekte olan davaların yüzde 34,2’sinin Türkiye’ye karşı açıldığı anlamına gelmektedir. Bu skorla Türkiye, ilk sırada yer almaktadır. Türkiye’nin ardından gelen Rusya’ya karşı açılan davaların sayısı 12.450 olup bu, görülmekte olan davaların yüzde 18,2’sini teşkil etmektedir.[16]
Nihayet AİHM kararlarının gereklerinin yerine getirilmemesi de Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını göstermektedir. Oysa Türkiye, 1987’de AİHM’ye bireysel başvuru hakkını tanımış, 1989’da AİHM kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir. Dahası 2004’te Anayasanın 90’ıncı maddesine temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası andlaşmaların kanunların üzerinde olduğu hükmü eklenmiştir. Buna rağmen kamuoyunun yakından tanıdığı Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala hakkında AİHM’nin verdiği hak ihlâli ile serbest bırakılma hükmünü içeren kararların gerekleri yerine getirilmemiştir.Bu açıklamaların gösterdiği gibi Türkiye, özgürlüklerin Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak sınırlandığı ve hukuk devleti güvencelerinden yoksun kılındığı bir atmosfere sahiptir.
Kısacası bugün Türkiye, 12 Eylül’de kurulan MGK yönetiminin yarattığı baskı atmosferinden daha liberal bir ortama sahip değildir. Nitekim Ergun Özbudun, Türkiye’nin son yıllardaki siyasal rejimini, yarışmacı otoriterizm (competitive authoritarianism) kavramıyla tanımlayarak yarışma boyutunun giderek zayıfladığına, otoriterleşme eğiliminin ise güçlendiğine işaret etmiştir.[17]Bu nedenle bize bugün “yeni anayasa” vaadinde bulunanların dayandıkları gerekçelerden birinin, samimiyetten bir hayli uzak olduğunu belirtmek gerekir.
O halde “yeni anayasa” vaadinde bulunanlara haklı olarak öncelikle şu çağrıda bulunmamız gerekir: Evvela yürürlükteki Anayasayla Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların hükümlerinin gereklerini uygulayın. Türkiye’de ifade hürriyetinin ve katılma kanallarının korunduğu, hukuk devleti güvencelerinin etkin kılındığı bir demokratik ortamı sağlayın. Bunu başardığınız takdirde yeni anayasanın yapımı dâhil dilediğiniz her konuyu tartışmaya başlayabiliriz.
12 Eylül Yönetiminden Miras Kalan Vesayet Kurumlarının Tasfiye Edileceği İddiası Dürüst ve Samimi mi?
Gerçek bir demokraside parlamento ve hükümet gibi organlarla yerel yönetimlerin karar organlarının dürüst, âdil ve serbest seçimlerle belirlenmesi gerekir. Böylece seçimler, karar vericilerin halka hesap vermelerini sağlamaktadır. Alınan kararların bağımsız yargı denetimine tâbi olması ise bu kararların hukuka uygunluğunun güvencesini oluşturmaktadır.
Vesayet kurumlarının mevcut olduğu bir ortamda ise seçilmiş organların kararları, bürokratik makamların siyasal yerindelik denetimine tâbi olmakta; böylece alınan kararlara seçmen iradesi yansımamaktadır. Dolayısıyla karar organlarında yer alan aktörler, özgür iradeleriyle hareket edememekte; alınan kararların geri planındaki iradenin kime veya kimlere ait olduğu anlaşılamamaktadır. Türkiye’de 27 Mayıs müdahalesini takiben her askerî müdahale sonrasında bu tür askerî ve bürokratik mekanizmalar yaratılmış; böylece izlenen politikalara seçimle belirlenen hükümet ve parlamento aktörlerinin değil, vesayet kurumlarının iradesi hâkim olmuştur.[18] Bu kurumların bir kısmı, evvelce yapılan anayasa değişiklikleriyle tasfiye edilmiştir. Ne var ki vesayet mekanizmaları yönünden bugün Türkiye’nin önceki yıllara kıyasla daha karmaşık ve tasfiyesi daha güç bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek gerekir.
Anayasamızın 88’inci maddesine göre kanun teklif etmeye milletvekilleri yetkilidir. Ne var ki TBMM’ye sunulan kanun tekliflerinin, bu metinleri imzalayan milletvekillerinin iradesiyle mi yoksa bürokratların iradesiyle mi hazırlandığı, cevaplanması gereken önemli bir sorudur.Dahası uzun bir süreden beri TBMM, olağan kanun yapma yöntemini terk ederek yasama yetkisini torba kanunlar aracılığıyla kullanmaktadır. Konu yönünden hiçbir bağı olmayan çeşitli kanunlar üzerinde değişiklik içeren torba kanunlar, Anayasanın ve Meclis İçtüzüğünün usul kuralları göz ardı edilerek görüşülmekte ve kabul edilmektedir. Bu kanunlar esas ve talî komisyonlarda görüşülmemekte, çoğu kez Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulmakta; böylece Plan ve Bütçe Komisyonu’nun iş yükü artmakta, diğer komisyonlar ise by-pass edilmektedir. Dahası Meclis İçtüzüğünün 38’inci maddesi, kanun tekliflerinin komisyonlarda öncelikle anayasaya uygunluk yönünden incelenmesi gerektiğini emrettiği halde, muhalefet partilerinin bu yöndeki inceleme talepleri ve itirazları, komisyonda ve Genel Kurul’da dikkate alınmamaktadır. Böylece yasama sürecinde milletvekillerinin iradesi etkisiz kılınmakta, Anayasanın 7’nci maddesinde yer alan “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” hükmü ihlâl edilmektedir.Bu tablo, TBMM’nin yasama yetkisini bürokratik bir kadronun gölgesinde kullandığını göstermektedir. Bu ise askerî yönetimlerin yarattığı vesayet kurumlarından esinlenen yeni bir vesayet mekanizmasının varlığına işaret etmektedir.
Bundan başka, halkın iradesiyle belirlenen belediye başkanlarının, Anayasanın 127’nci maddesinin İçişleri Bakanı’na sunduğu muğlak yetki aracılığıyla geçici olarak görevden uzaklaştırılması, yerel yönetimler üzerinde merkezî yönetimin vesayet denetimine zemin hazırlamıştır. 15 Ağustos 2016 tarihli 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Belediyeler Kanunu’nun 45’inci maddesinde yaptığı değişiklikle görevden alınan belediye başkanları yerine kayyum atama kuralı benimsenmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Anayasanın 106’ncı maddesinin 4’üncü fıkrası gereğince bakanlar, Cumhurbaşkanı tarafından atanan yüksek bürokratlar statüsündedir. Böylece belediye başkanlarının görevden alınarak yerlerine kayyum atanması, seçilmiş yerel yöneticilerin atanmışların kontrolüne terk edildiği bir vesayet düzeni yaratmıştır.[19]Bu nedenle son günlerde “yeni anayasa” vaadinde bulunanların, Türkiye’yi vesayet kurumlarından kurtaracakları yönündeki gerekçe de inandırıcılıktan uzaktır. İktidar blokunun aktörleri, Türkiye’yi vesayet zihniyetinden ve vesayet kurumlarından kurtaracakları iddiasında dürüst ve samimilerse önce TBMM’yi Anayasaya aykırı olarak işlevsiz kılan uygulamalarla seçilmiş belediye başkanları yerine kayyum atama politikasından vazgeçmelidir.
İktidar blokunun aktörleri, Türkiye’yi vesayet zihniyetinden ve vesayet kurumlarından kurtaracakları iddiasında dürüst ve samimilerse önce TBMM’yi Anayasaya aykırı olarak işlevsiz kılan uygulamalarla seçilmiş belediye başkanları yerine kayyum atama politikasından vazgeçmelidir.
TBMM, Yeni Bir Anayasanın Gerektirdiği Uzlaşma Yeteneğine Sahip mi?
Yeni bir anayasanın yapımının gerektirdiği demokratik koşulların mevcut olmadığını gösteren bir başka bulgu ise TBMM’ye hâkim olan çalışma anlayışı ile ilgilidir. Anayasamızın 87’nci ve 175’inci maddeleri, anayasayı değiştirme yetkisini (Bu maddelerde kastedilen kısmî değişikliklerdir.) TBMM’ye tanımıştır. TBMM bu yetkiyi Anayasada ve Meclis İçtüzüğünde gösterilen usullere uygun olarak Anayasa Komisyonu ve TBMM Genel Kurulu aracılığıyla kullanacaktır.Anayasaların, bir toplumun birbirinden farklı kesimlerinin ortak yaşama belgesi olduğu düşünülürse bu metinlerin serbest bir tartışmayla ve uzlaşmayla hazırlanması gerektiği anlaşılacaktır.
Oysa 28. dönem TBMM’nin bugüne kadar sürdürdüğü çalışmalarda uzlaşmanın mevcut olmadığı, TBMM’nin aldığı kararlara iktidar blokunun iradesinin hâkim olduğu görülmektedir. Bunu bir örnekle somutlaştırmak gerekirse TBMM, haftada üç gün toplanmakta (Salı, Çarşamba, Perşembe), her günkü toplantısı bir birleşim olarak adlandırılmakta, her birleşimde siyasi parti grupları birer araştırma önergesi vermektedir. 6 Temmuz 2023 itibarıyla Meclis’te altı siyasi parti grubu oluşmuştur. Bunlardan dördü muhalefet partilerine aittir. Dolayısıyla Temmuz 2023’ten bu yana her birleşimde dört, bir haftada ise on iki araştırma önergesi sunulmuştur. Bu, bir ayda yaklaşık kırk sekiz araştırma önergesinin sunulduğu anlamına gelmektedir.
Ne var ki dört muhalif parti grubu tarafından bugüne kadar TBMM’ye sunulan araştırma önergelerinden hiçbiri kabul edilmemiştir. Çünkü bu önergeler Cumhur Blokunun ortaklarının sürdürdüğü sistematik ve kararlı bir tutumla reddedilmektedir. Bu ise iktidar blokunun muhalefetin iradesini asgarî düzeyde dahi dikkate almadığını, muhalefet partilerinin ve onların temsil ettikleri toplum kesimlerinin iradelerine sayısal çoğunluklarıyla ambargo koyduklarını göstermektedir.O halde “yeni anayasa” vaadinde bulunan iktidar blokunun cevaplaması gereken en temel soru şudur: Bu blokun temsilcileri beş generalin kendi iradelerinin dışında hiçbir sesi duymaya gönüllü olmadan yaptıkları Anayasadan daha farklı bir anayasa yapabilecekler midir? Meclis çalışmalarına hâkim kıldıkları çoğunluğun mutlak hâkimiyeti şeklindeki ruhla yapılacak yeni bir anayasanın 1982 Anayasasından tek farkı apoletsizlerce hazırlanması mı olacaktır? Bu gerçekler karşısında muhalefet partileri ve onların temsil ettiği toplum kesimlerinin, iktidar blokunun yeni anayasa tezine endişeyle ve şüpheyle yaklaşması haklı değil midir?
------
[1] Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, 28. Dönem, 2. Yasama Yılı, Birinci Birleşim, 1 Ekim 2023.
[2] “Numan Kurtulmuş’tan Yeni Anayasa Mesajı: Türkiye’nin Boynunun Borcudur”, Gazete Duvar, 25 Eylül 2023, erişim tarihi: 27 Nisan 2024, https://www.gazeteduvar.com.tr/numan-kurtulmustan-yeni-anayasa-mesaji-turkiyenin-boynunun-borcudur-haber-1639316; Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, 28. Dönem, 2. Yasama Yılı, Birinci Birleşim, 1 Ekim 2023.
[3] “Bahçeli: MHP Yeni Anayasa İçin 100 Maddelik Teklif Metniyle Hazır”, AA, 3 Ekim 2023, erişim tarihi: 27 Nisan 2024, https://www.aa.com.tr/tr/politika/bahceli-mhp-yeni-anayasa-icin-100-maddelik-teklif-metniyle-hazir/3006550#.
[4] Serap Yazıcı, Yeni Anayasa ve Türkiye: Seçkincilikten Toplum Sözleşmesine, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 22.
[5] Serap Yazıcı, Yeni Anayasa ve Türkiye: Seçkincilikten Toplum Sözleşmesine, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 28-29.[6] Serap Yazıcı, “Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri: Kamu Görevinden İhraçlar ve Yol Açtıkları Hukuka Aykırılık Sorunları”, Prof. Dr. Metin Günday Armağanı, Cilt 2, Atılım Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2020, s. 1501-1555
.[7] Serap Yazıcı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi: Yol Açtığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Türkiye Tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Tartışmaları, Demokrasiyi Güçlendirme Derneği, İstanbul, 2022, s. 233-250.
[8] Ergun Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, Yetkin Yayınları, Ankara, 2019, s. 139.
[9] Freedom House, “Freedom in the World 2024, The Mounting Damage of Flawed Elections and Armed Conflict” https://freedomhouse.org/sites/default/files/2024-02/FIW_2024_DigitalBooklet.pdf, s. 1.
[10] Freedom House, “Freedom in the World 2024, The Mounting Damage of Flawed Elections and Armed Conflict” https://freedomhouse.org/sites/default/files/2024-02/FIW_2024_DigitalBooklet.pdf, s. 4.
[11] Freedom House, “Freedom in the World 2024, The Mounting Damage of Flawed Elections and Armed Conflict” https://freedomhouse.org/sites/default/files/2024-02/FIW_2024_DigitalBooklet.pdf, s. 9.
[12]153’üncü madde: “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. (…) Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”
[13]153’üncü madde: “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. (…) Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”
[14] Anayasa Mahkemesi, Şerafettin Can Atalay, Başvuru no: 2023/53898, 25.10.2023, R.G.: 27.10.2023 / 32352.
[15] Anayasa Mahkemesi, Şerafettin Can Atalay, Başvuru no: 2023/99744, 21.12.2023, R.G.: 27.12.2023 / 32412.
[16] European Court of the Human Rights, Analysis of 202, January 2024, p. 7, erişim tarihi: 28.04.2024, https://www.echr.coe.int/documents/d/echr/stats-analysis-2023-eng#:~:text=In%202023%2C%2016%2C623%20applications%20were,57%25%20were%20lodged%20against%20Russia.&text=Judgments%20were%20delivered%20in%20respect,an%20increase%20of%2066%25).
[17] Ergun Özbudun, Anayasalcılık ve Demokrasi, Yetkin Yayınları, Ankara, 2019, s. 143-144; ayrıca bakınız Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, Yetkin Yayınları, Ankara, 2021, s. 173.
[18] Serap Yazıcı, Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayınları, Ankara, 1997; ayrıca bakınız Serap Yazıcı, Demokratikleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 79-115.
[19] Serap Yazıcı, “Hukuk Devleti Bu Hikâyenin Neresinde?”, Politikyol, 25 Aralık 2022, erişim tarihi: 28 Nisan 2024, https://www.politikyol.com/hukuk-devleti-bu-hikayenin-neresinde/
Yorum Yazın