Peki ne oluyor da bu kadar kaynak aktarmamıza, yargı reformları yapmamıza rağmen adliyelerde işler her geçen gün daha kötüye gidiyor. Cevabı basit: Yargı reformu değil adalet reformu yapmamız lazım!
Geçtiğimiz hafta Sayın Ekrem İmamoğlu için başlatılan yeni soruşturma, Sayın Ümit Özdağ’ın tutuklanması ve Kartalkaya’da meydana gelen büyük yangın felaketi nedeniyle bol bol hukuk konuşmak zorunda kaldık. Özellikle yangın felaketinde Kültür ve Turizm Bakanı’nın başlattığı tartışma nedeniyle Türkiye uzun süre yaşanan yangında başat sorumlu kurumun kim olduğunu bulmaya çalıştı.
Ben de bu konuda fikirlerimi X üzerinden ve basına yaptığım açıklamalar ile ifade etmeye çalıştım. Bu yangın, Bakanlık tarafından denetlenmesi gereken bir otelin hiçbir önlem almaması nedeniyle çıkmıştır. O halde yangına karşı hiçbir güvenlik önlemi olmayan bir otelin çalışmasına izin veren ve hatta kendi şirketi üzerinden bu “ayıplı” oteli halkımıza “satan” Kültür ve Turizm Bakanı görevden el çektirilmelidir. Zira karşımızda istifa gibi etik bir davranışı beklemeye bırakılamayacak kadar vahim bir tablo vardır.
Bu acı tablonun bir de “hukuka” bakan yüzü var ki belki de yaşadığımız onlarca faciaya rağmen ders almadığımız ve/ya düzeltmediğimiz için her seferinde yeni bir faciaya kapı aralayan kısım da orada saklı: Biz iyi kanuni düzenlemeler yapamıyoruz. Böylesi bir olayda bir hafta boyunca 85 milyonluk ülkenin sorumluyu aramasını ve sonunda hep bir ağızdan “evet sorumlu bu kişidir” diyememesini başka türlü açıklamak mümkün değil. O kadar kötü yasal düzenlemeler var ki, kimin ne yapması gerektiği, kime ne görev düştüğü belli değil. Böyle olunca da iş yapmak istemeyen herkes sorumluluk bende değil diyerek kaçabiliyor, sorumlu olması gerekenler kulağının üstüne yatsa bile kimse hesap soramıyor.
Oysa yasal düzenlemelerin açık, anlaşılır ve net olması en çok sıradan vatandaşlar için elzemdir. Yani zayıf olanın. Karışıklık güçlü olana yarar. Güçlü olan hukuk ordularıyla, oluşturacağı yapay kamuoyu ile o karışıklığın içinde işine yarayan birkaç veriyi bulup işin içinden çıkabilir. Ona bu fırsatı sunacak karmaşıklığa izin vermeyecek yasal düzenlemelere ihtiyacımız var. Yasal düzenlemeleri açık ve net olarak yapmazsak, imalat ve denetim sorumlularını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tespit edecek maddeler koymazsak, kanunları torba kanunları ile yamalı bohçaya döndürmeye, güne ve adama göre yasal değişikler yapmaya devam edersek, daha çok tren kazaları ile, maden faciaları ile, deprem felaketleri ile, sel felaketleri ile yangın faciaları ile karşılaşmaya devam ederiz.
Bu kadar çok hukukun konuşulduğu bir haftada Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından Dördüncü Yargı Reformu Strateji Belgesi de açıklandı. Cumhurbaşkanı tarafından reformun amaçları genel olarak, yargıda kurumsal yapının güçlendirilmesi ve yeniden yapılanması, sivil anayasa yapılması, ifade ve basın özgürlüğü ile kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin standartların yükseltilmesi ve ceza adaleti sisteminin etkinliğinin sağlanması olarak ifade edildi.
Türkiye’de bir yargı reformu ihtiyacı elbette var. Adliyelerde işler ne yazık ki tıkanmış görünüyor. Hakkını teslim etmek lazım, Adalet Bakanlığı bu konuda sürekli çalışmalar yapıyor, yargıyı hızlandıracak teknolojik ve yasal düzenlemeler sürekli gündeme geliyor. Uzlaştırma ve arabuluculuk gibi kurumlarla yargının iş yükü hafifletilmeye çalışılıyor ama gelen “uyuşmazlık” seli karşısında hiçbir set duramıyor ve sistem kısa sürede çöküyor. Yargılama kalitesine ilişkin tartışmalara hiç girmiyorum bile. En temel hukuki konularda bile farklı mülahazalarla hatalı kararlarla karşılaşmak olağan bir durum haline gelmiş durumda. Diğer taraftan yargılama süreleri artık adalet duygusunu rencide eder seviyelere varmış durumda. Özellikle büyük şehirlerde davaların uzun yıllar sürmesi adeta “yapanın yanına kar kaldığı” bir toplumsal düzene hizmet eder duruma getirdi. Bu konuda sizinle birkaç istatistik paylaşmak istiyorum:
Aşağıdaki istatistikte hukuk mahkemelerinde 2015 yılından 2023 yılına kadar olan süre içinde dosya sayıları yer alıyor. Tablo ürkütücü derecede vahim. 8 yıl içinde hukuk dava dosyası sayısı 3,4 milyondan 4,93 milyona çıkmış durumda. Üstelik 1,2 milyon dosya da arabuluculuk aşamasında çözülmüş olduğu halde.
Bu tabloyu yeni hakim/savcı alarak veya yeni adliye binaları yaparak çözemeyiz. Buna ne ekonomik kaynağımız ne de insan kaynağımız müsait durumda.
Zaten bu duruma adliyelerin durumu da örnek teşkil ediyor. 2013 yılında dünyanın en büyük adliyesi olarak açılan İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’nın 12 yıl sonunda bütünlüğü bozulmuş durumda. Kat planlarına artık uyulmaz hale geldi. Koridorlar kullanılmaya başlandı. Yakında ek bina kiralaması da gündeme gelecektir. Bu arada bu adliye 2013 yılında Bölge Adliye Mahkemelerini de içinde olacak şekilde planlanmıştı. Bölge Adliye Mahkemeleri başka bir binada açıldı ve buna rağmen geldiğimiz durum bu. Nitekim açıldığı zaman Avrupa’nın en büyük adliyesi olarak açılan Çağlayan’da bulunan İstanbul Adalet Sarayı ek binalara geçiş yaptı!
Adalet reformu çocukları kurallara uymanın bir erdem değil bir zorunluluk olduğuna ikna etmekle başlayan bir süreçtir. İşçisini haksız yere çıkartan işverenin onun yasal haklarını ödemek zorunda olduğunu düşünecek şekilde yetiştirilmesidir.
Aşağıdaki istatistikte de yargıdaki yığılmanın yargılama sürelerini getirdiği durum var. Görüldüğü üzere burada da ortalama 1,5 yıla varan yargılama süreleri var. Bu süreleri nispeten kısa gösteren şey tarafların anlaşması ile çok kısa sürede sona eren veya basit yargılama ile çözülen işlerin de dahil edilmesinden kaynaklanıyor. Bu arada bunların ortalama süreler olduğunu, demek ki burada yazanın 2 katını bulan sürelere ulaşan çok sayıda dosya olduğunu da ifade etmek lazım. Bu yerel mahkemelere ilişkin sürelere istinaf ve temyiz sürelerini de eklersek ortalama uyuşmazlıkların 5-6 yılda bittiğini söylemek abartı olmayacaktır. Böyle bir yargılamaya adil bir yargılama demek mümkün değildir. Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de görevli olduğu sürede Anayasa Mahkemesi de bu sürelerin adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini hemen her kararında ortaya koyuyor.
Peki ne oluyor da bu kadar kaynak aktarmamıza, yargı reformları yapmamıza rağmen adliyelerde işler bu şekilde her geçen gün daha kötüye gidiyor. Cevabı basit: Yargı reformu değil adalet reformu yapmamız lazım! Adalet reformu denilen şeyin de adliyenin dört duvarı ile sınırlı olmadığını her fırsatta dile getirmeye çalışıyorum. Adalet reformu halka kurallara bağlılık bilinci ile başlayan, kuralların koyulması ve uygulanması sırasında tam bir hakkaniyet gerektiren ve son olarak da yargılamanın kısa süre içinde ve en isabetli şekilde yapıldığı bir durumu anlatır.
Adalet reformu çocukları kurallara uymanın bir erdem değil bir zorunluluk olduğuna ikna etmekle başlayan bir süreçtir. İşçisini haksız yere çıkartan işverenin onun yasal haklarını ödemek zorunda olduğunu düşünecek şekilde yetiştirilmesidir. Ya da eşinden boşanan bir kişinin, ihtiyacı olan eşine nafaka ödemesi veya evlilik içinde edinilen malları paylaşmak için bir hakim müdahalesine ihtiyaç duymayacak bir zihne sahip olmasıdır. Vadesi gelenin borcunu ödemesi, kırmızı ışıkta herkesin durmasıdır. İmar mevzuatının adamına göre inşaat izni verilen bir mecranın dili olmamasıdır. Yapanın, ettiğinin karşılığını bulacağını bilerek hareket etmesidir.
Hukuk fakülteleri buna göre dizayn edilmelidir. Hukukçu hem en bilgili hem de en emin kişi olmalıdır. Yasalara uymak ve uygulamak konusunda milim şaşmayacak kişiler o cübbeleri giymelidir.
Kanunlar sadece ve sadece kamu yararı düşünülerek çıkarılmalı, kimin ve neyin zararına olursa olsun değişmeden devam etmelidir. Kamu yararı nedeniyle zorunlu bir değişiklik yapılacaksa kanunun bütünlüğü bozulmamalı ve kılı kırk yararak hareket edilmelidir. Kanunun dili açık ve anlaşılır olmalıdır.
Adalet kanunların uygulanmasında da şarttır. Kanunun verdiği yetki kullanılırken bir kez bile kamu yararından ve eşitlikten ayrılmamak lazımdır. Nepotizm derhal terk edilmelidir. Kamuda liyakatten daha üstün bir değer olmamalıdır.
Ve elbette toplumsal barış sağlanmalıdır. İnsanların birbirini sevmesi ve saygı duyması özendirilmelidir. Ekranlardan şiddet değil sevgi, kavga değil muhabbet propagandası yükselmelidir. Unuttuğumuz, unutturulmaya çalışılan toplumsal değerlerimize sahip çıkılmalıdır.
Tüm bunlar olduktan sonra adliyelerin iş yükü azalacaktır. Karşılaştığımız felaketler azalacaktır. O zaman 1-2 yılda bir yargı reformuna, birkaç ayda bir yargı paketi açıklanmasına gerek kalmadan huzur içinde yaşayabiliriz. Ve bunu yapmaya mecburuz. Çünkü artık adliye duvarlarındaki bir yazıdan başka bir şey ifade etmese de kadim gerçek asla değişmemiştir: “Adalet mülkün temelidir.”
Yorum Yazın