Ütopya ile distopya aynı madalyonun iki yüzünden ibarettir. Özellikle uzun dönemde, toplumsal değişimle birlikte her ütopya değişime ayak uydurmakta zorlanmakta, kolayca rahmindeki istibdat rejiminin doğması sonucunda giderek artan bir baskıcı rejime dönüşmektedir.
Giriş: Ütopya Peşinden Giderken Distopia Üretmek
Siyasal yönetimlerin, özellikle kendi denetimleri altında olmadığı büyük değişim çağlarında ortaya çıkabilen bir eğilimleri ülkelerinin sorunlarını belirli bir ideolojik düşünceyi idealleştirerek çözebileceklerine olan inançlarıdır. Bu tür idealleştirilen ideolojilere ilk kez Thomas More 16. yüzyılın başlarında utopia[1] adını vermiş, Karl Mannheim ise dört yüzyıl sonra ideoloji ile ütopya arasındaki bağlantıları sosyolojik bilgi kuramı çerçevesi içinde, en kapsamlı bir biçimde, araştıran ilk sosyolog olmuştur[2]. Devletler kurulmaya başladığından beri, en azından yazılı kaynaklara göre bilinebildiği kadar İ.Ö. 3000’lerden itibaren, uzun bir süre siyaset felsefecileri dünya üzerinde mükemmel devlet sistemleri kurarak adeta cennetvari bir saadetli yaşantının mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Bunun sonucunda çeşitli devlet yapılanmaları ve siyaset uygulamaları önerilmiş ve çeşitli ütopya hayalleri gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bunlarda en ünlülerinden bir tanesi Platon’un Devlet adıyla Türkçeye çevrilmiş olan eseri ve onun Platon tarafından Sicilya adasındaki Siraküza kent devletindeki (polis) uygulanmasıdır. Platon kendi çözümlemesinden mülhem olarak önerdiği filozof kral olarak bir yıl kadar süren bu deneyinde tam bir başarısızlığa uğramış, ama uzgörüşlü bir filozof olması dolayısıyla, halk tam ayaklanıp da kendisini öldüreceği sırada Yunan yarım adasına kaçmayı başarmıştır. Deney başarısız olduğunda bilimde ona neden olan denencenin veya kuramın (teorinin) terk olunmasına karşın, felsefede böyle bir kural pek varmışa benzememektedir. Aşkıncı (transcendentalist) bir felsefe kuramına sahip olan Platon için Siraküza’daki krallık ve yönetim başarısızlığının nedeni kendi kurgusu olmayıp, halkın bilgisizlik ve beceriksizliği olduğu, Platon’u anlamayıp, onun istediği gibi davranmayı başaramamasıymış gibi durmaktadır.
Aşkıncı düşüncede gözlem ve görgül gerçeğin, bilimin aksine, pek de bir geçerliliği, güvenilirliliği yoktur. Aşkıncı düşünceye göre inanç görgül olarak sınanamaz zaten. Platon örneğine dönecek olursak, üstad içinde yaşadığımız yalancı dünyanın (doxa) sürekli değiştiğini ve her doğan varlığın ise yozlaşarak veya bozularak (decadence) yok olduğunu ileri sürmüştür. Platon’a göre dünyamızda tüm değişme bozulma, çürüme veya yozlaşmadan ibarettir; gelişme mümkün değildir. Oysa, gerçek değişmeyen (immutable) bir içeriktedir; o da bu dünyada mümkün değildir. Platon’un doxa dediği dünyamız yerine idealar alemi olarak ifade ettiği alternatif evren ancak felsefede ileri derecede bilgi sahibi olan filozoflar tarafından gözlenebilir, anlaşılabilir ve aktarılabilir. Bu yolla dünyadaki değişme ve bozulma engellenemese bile yavaşlatılarak, bir nebze de olsa dünya daha yaşanbilir bir hale getirilebilir. Onun için devletleri filozof krallar yönetmelidir. Ancak filozof hazretleri kral olduğunda yönetim tam bir sefalet, çöküntü ve güvensizlik ortamı doğuracak olursa, ne olacaktır? Tabii ki halk direnecek hatta ayaklanacak ve kraldan da yönetiminden de kurtulmaya çalışacaktır. Aşkıncı siyasal düşünce bu tür bir sonucun uygulanan ideal yönetim ütopyasının sakatlığından olduğunu gözlemle sınamayı pek kabul etmek eğiliminde değildir. Onun için ütopya kolayca tam zıddı olan cehennemi bir hayata, yani distopyaya dönüşebilmekte, siyasal yönetim de bir felaketler sarmalı içinde devlet ve toplumları yıkıntıya sürükleyebilmektedir. Bu olgu Platon’dan önce de sonra da yaşanmış olduğu gibi, bugüne kadar hemen hemen tüm örneklerinde görüldüğü gibi tüm ütopya kurmaya yönelen siyasal rejimler, özellikle çağdaş dünyada totaliter bir içerik kazanmakta ve büyük bir adaletsizlik, özgürlüksüz, haksızlık, hukuksuzluk ortamının yozlaşmış, yolsuzluk ve yoksulluk toplumlarına yol açmışlardır. Ancak, bundan ders almak şöyle dursun, büyük toplumsal değişme dönemlerinde ütopya hayalleriyle ortaya çıkan siyaset erbabı, hareketleri ve partileri başarılı olduklarında ülkeleri aynı tür felaketlere sürüklemekten geri durmamışlardır. Ütopya / distopya girişimleri de böylece tekrar edip durmaktadır.
Ütopyanın mimarları durumundaki siyasal lider, hareket ve partililer kendi düşüncelerinin yanlışlığına veya eksikliğine değil, tıpkı aşkıncı felsefi düşünürler gibi halktan, iç ve dış düşmanlarının komplolarından kaynaklanan çeşitli etkenler aramakta, görgül olarak (ampirik) olarak bunları bulamasalar bile, onların yüzünden mükemmel tasavvurlarının işlemediğine hükmedebilmektedirler. Ütopik ideolojilerin bu yanılmazlık varsayımı onların distopyaya dönüşmesinin en önemli nedenlerinden birisiymiş gibi durmaktadır.
Ütopyanın İçeriği ve Totaliterlik Rizikosu
Sorun ütopyanın kendisinin bizzat içeriğinde mevcutmuş gibi duruyor. Bertrand de Jouvenel “...her ütopik metinde aynı araç kullanılır: Yazar, yeteneğinin izin verdiği ölçüde renkli bir şekilde, saadet diyarı olan mutasavver bir ülkeye yaptığı ziyareti anlatır”[3] diye ütopya hakkında yazılan felsefi yayınların içieriğini tanımlamıştır. Bu yolla mükemmel bir toplum, sisyasal sistem ve yaşantı ve iktisadi hayat kurgusu içeren bir saadet ve mutluluk resmi çizilmekte; bunun için gerekli olan kurumlar, süreçler, kurallar, inanç ve akideler sıralanmaktadır. Soyut bir tasavvur olarak mükemmel ve son derecede arzulanır gibi görünse de uygulamaya kalkıp da bu dünyada bir yerlerde bu düzenekler hayata geçirilmeye çalışıldığında bir şeylerin doğru işlememesi söz konusudur ve genellikle de öyle olmaktadır. İdeolojik kurgular insanların kısıtlı ve belirli olan gereksinimleri (ihtiyaçları) üzerinden yapılabilir; oysa insanların istekleri (wants) sınırsızdır ve zamanla değişir. Bu değişimi tahmin edebilmek olanaksızdır. En mükemmel sosyo – ekonomik ve siyasal sistem de uygulamaya konulsa, gereksinimlerin tatmini büyük ölçüde mümkün olsa bile, ortaya çıkabilecek olan yeni isteklerin tatmini pek ender olarak mümkün olabilecektir. İstekler her zaman somut durumlardan ve yaşantılardan da türemez, onların kökünde psikolojik, duygusal, kişisel dürtü ve saikler mevcuttur. Bireyin koşulları ve içinde yaşadığı toplum değişince yeni istekler de birden bire ortaya çıkabilmektedir. O zaman siyasal iktidarlar tarafından ütopyanın her zaman karşılayamadığı bu istekler ihmal edilmeye, inkar edilmeye veya bastırılmaya yönelinecektir. Bu durumda da artık ütopyada varsayılan bir saadet toplumunun varlığından söz etmek güçleşecektir.
O zaman ütopyanın mimarları durumundaki siyasal lider, hareket ve partililer kendi düşüncelerinin yanlışlığına veya eksikliğine değil, tıpkı aşkıncı felsefi düşünürler gibi halktan, iç ve dış düşmanlarının komplolarından kaynaklanan çeşitli etkenler aramakta, görgül olarak (ampirik) olarak bunları bulamasalar bile, onların yüzünden mükemmel tasavvurlarının işlemediğine hükmedebilmektedirler. Ütopik ideolojilerin bu yanılmazlık varsayımı onların distopyaya dönüşmesinin en önemli nedenlerinden birisiymiş gibi durmaktadır. Nitekim yine Bertrand de Jouvenel “her ütopyanın rahminde bir istibdat (tyranny) yatar” derken işte tam da bu soruna işaret etmiştir[4]. Çağdaş siyasette ütopyalara büyük ölçüde en hafifinden sahte kurtuluş reçeteleri ve en ağırından da totaliter bir rejim geliştirmek amacıyla üretilen ideolojik öneriler olarak bakabiliriz. Özellikle kapsamlı makro bir ideolojik reçetenin, örneğin belirli bir dini yorumun veya etnik milliyetçi hedeflerin bağlamında var olan ütopik önerilerin, bu makro ideolojilerin hayata geçirilerek yeni bir toplum ve onun içinde de yeni bir birey yaratma projelerine sahip olmaları durumunda totaliter bir rejim üretme girişimi olmaları olasılığı pek yüksektir.
Bu dönemlerde kurtarıcı olarak kendisini takdim eden siyaset erbabı ve onları destekleyen hareket ve partiler çıkmış ve insanlara kolay, ucuz, zahmetsiz yollarla iş, aş, mutluluk, saadet içinde yaşam önerileri sunmaya başlamışlardır.
Sonuç: Aynı Madalyonun İki Yüzü olarak Ütopya ve Distopya
Aslında ütopya ile distopya aynı madalyonun iki yüzünden ibarettir. Özellikle uzun dönemde, toplumsal değişimle birlikte her ütopya değişime ayak uydurmakta zorlanmakta, kolayca rahmindeki istibdat rejiminin doğması sonucunda giderek artan bir baskıcı rejime dönüşmektedir. Üstelik belirli bir toplumsal kesime, belirli bir dönemin düşüncesi, inanç ve değerlerine dayalı olarak tanımlanan saadet tasavvuru, toplumdaki diğer kesimler, düşünce, inanç ve değerlerle çatışmak zorunda kalacaktır. Bu durumda ya saadet tasavvuru terk edilerek ütopya uygulamadan kaldırılacak, ya da direnenler baskılanacak veya yok edileceklerdir. Üstelik ütopya uygulanmasında belirli bir değer sistemine uygun olarak bir toplum ve kişi yaratmak, örneğin “üstün Alman ırkını temsil eden bir insan” veya “Sovyet adamı” yaratmak gibi çabalara veya bunların benzerlerine tevessül edildiğinde, totaliter bir uygulama artık kaçınılmaz hal alacak, ütopya tam bir distopyaya dönüşecektir.
Sanayi Devriminin bütün gücüyle sürdüğü, teknolojide büyük değişmelerin ortaya çıktığı, dünyanın gerek küresel gerek de tekil toplumlar olarak büyük değişim geçirdiği dönemler ütopyaların zuhur ettiği dönemler olmuşlardır. Bu dönemlerde kurtarıcı olarak kendisini takdim eden siyaset erbabı ve onları destekleyen hareket ve partiler çıkmış ve insanlara kolay, ucuz, zahmetsiz yollarla iş, aş, mutluluk, saadet içinde yaşam önerileri sunmaya başlamışlardır. Bu tür bir süreci Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşamış ve bu süreçte ilk kez gayet başarılı totaliter siyasal rejimler İtalya, Almanya ve Sovyetler Birliğinde kurulabilmiştir. Bu süreci yüz sene kadar sonra yine aynı içerikte bir kez daha yaşamaya başlıyoruz gibi duruyor. Yüz sene önceden ders alamazsak, tabii tarih tekerrür edebilecektir; ama bu Marks’ın ileri sürdüğü gibi geçmişin saçma bir kopyası (farce) olarak mı; yoksa bir trajedi olarak mı tekerrür edeceğini ancak yaşayarak görebileceğiz.
[1] Thomas More utopia (u-topia) kavramını önerirken gerçekte (görgül olarak) mevcut olmayan yer anlamında bir mutasavver insan toplumu veya ülke tasavvuruna vurgu yapmıştır.
[2] Mannheim, Karl (1997), Ideology and Utopia: Collected Works Vol. 1, (London ve New York: Routledge): 49 – 96.
[3] de Jouvenel, Bertrand (Spring, 1965) “Utopia for Practical Purposes,” Daedalus, Vol. 94, No. 2: 438.
[4] de Jouvenel, Bertrand (1957) Sovereignty: An Inquiry into the Political Good. (Chicago: University of Chicago Press) (zikreden https://www.newyorker.com /magazine/2016/10/03/the-return-of-the-utopians).

Yorum Yazın