Yaşanmamış hayatların gölgesinde yaşamaya çalışılan nice hayatlardan biriydi Zühre… Yalnız değildi, ama bu kalabalık teselli etmiyordu onu. En temel hakları için bile mücadele etmek zorunda kalmadıkları bir hayat diliyordu. Dünya kadınlar günü başlığında kutlanan bir gün ise çok ilgilendirmiyordu belki de onu.
Henüz öğlen vaktiydi. Perdeleri kapanmış odasında yine uyutmaya çalışırken bulmuştu kendini. Unutmanın, gerçeklerle yüzleşmenin ve belki de yaşamamanın en kolay yoluydu uyumak. O nedenle her gün bu yola başvuruyor, kendini uyutabildiği, yaşayamadığı hayatından uzaklaştığı bu anları kar sayıyordu. Rüyalarında gördükleri, kendi hayatında olanlardan daha gerçekçi geliyordu ona. Ne yapmak isterse onu yapabiliyor, hissedebiliyor ve çocuksu bir sevinçle coşabiliyordu; rüyalarında… Bu özgürlük hissi, ona kendini inanılmaz iyi hissettiriyor ve bu nedenle rüyalar onun için ayrı bir anlam ifade ediyordu.
Hayatı anlamakta ve ona uyum sağlamakta güçlük çekiyordu. Hiç bitmeyen bir mücadelenin içinde kalmaktan artık yorulmuştu. Mücadelesini verdiği büyük büyük şeyler de değildi üstelik. Belki de onu en çok üzen, bu basit ama tüm hayatını yaşanmaz kılan detaylardı. Daha büyük şeyler yaşamak ve konuşmak isterken, aşamadığı sınırları, uğraşmak zorunda olduğu küçük meseleleri, büyük bir sıkışmışlık hissiyle, olduğu yerde kalmasına, bir adım dahi atamayacak hale gelmesine neden oluyordu. Bu sınırlara alışmış olmayı ya da kabullenmiş olmayı yeğlerdi ama o da mümkün olmadı. Ne çizilen sınırlara alışabildi, ne de aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan kurtulabildi.
İdrak etmekte zorluk çekiyordu olan biten her şeyi. Anlayabilse belki çözebilecek gücü de bulabilecekti kendinde. Kendini ve hayatı hatırlayabildiği çok küçük yaşlarından itibaren, en yakınları tarafından, görülmemek ve duyulmamak üzere başlamıştı her şey onun için.
EN YAKINLARI TARAFINDAN GÖRÜLMEMEK, DUYULMAMAK
İdrak etmekte zorluk çekiyordu olan biten her şeyi. Anlayabilse belki çözebilecek gücü de bulabilecekti kendinde. Ama o, henüz, neyi neden yaşadığını bile çözebilmiş değildi. Kendini ve hayatı hatırlayabildiği çok küçük yaşlarından itibaren, en yakınları tarafından, görülmemek ve duyulmamak üzere başlamıştı her şey onun için. Dahası, kendisinde görülen ve yok edilmeye çalışılan tek şeyin, sahip olduğu yaşam enerjisi olduğunu anladığında, oldukça geç olmuş olacaktı.
Evet, çok seviyordu hayatı, çocukluğundan itibaren. Yapmak istediği bir sürü şey, gitmek istediği bir sürü yer, hayalleri ve onları mümkün kılacak potansiyeli vardı. Birçok çocukta olduğu gibi. Sıradan ve olağan bir şeydi yani bu. Olağan olmayan, bu tutkulu duruşun çevresinde yarattığı kaygılı bakışlardı. Sadece bakışlarda kalmayan, tüm kaderini belirleyen kararlardı.Bir kız çocuğunun ışığının olması tehlikeli bir şeydi, olmamalıydı. O nedenle, hakkında kararlar alınırken hiç sorulmadı kendisine. O yaşamak istiyordu çünkü, cevabı belliydi. Ama yaşamak, bir kadın için “gerçek bir yaşamak” olmamalıydı.
Geleceğe yaşanmamışlık üzere hazırlanacak olan bir kız çocuğu, elbette doğduğu andan itibaren bu role uyumlu hale getirilmeliydi. Işık, kötü bir şeydi; söndürülmeliydi.Tüm bunları fark edecek yaşta olsaydı belki direnirdi. Ona sorulmadan alınan kararlara karşı çıkabilirdi. Ama en güvendiği insanların, onun duygularını ve isteklerini önemsemeyişini, görmeyişini fark edemezdi. Onlar en güvendikleriydi, en sevdikleri. Bu kendisiyle çelişen durum onun duygu dünyası için fazlaydı. Anlamamayı seçti ve sorgulamamayı. Yapması gereken tek şey, itaat etmekti. Öyle de yaptı. Hep içinde barındırdığı, dışarı çıkmaması için elinden geleni yaptığı ‘‘yaşamak arzusu’’ ile yaşa-ma-maya çalıştı.Ama o yaşama isteği hiçbir zaman onu terk etmedi. Böyle yaşamak çok zordu; günlerce içindeki enerjinin gitmesi için dualar etti, ama o enerji hiçbir yere gitmedi. Hayalleri hep onunla geldi, yaşama olan bağlılığı hiç azalmadı.
İstedikleri büyük şeyler de değildi. Görülmek istiyordu, duyulmak istiyordu… Kendine ait kararlarının olabilmesini ve o kararlara saygı duyulmasını bekliyordu. Artık küçük bir kız çocuğu değildi.
İstedikleri büyük şeyler de değildi. Görülmek istiyordu, duyulmak istiyordu… Fikirlerinin ve duygularının önemsenmesini istiyordu. Kendine ait kararlarının olabilmesini ve o kararlara saygı duyulmasını bekliyordu. Artık küçük bir kız çocuğu değildi. Öylece bir köşede yaşayamadığı bir hayatı seyretmesi beklenemezdi. Üstelik hayat denilen şey çok kısa değil miydi?
Geçiyordu işte günler… Ömür tükeniyordu. O ise hala neyi neden yaşadığını çözmeye çalışıyordu.Sadece coşkuyla, heyecanla yaşama arzusundan ibaret olan o ışığın, olmamasını diledi hep Zühre…
Vazgeçmeyi istedi, istenilendiği gibi olmayı denedi. Türlü türlü yollardan gitti, bir çıkış yolu aradı. Ne yapsa olduramadı… Ne uyum sağlayabildi, ne anlaşılabildi ne de yaşayabildi.En başta yanlış yerleştirildiği için taşların bir türlü yerine oturmadığı bir yaşanmamışlığın ağırlığında yaşamaya çalıştı Zühre.
Varlığını yok sayanların ezici çoğunluğundan sıyrılabilmek, var olduğunu ispat edebilmek için hep çaba sarf etti. Gereksiz ve yorucu bir çaba. Tüm kadınların yakından bildiği ve yaşadığı bir çaba. Birçok kadının yaptığı gibi sorgusuz kabul etmeyi diledi Zühre. Onu da yapamadı…Yine birçok kadının yapamadığı gibi.Yaşanmamış hayatların gölgesinde yaşamaya çalışılan nice hayatlardan biriydi Zühre… Yalnız değildi, ama bu kalabalık teselli etmiyordu onu. Tüm kadınların kendileri olabildiği, baskıya ve zorbalığa maruz kalmadığı bir dünya hayal ediyordu. En temel hakları için bile mücadele etmek zorunda kalmadıkları bir hayat diliyordu.
Dünya kadınlar günü başlığında kutlanan bir gün ise çok ilgilendirmiyordu belki de onu. Çünkü dünya, henüz kadınları anlayabilmiş değildi. Bir güne sığdırılmaya çalışılan her türlü güzellemeden bağımsız, sadece insan olmanın haklarına erişmekti tek isteği, tüm kadınların tek istediği…
Yorum Yazın