Osmanlı döneminden beri kurumsallaştırmaya çalışılan denetim mekanizmaları son yirmi yılda sönümlendi. Yasamada denetim kalkınca, yürütmede de denetime son verilebildi. Sonuçlardan birisi, denetimsizlikten dolayı 80’a yakın yurttaşın canlı canlı yanmasıydı.
Parlamento ve parlamenter sistem İngiltere’de doğdu…
Hatta başkanlık sistemi de İngiltere’den ABD’ye gelenler tarafından İngiliz sistemine tepki olarak oluşturuldu; dolayısıyla İngiliz sistemi diğer devlet sistemlerinin de anasıdır.
Bu yüzden “yasamanın üstünlüğü ilkesi”ni anlayabilmek için bakılması gereken yer İngiltere’dir.
İngilizler, parlamenter sistemi kurmak için “en iyi devlet sistemi nedir?” sorusunu sorarak başlamadılar; sistem tarihsel bir süreç içinde kendiliğinden gelişti ve kurumsallaştı.
Gelişmeyi görmek için 13. Yüzyılın başlarına, yani Ortaçağa gitmek gerekiyor.
O dönemde feodal sistem egemen: Merkezileşmemiş bir derebeylik sistemi var.
Toplumsal hiyerarşinin en alt basamağında serfler var ve üretim tümüyle serfler tarafından yapılıyor.
Serfler bir tür toprak demirbaşı. Kendilerine tahsis edilen toprağı işliyorlar ve kendi geçimlerini sağlayacak kadar ürünü ayırdıktan sonra kalan ürünü üstlerindeki efendiye aktarıyorlar ve bunun karşılığında efendi tarafından güvenlikleri sağlanıyor.
Her efendi bir üst lordun koruması karşılığında ürünün bir kısmını onunla paylaşıyor ve piramidin tepesinde kendisi de bir lord olan kral var.
Bu arada ortaçağın meşruiyetini sağlayan ve önemli bir güç haline gelen kilisenin de önemli miktarda toprağı var ve üretimin ciddi bir kısmı kiliseye gidiyor.
Özetle kaymağı lordlar ve kilise paylaşıyor; toplumun büyük bir kesimi sefalet içinde.
Bu yapının sürmesi için kilise insanlara, “bir lokma, bir hırka anlayışını aşılıyor: bu dünya nimetleri gelip geçici, burada çektiğiniz ıstırabı önemsemeyin, bunun karşılığını cennette fazlasıyla alacaksınız” biçiminde bir ideoloji aşılanıyor.
Sistem fetih üzerine kurulmuş ve Kral durmadan savaşlara gidiyor.
Savaşın ve Kralın sarayının lüks harcamalarının finansmanı vergilere dayanıyor.
Ama üretim sınırlı ve çalışanlar sadece en alt tabakadaki serfler.
Vergi konunca bu yük nihayetinde serflere biniyor.
Ama nereye kadar?
13. yüzyılın başında Kral savaşa gideceği için yine vergi salıyor.
Ama artık bıçak kemiğe dayanmış.
Vergi yükümlüleri Kral’a diyor ki “valla kalmadı; olsa tükkan senin.”
Kral bu; “ben anlamam, ne yapıp edin, satıp savın ama istediğim vergiyi verin yoksa devletin bekası tehlikede” diyor.
Neticede Kralın orduları ile karşı cephe kendilerini Runnymede Çayırı’nda savaş halinde buluyor.
Bir tarafta Kral ve ordusu, diğer tarafta vergi vermekle yükümlü kılınan baronlar, kilise ve özgür köylüler var.
Kral, savaşı kaybediyor ve Magna Charta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) adındaki anayasal belgeyi imzalamak zorunda kalıyor.
Bugün de halen İngiliz anayasal sisteminin bir parçası olan bu belgede insan haklarına ilişkin önemli hükümler var:
“ Adalet, satılamaz, geciktirilemez; hiçbir özgür yurttaş, ondan yoksun bırakılamaz…. Yasalar dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan meydana gelen bir kurula danışılmadan, haciz yoluyla veya zor kullanarak toplanamaz…. Özgür bir adam suçun derecesine göre küçük bir suç için yalnızca para cezasına çarptırılabilir. Büyük çaplı bir suç, suçun büyüklüğüne göre para cezasına çarptırılabilir...ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar olmadıkça hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz bırakılamaz…Bütün tüccarlar, kadim ve yerleşmiş geleneklere tabi olmak koşuluyla bütün kötü vergilerden muaf olarak alışveriş yapmak amacıyla kara veya deniz yoluyla emniyetli bir şekilde İngiltere'nin dışına çıkabilirler, İngiltere'ye girebilirler, İngiltere'de oyalanabilirler ya da transit geçiş yapabilirler...”
Kuşkusuz bu haklar çok önemli ama belgenin asıl önemi içeriğinden kaynaklanmıyor.
Uyanık İngilizler belgenin Kral tarafından uygulanmama ihtimalini dikkate alarak bir kurul oluşturdular: Magnum Consilium (Büyük Konsey)
İngiliz demokrasisinin kalbi olan parlamentonun kökü, soylular, ruhban ve özgür köylülerin oluşturduğu bu danışma meclisidir.
Bugünkü parlamentoların temelini oluşturan bu Konsey 25 Barondan oluşuyordu.
Soyluların, ruhbanın ve mülk sahiplerinin temsilcilerinin izni olmadan Kral vergi salamayacaktı; Kral vergi toplayacağı zaman bu temsilcileri danışma amacıyla toplantıya çağıracaktı.
Baronlar gerektiğinde kralın mallarına geçici olarak el koyma yoluyla fermanın uygulanmasını sağlayacaktı.
Başlarda Kralın danışma amacıyla toplantıya çağırdığı bu meclis, zamanla yetkilerini artırarak İngiliz demokrasisinin en önemli kurumu haline geldi.
Krallar kendilerini güçlü hissettiklerinde Fermanın koşullarını yerine getirmemek için ellerinden geleni yaptılar ama meclis de sık sık toplanarak kendi haklarını savunmaya çalıştı.
Konseyden ilk kopma ruhbandan geldi: Ruhban dünyevi işlerle ilgilenmek istemediğini belirterek toplantılara ve müzakerelere katılmama kararı aldı.
Bu arada tarımda, tekstil sektöründe ve ticarette önemli gelişmeler oluyor ve zenginleşen yeni bir sınıf, burjuvazi doğuyordu.
Burjuvazinin Konseyde temsilci sayısı artınca lordlar bu durumdan rahatsız oldular.
Doğuştan ayrıcalıklara sahip olan soylular için para kazanmak küçültücü bir işti ve bu yüzden para kazananların çoğalmaya başladığı Konseyden ayrılma kararı aldılar.
Oluşturdukları yeni Meclis Lordlar Kamarası idi.
Geriye kalanların oluşturduğu Meclis “avam”dan oluştuğu için Avam Kamarası adını aldı.
Böylece parlamentonun bugünkü iki kanadı Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası ortaya çıkmış oldu.
17. Yüzyılın başlarına kadar Kral ile Parlamento arasında ciddi bir sorun yaşanmadı.
Ancak 1603 yılında Tudor hanedanlığının yerini Stuart hanedanlığı aldı.
Stuart hanedanları, Tudor hanedanlarından farklı olarak, Krallıklarını Tanrıdan aldıklarını ve vergi toplamak için kimseye danışmak zorunda olmadıklarını belirtiyorlardı.
Oysa bu süre içinde köprülerin altından çok sular akmıştı.
Almanya’da Kilisenin endüljans belgelerini satmaya varan hoyratlıklar içine girmesi tepki topladı; “Reform Hareketi” doğdu.
1517’de Martin Luther, Kilisenin kapısına “95 tez”i asarak, insanların ibadet için Kilisenin aracılığına gerek duymadıklarını ilan etti ve Katolik kilisesinin yanında Protestan kilisesi doğdu.
Din çatışmaları 1555 yılında Ausburg Barışı ile sona ermiş görünse de 1600’lü yılların başında yeniden alevlendi. 1618-1648 arasında süren 30 yıl savaşları, WestphaliaBarış Anlaşmasıyla sona erdi ve din savaşlarının sonuna gelindi.
Dolayısıyla reform hareketiyle dinin yeryüzü üzerindeki etkisi önemli ölçüde sınırlanırken ve din, birey ile Tanrı arasındaki bir ilişki olarak kabul edilmeye başlanırken İngiltere’de Stuart hanedanlarının yetkilerini Tanrıdan aldıklarını iddia etmeleri tarihsel gerçeklerle örtüşmüyordu.
1625 yılında tahta çıkan I. Charles zamanında Kral-Parlamento çatışması doruğa çıktı.
Kralın elindeki silah parlamentoyu dağıtmak ve toplantıya çağırmamak iken parlamentonun elindeki silah kralın vergi istemlerini reddetmek ve bakanlarını yargılamaktı.
I. Charles 1628 yılında Parlamentonun sunduğu Petition of Right’ı (Haklar Dilekçesi) kabul etti ve uzlaşmak istiyormuş gibi göründü.
1629’da bunun öcünü almak için Parlamentoyu dağıttı ve 11 yıl boyunca toplanmasını (eleven years of tyranny) engelledi.
1640’da vergi salmak amacıyla Parlamentoyu yeniden toplantıya çağırdı.
Parlamento, Nisan-Mayıs aylarında toplam sadece 18 gün toplandıktan sonra Krala karşı katı tutum sergilediğinden dağıtıldı.
Bu Parlamento sadece 18 gün toplandığından tarihe geçti ve Kısa Parlamento adıyla anıldı.
Kısa süre sonra İngiliz Ordusu İskoçlara yenilince Parlamento yeniden toplantıya çağrıldı.
Parlamento bu kez 13 yıl boyunca dağılmadan görevde kaldı ve bu nedenle bu parlamentoya Uzun Parlamento dendi.
Uzun Parlamento kralın izinsiz koyduğu vergileri kaldırdı.
Zulmeden iki bakanı yargılayıp idam ettirdi.
Hazineyi ve orduyu denetimi altına aldı.
I. Charles tepki gösterip Parlamento üyelerinden bazılarını tutuklatmaya kalktı.
Parlamento, asker toplayıp kralın üzerine yürüdü ve 1642-1648 arasında İç Savaş yaşandı.
I Charles yenildi ve Ocak 1649’da parlamento önünde kurulan bir mahkemede yargılanarak idam edildi.
Bunun anlamı 1215-1650 arasında güç dengesinin değişmesi ve Kralın parlamento karşısında kesin biçimde yenilgiye uğramış olmasıydı.
Parlamenter sistemlerde Kral artık sembolikti.
1689’da çeşitli tarihsel gelişmeler nedeniyle hanedan ailesi yeniden değişti ve Stuart hanedanlığının yerini Orange hanedanlığı aldı.
Ancak parlamento kendi kararıyla tahtı verdiği bu prensin hangi koşullarla hüküm süreceğini belirlemekten de geri kalmadı.
Bu şartlar 1689’da çıkarılan Bill of Rights (Haklar Yasası) ile belli edildi.
Belgeye göre Parlamento sık toplanacaktı.
Seçimler serbest olacaktı.
Parlamentoda tam söz serbestisi olacaktı.
Parlamentonun yaptığı yasalar Kral dahil herkesi bağlayacaktı.
Parlamentonun izni olmadan vergi ve asker toplanmayacaktı.
1689’dan itibaren parlamento verdiği izinleri bir yılla sınırlamaya başladı ve vergi toplanmasına izin vermeden önce yapılması düşünülen harcamaların ayrıntılı bir dökümünü istedi ve böylece “bütçe” kavramı doğdu.
İngiliz tarihinde çeşitli dönemlerde kabul edilen çok sayıda belge bugün de İngiliz anayasal sisteminin parçasıdır. İngiltere’de yetkili organ tarafından kabul edilen bir Anayasa bulunmadığından Parlamentoyu sınırlandıran bir düzenleme de yoktur. Bu yüzden de İngiliz parlamentosunun kadını erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeyi yapabileceği söylenir.
Bunun anlamı modern parlamentonun doğuşu ve yasamanın üstünlüğü ilkesinin artık kurumsallaşmış olmasıydı.
Parlamento beşyüz yıla yakın bir süre temel hak ve özgürlüklerin korunması için mücadele etmiş ve iç savaşlar yürütmüştü.
Bu kadar görkemli bir zafer kazanan Parlamentoya duyulan güven tamdı.
Parlamento da kendisine duyulan güvene uygun davranarak temel hak ve özgürlüklere zarar vermedi.
İngiliz tarihinde çeşitli dönemlerde kabul edilen çok sayıda belge bugün de İngiliz anayasal sisteminin parçasıdır.
İngiltere’de yetkili organ tarafından kabul edilen bir Anayasa bulunmadığından Parlamentoyu sınırlandıran bir düzenleme de yoktur.
Bu yüzden de İngiliz parlamentosunun kadını erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeyi yapabileceği söylenir.
Yukarıda aktarılan Kral-Parlamento çatışması sırasında yargı organı da parlamentonun yanında yer aldı ve parlamentonun galip gelmesi nedeniyle yargı da konumunu güçlendirdi ve yargı bağımsızlığı ilkesini sarsılmaz bir ilke haline getirdi.
Parlamento, yargı ile çatışmak yerine onu temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak gördü.
İşte “yasamanın üstünlüğü ilkesi” bu kadar zengin bir geçmişe ya da temele sahiptir ve altında çok zorlu ve uzun bir mücadele bulunmaktadır.
Misal:
Yakın zaman önce ülkenin başbakanı arabasının arka koltuğundan bir çekim yaptı.
Çekim sırasında emniyet kemerini takmamıştı.
Kıyametler koptu, başbakanın derhal istifa etmesi gerektiği söylendi.
Başbakan defalarca özür diledi ve emniyet kemeri takmama cezası ödedi.
Buna rağmen öfke dinmedi.
Sebep 1689’da kabul edilen temel ilkeydi: Parlamentonun çıkardığı yasalara Kral dahil herkesi uyacaktı.
Burada şuna dikkat etmek gerekir:
Parlamentonun çıkardığı yasada sadece başkalarının yaşamına tehdit oluşturmanın değil, kendi yaşamını tehlikeye atmanın da yasaklanmış olmasıdır.
Bu kurala da herkes uymak zorundadır.
Dolayısıyla yasamanın üstün olmasının temel nedeni kamu yararını koşulsuz biçimde üstün tutmuş olmasıdır.
Bizim gibi ülkeler yasamanın üstünlüğü prensibini benimsemiş göründüler ama zengin bir tarihsel birikime sahip olmadıklarından tümüyle yanlış uyarladılar.
“Yasamanın Üstünlüğü Prensibi”ni “Üstünlerin Yasaması Prensibine” dönüştürüp uyguladılar.
Biraz önceki örnekle karşılaştıralım: İngiliz başbakanı arka koltukta emniyet kemeri takmadığı için cezalandırılırken, bizde herhangi bir yasama organı üyesi ya da üst düzey yargıç, bürokrat,
* Hiç emniyet kemeri takmayabilir.
* Kırmızı ışıkta geçebilir.
* Aşırı hız yapabilir.
* Trafik kurallarına uymayabilir.
Çünkü bir ayrıcalıklı kesim trafikte geçiş üstünlüğüne sahiptir.
Üstelik bu hak yakın zamanda yapılan bir kanun değişikliğiyle tanındı.
Neden bu üstünlük diye sorduğunuzda şu cevabı veriyorlar:
“Bizim ülkemizde trafik sorunu ciddi bir sorun halini aldı ve bu zatı muhteremler çok önemli işler yaptıklarından işlerine kısa zamanda gitmelerinin sağlanması gerekiyor.”
İşte bu cevap yasamanın üstünlüğü ilkesinin üstünlerin yasaması ilkesine dönüşümünün ispatıdır.
Trafik sorunu ciddi bir soruna dönüşmüşse, bunu çözecek olan yasamadır.
Yasama, sorunu sadece kendisi için çözerse üstünlerin yasaması oluşur.
Yasamanın üstünlüğünün nedeni, kamusal yararı üstün tutmasıdır: Kamusal yararı üstün tutan bir yasama trafik sorununu çözmekle yükümlüdür.
Halk trafik sorunu ile cebelleşirken, yasamanın bunu çözmekten daha öncelikli bir görevi olamaz.
Kamu İhale Kanununu değiştirmek için acele etmeye gerek yok, ama fırınına zamanında yetişemeyen fırıncının işine zamanında yetişmesini sağlamak için acele etmeye gerek var.
Bir başka sorun sağlık.
Maddi durumu iyi olanlar özel sağlık kuruluşlarından hizmet alarak sorunlarını kısmen de olsa çözüyor.
Halkın büyük çoğunluğu ise ya hiç hizmet alamıyor ya da zamanında hizmet alamadığı için büyük mağduriyetler yaşıyor.
Yasama bu sorunu çözmek için ne yapıyor peki?
Yasama organı üyelerinin ve üst düzey bürokratlarının bu çarka girmemesi için düzenlemeler yapıyor?
Yine sormak gerekiyor: Sağlık sorunlarını yasama çözmeyecekse kim çözecek?
Yasama bu sorunu herkes için çözmek yerine kendisi için çözüyor.
Bunun adı yasamanın üstünlüğü değil, üstünlerin yasamasıdır.
Bu ayrıcalıklar listesini bir hayli uzatmak mümkün, ama uzatmayacağım.
Yasamanın üstünlüğünün üstünlerin yasamasına dönüşmesi bir tehlikedir ve çok sayıda düşünür bu tehlikeyi görerek önlemler önermiştir.
Örneğin modern kuvvetler ayrılığı teorisinin esin kaynağı olan Montesquieu yasamanın hem uzun süre toplanmamasına hem de sürekli toplantı halinde olmasına karşı çıkıyordu.
Temel gerekçesi şuydu: Yasama uzun süre toplanmazsa temel hak ve özgürlüklere zarar verilebilir ve bundan da toplum zarar görür.
Ancak yasama sürekli toplanırsa, kendi üyeleri zarar gördüğünde kendisini bağışık tutan düzenlemeler yapabilir.
Yasamanın yaptığı yasalar süreklidir, yasama organı üyeleri yasaları yaptıktan sonra bu yasalara tabii hale gelmeli ve ortaya çıkan aksaklıkları görebilmelidir.
Aksi taktirde kendilerine ayrıcalık yaratmak için yasalara müdahale etme tehlikesi vardır.
Montesquieu’nun öncüsü John Locke benzer biçimde şunları söylüyordu:
“Yasamanın sürekli olarak toplantı halinde olması gerekli ve bir o kadar da uygun değildir. ….yeni Yasaların yapılmasına her zaman gereksinim yoktur… Yasamacılar yaptıkları Yasaların Yürütülmesini başka ellere verdiklerinde, yine de neden bulduklarında Yürütmeyi bu ellerden geri alma ve Yasalara aykırı herhangi bir kötü yönetimi cezalandırma iktidarına sahiptirler.”
Özetle düşünürler diyor ki yasama sürekli toplantı halinde olursa, yaptığı yasaların kendi menfaatine aykırı olduğunu gördüğünde, bunları değiştirip kendi menfaatine uygun hale getirebilir.
Bu yüzdendir ki bugün çok sayıda ülkede parlamentonun süreksizliği ilkesi kabul edilmiştir.
Bu ilkenin arkasındaki mantık şudur: Parlamento yasaları yaptıktan sonra dağılmalı ve yaptığı yasaların nasıl bir sonuç doğurduğunu somut olarak yaşamalıdır.
Sorun çözülmemişse, sonraki toplantısında bu sorunları çözmeye çalışmalıdır.
İngiltere’de bu tür bir tedbire başvurulmamış olmasının nedeni parlamentonun sürekli olarak temel hak ve özgürlükleri koruma yönünde tutum sergilemiş ve kendisini bu konuda kanıtlamış olmasıdır.
Sözünü ettiğim düşünürler yasamanın üstünlüğü ilkesinin yanlış anlaşılması tehlikesine işaret ettiler.
Yasama organının trafik sorununu herkes için değil kendi üyeleri için çözmesi bu uyarının haklılığını gösterir.
Bu arada üstünlerin yasaması sorununun sadece iktidar partisinden kaynaklanmadığını da eklemek gerekir.
Üstünlerin yasaması oluşurken muhalefet partileri de en azından sessiz kalarak bu oluşuma destek verdiler.
Örneğin her bir yasama organı üyesinin toplam üç aracının geçiş üstünlüğünden yararlanacağına ilişkin düzenleme yapılırken buna itiraz eden herhangi bir yasama organı üyesi duydunuz mu?
Ben duymadım.
Muhalefetin bu süreçteki sorumluluğu bundan daha da vahim.
İngiliz Parlamentosu yıllar içinde demokrasinin güç kaybetmemesi-güçlenmesi için dinamik tedbirler aldı.
Bu tedbirlerden birisi muhalefete resmi muhalefet statüsü verilmesi ve çeşitli haklarla donatılmasıydı.
Neden şuydu: parlamenter sistemlerde yürütme yasamanın içinden çıktığından ve yasama çoğunluğunun güvenine dayanmak zorunda olduğundan, kuvvetler ayrılığı, yasama-yürütme ikilisi yönünden ortadan kalkıyordu. Kuvvetler ayrılığı artık yasama-yürütme ikilisi ile yargı arasındaydı.
Bu durumun kuvvetler ayrılığı ilkesine zarar verdiği görüldü.
Bunu telafi etmek için kuvvetler arasındaki ayrılığın yeni bir düzeyde kurulması uygun görüldü: İktidar ile muhalefet arasında bir ayrılık.
İşte bunu sağlamak için muhalefet, iktidarın karşısında bir güç odağı halinde getirildi.
Bu amaçla haklarla donatılmış resmi muhalefet inşa edildi.
“Siyasal iktidar her yerde vardır ama muhalefet sadece demokrasilerde vardır” anlayışıyla muhalefetin iktidarı denetlemesi sağlandı.
Bizde ise bunun tam tersi oldu.
Osmanlı döneminden beri kurumsallaştırmaya çalışılan denetim mekanizmaları son yirmi yılda sönümlendi.
Yasamada denetim kalkınca, yürütmede de denetime son verilebildi.
Sonuçlardan birisi, denetimsizlikten dolayı 80’a yakın yurttaşın canlı canlı yanmasıydı.
Ana muhalefet, yetkilerinin elinden alınmasına itiraz da etmedi.
Peki yetkileri elinden alınırken ana muhalefet ne mi yapıyordu?
Onu da ana muhalefet liderinin basına yansıyan demecinden öğreniyoruz.
Üstünlerin yasaması, üstünlerin hukukunun kaynağıdır. Yasamanın üstünlüğü hukukun üstünlüğüne ve hukukun üstünlüğü güçlü hukuk devletine, güçlü demokrasiye götürür.
Coğrafya kaderdir diyorlar… Külliyen yalan…
YASAMANIN ÜSTÜNLÜĞÜ HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE GÖTÜRÜR
2017 Anayasa değişikliğinden sonra adını bile koyamadığımız yeni yönetim sistemimizin bakanına hayırlı olsun temennilerini iletiyormuş!
Dolayısıyla yasamanın üstünlüğü yerine üstünlerin yasamasının inşası kolektif bir çabanın ürünüdür.
Üstünlerin yasaması, üstünlerin hukukunun kaynağıdır.
Yasamanın üstünlüğü hukukun üstünlüğüne ve hukukun üstünlüğü güçlü hukuk devletine, güçlü demokrasiye götürür.
Coğrafya kaderdir diyorlar…
Külliyen yalan…
Hollanda’da meşhur yel değirmenlerinin geliştirilme nedeni enerji ihtiyacını karşılamak değildir; bataklıkların kurutulmasıdır.
Hollanda’lılar deniz seviyesinin altında kalacak ülkeyi mühendislik teknikleriyle kurtardılar.
Deniz seviyesinin altında kalan topraklarda Dünya tarım ürünleri ihracatında önemli bir yer tutuyorlar.
Dış mihraklar gelişmemizi engelliyor diyorlar…
Külliyen yalan…
Az gelişmiş bir ülkenin gelişmiş bir ülkenin kurumsal yapısına tehdit oluşturduğu görülmemiştir.
Dış mihrakların etkili olması, iç mihrakların güçsüzlüğündendir.
Hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet her türlü coğrafi engeli aşar ve ileri bir uygarlık yaratır; bu devlete her türlü dış mihrak vız gelir tırıs gider.
Ya yasamanın üstünlüğü ve dolayısıyla hukukun üstünlüğü ya da üstünlerin yasaması ve dolayısıyla üstünlerin hukuku…
Arada bir seçenek yok…
Ne veriyim Abime?
Yorum Yazın