Türkiye’de artık Yükseköğretimin bir bütün olarak ele alınması ve akademisyenlerle ilgili hassas düzenlemeler yapılması şarttır. Zira tembellik yapan, üretmeyen ve akademisyenlik vasfını kaybeden öğretim üyeleri üniversitelerin en zararlı unsuru haline gelmiştir. Büyük bir akademisyen-i resmiye yani akademik vasfı yetersiz ama akademisyen unvanına sahip bir sınıf oluşmuştur.
İlim ve fikrin ancak hür bir ortamda neşv ü nema bulacağı yani oluşup, büyüyüp, gelişmesi tartışmasız bir gerçek olduğunu izaha bile gerek yoktur. Diğerlerine fark atan ülkelerin ilmî çalışmalara, ilmî kurumlara ve ilim adamlarına ihtimam ve özgür bir şekilde çalışma ortamı sağlayanlar olduğu tarihî bir vakıadır. İster doğuda ve ister batıda gerçek ilim ve fikir adamları ile yöneticilerin pek anlaşamadıkları tarihî olarak ta sabittir. Genellikle yöneticiler ilim adamlarını çeşitli vasıtalarla kontrol altına almak istemiş onlara memuriyet, makam veya hediyeler vermiştir. Hak edenlerin mükâfatlandırılması zararsız olsa da ilim adamlarının emir alır vaziyete sorulması diğer bir ifade ile memurlaştırılması ciddi problemlere sebep olmuştur.
Büyük Selçuklu Devleti sırasında ilkokul üzerindeki orta, lise ve yüksek eğitim-öğretim kademelerinin medrese sisteminin kurumsal bir yapı içinde örgütlenmesi döneminde, müderrislerin yöneticilerden maaş alması yerine vakıflardan ücretlerinin ödenmesi sistemi kurulmuştu. Bu sistemin devam ettiği Osmanlı ilk döneminden itibaren padişahtan sonra en yüksek iki makam veziriazamlık ve şeyhülislamlıktı. Fatih Sultan Mehmet’in kanunnamesiyle veziriazam ile şeyhülislamın statüleri net bir şekilde ortaya konulmuş, veziriazamlar bütün vezir ve ümeranın başı, şeyhülislamın ise ulemanın reisi olduğu belirtilmişti. Hukuki ve dinî meselelerin çözümünde son sözü söylediği için şeyhülislam sadrazamdan daha üstün konuma gelmişti. Hatta bu konumdan dolayı teşrifat kurallarına göre Şeyhülislam Sadrazamın konağına gitmezdi. Osmanlı klasik döneminde eğitim sistemi demek olan medreselerinin orta ve yüksek kısmının müderrislerinin atanmasını doğrudan tespit eden ve diğerlerinde ise etkili olan şeyhülislam eğitim kurumlarının başı konumumdaydı. Belki de bundan dolayı ilmin ve ilim adamının her makamdan üstün olduğu bir söylemi yerleşmiş ve rütbetü’l-ilmi ale’r-rüteb, yani rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir, cümlesi kültür hayatımızda yerini almıştır.
Maddi olarak hükümete bağımlı olmadığı halde, müderrislerin ilim yapma ve fikir üretme vasıflarını kaybetmesinin birinci derecede katkısıyla Osmanlı medreseleri çökmüş, bu klasik anlayış ortadan kalkmış, 16. yüzyıldan itibaren ulema duâgû yani duacılık yapmaya başlamış, bu yöneticilere yağcılık olarak ta görülerek, ulemanın itibarı iyice zedelenmişti. Müderrislerin ilimden uzaklaşmasın da katkısıyla, II. Mahmut’un ulemanın reisi olan Şeyhülislam’ın seviyesini düşürerek, Sadrazamın başkanlığındaki hükümette bir üye statüsüne indirmişti. Bununla da yetinmeyen II. Mahmut, medreselerin masraflarını müderrislerin maaşlarını hükümetten bağımsız olarak ödeyen vakıfların bu özelliğine son vermişti. 16. asrın sonlarından itibaren başlayan vakıfların gelirlerine müdahaleye yeni bir boyut eklenmiş, müderrislerin maaşları hükümetin kontrolüne girmişti.
Avrupaî tarzda üniversitenin henüz kurulmadığı, klasik Osmanlı Medreselerinin varlığının tartışıldığı bir sırada, kendisi de ulema kökenli olan ve Maarif Nazırlığı görevinde de bulunan Ahmet Cevdet Paşa’nın ulema hakkındaki değerlendirmesi çok dikkat çekicidir. Cevdet Paşa; ulemanın teknik ve fen bilimlerine uzak durmalarının bir “utanç” olduğunu, ilmiye sınıfının sahip oldukları statüleri hak etmediklerini, bulundukları makamları kullanarak haksız menfaat temin eden ilmiye mensuplarının “göstermelik âlimler” olduklarını, bundan dolayı da bu şahısların “ulemâ-yı resmiye” sıfatına haiz bulunduklarını belirtmişti. İlmiye mensuplarını üç gruba ayıran Cevdet Paşa’ya göre; “birincilerde âlim denecek yok, ikincilerin işi ilâm yazmaktan ibaret. Üçüncü sınıftakiler ise kîlükal (dedikodu) ile … vakit öldürmekte”ydiler. Daha açık bir ifade ile Osmanlı Devleti’ndeki ilmiye mensupları sadece resmi unvan ve makama sahip olup akademisyen vasfına haiz değillerdi.
İlim adamlarının görev yapacağı Avrupaî tarzdaki Darülfünun açılmasına, Tanzimat Döneminde, 1845 yılında karar verilmiş, 1870 ve 1874 yıllarındaki teşebbüsler devamlı olmamış ve daimi olarak ancak 1 Eylül 1900’de açılmıştı. Ancak öğretim üyelerine hür bir ortam verilmemiş ders esnasında bile mubassır denilen bir gözlemci hazır bulundurulmuştu. II. Meşrutiyet döneminde Darülfünun'da özerk yönetim anlayışına geçilirken öğretim üyelerine özgür bir ortam verilmeye başlanmıştı. II. Meşrutiyet döneminde Duâgûluk maaşları da 25 Mart 1911’de kaldırılmıştı. II. Meşrutiyet döneminde bir neticesi olarak 1919'da, ilk defa Darülfünun’a ilmî özerklik verilmesiyle birlikte akademisyenlere gerçek bir çalışma ortamı verilmişti. Cumhuriyet döneminde, 1924 yılında Darülfünun’un ilmî ve idarî özerkliğini kanunlaştırdığı gibi katma bütçeli kurum haline getirilerek malî özerklik te verilmişti. 1933-1946 arasında üniversitenin bu özerk yapısı bitirilmiş ve akademisyenler büyük ölçüde memurlaştırılmıştı. 1946'da çok partili hayata geçilirken, özellikle Prof. Sıddık Sami Onar'ın gayretleriyle, üniversitelerde yeniden özerk üniversite yönetime geçişi sağlayan Üniversiteler Kanunu yürürlüğe girmişti. Akademisyenlerin özerk bir yapılı üniversitelerde çalışması 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürmüştü. Devletten maaş alan muhtarları bile tayin etme anlayışında olan Kenan Evren liderliğindeki MGK’sinin kabul ettiği Yükseköğretim Kanunu ile üniversitelerde özerk yapıya son verilerek, üniversitelerin bağlı olduğu YÖK’e özerklik verilmişti. Buna rağmen 12 Eylül darbe yönetim de memurluk ile akademisyenliğin farklı olduğunu kabul etmişti.
Devlet üniversitelerinde hür bir ortamda ihtiyaç duyan akademisyenlere, 12 Eylül Darbecileri tarafından yapılan anayasa ve kanunlarla da yönetime karşı bir imtiyaz verilmişti. Şunu belirtmek gerekir ki, akademisyenlerin çalışmasını engelleyecek iki temel engel olabilir. Bunlardan birisi yöneticiler tarafından memurlaştırılması diğeri ise akademisyenlerin kendilerini memurlaştırılmasıdır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de en fazla karıştırılan öğretim üyeliği ile memurluktur. Memurlar, kanunlar çerçevesinde bir üstünden emir alma statüsünde iken akademisyenlerin statüsü farklıdır. Bundan dolayı devlet üniversitelerindeki öğretim üyeleri genel hükümlerde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'na tabi olmakla beraber üstlerinden emir alma konumunda değildir. Akademisyenlere bu hakkın verilmesi çalışmalarıyla ilimin gelişmesine katkı sağlaması, özgürce ders vererek öğrenci yetiştirmesi ve ülkenin gelişimi için ilmin yaygınlaştırılmasında bir engelle karşılaşmamasına matuftur. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na “öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi” garanti altına almış ve akademisyenlerin diğer memurlardan ayrı olan bu statünün ayrı bir kanunla düzenlenmesini emretmiştir (Madde 130). Bu maddeye göre öğretim üyeleriyle ilgili özel hükümler 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ele düzenlenmiştir
Devlet üniversitelerinde hür bir ortamda ihtiyaç duyan akademisyenlere, 12 Eylül Darbecileri tarafından yapılan anayasa ve kanunlarla da yönetime karşı bir imtiyaz verilmişti. Şunu belirtmek gerekir ki, akademisyenlerin çalışmasını engelleyecek iki temel engel olabilir. Bunlardan birisi yöneticiler tarafından memurlaştırılması diğeri ise akademisyenlerin kendilerini memurlaştırılmasıdır. Bazı problemler olsa bile, yönetimin akademisyenlerin memurlaştırılmasının önünde bazı kanuni engeller mevcuttur. Ancak akademisyenlerin, bilhassa daimi kadroya geçen ve 67 yaşına kadar iş güvencesine kavuşun doçent ve profesörlerin, kendi kendilerini memurlaştırmasının önünde neredeyse hiçbir engel yoktur. Akademik bir çalışma için verilen bu imtiyazın tersine kullanılması ise üniversiteler için büyük kayıplara neden olmaktadır. Gerçekten de Cevdet Paşa’dan mülhem olarak akademisyen-i resmiye olarak adlandırabileceğimiz bu vasıftaki öğretim üyeleri uzun süredir üniversitelerin gelişmesini engelleyen en önemli unsurdur.
Öğrenciliğimin lisans döneminde, merhum babam İstanbul’a geldiğinde, Hatay tarihine özel ilgisi olan MEB İslam Ansiklopedisi Müdürü Vahid Çabuk ile yaptıkları bir sohbet sırasında, Merhum Vahid Çabuk, çiftlik işlerinden iyi anlayan babama “bu yıl mahsul nasıl?” diye sormuştu. Babamın “bu yıl tütünleri dinlendiren mahvetti” cevabına şaşırmış ve “dinlendiren nedir?” diye sormuştu. “Tütün, domates ve sairenin köklerine yapışarak yaşayan, görünüşü güzel, ancak yapıştığı bitkiyi, ne öldüren ne büyüten bizim tabirimizle tütünleri dinlendiren(parazit bir bitki/canavarotu) bir bitkidir” cevabını alan Vahit Çabuk, kahkahalarla gülmüş, piposunu kenara bırakarak, masasının üzerinde 13 yıldır beklemekten kapağı solan Doktora tezini eline alarak, mealen “üniversitedeki ‘dinlendirenler’ bana da yapıyorlar, tezimin jürinin önünü gitmesine müsaade etmiyorlar, üniversitedeki dinlendirenler daha tehlikeli, geleceğimizin köküne yapışmışlar” demişti.
Hakikaten ilmi çalışma ve fikir üzerinde büyüyebilen üniversitelere “canavarotu/dinlendiren” gibi yapışın, akademik üretim yapma yerine üniversitelerden beslenerek onların büyümesini engelleyen, tabiri caizse üniversitenin beynini yiyen akademisyen-i resmiyenin oranı oldukça fazladır. Şöyle ki; Üniversitede işgal ettiği yerle eser sayısının mütenasip olmamasına rağmen, biz artık tarihi eser olduk, diye mahirane övünenler; Yüksek lisans tezini doktorasına katan, bundan da ayrı bir kitap çıkaran, şeklen editörlüklerle yayınlarını köpürtenler; Akademik hayatının verimli dönemlerini ciddi ilimi tetkikler yerine üniversite dışında ansiklopedi maddelerini yazmakla harcayanlar; Yüzlerce popüler yazısı olduğu halde akademik yayını yetersiz olanlar; İlmi telif için kalemi eline almayan, tuşları dokunmayanlar; Tercüme, transkript, doldur-boşalt, aktarmayı akademik çalışma zan edenler; saçları ağarsa da hiçbir özgün bir kavram veya fikri olmayanlar; Odalarında muhabbet, dedi-kodu, kulis yapmaktan ilime vakit bulamayanlar; Ücret karşılığında dersi üzerine yazdırmak için gösterdiği gayretini öğrenciye zırnık göstermenler; Kendi bölümünde ders vermezken başka mekânlarda hocalık yapanlar; Ufak bir yöneticilik için idarecilerin peşinden ayrılmayanlar; Öğrencilerin tabiriyle “yamularak” yani eğilerek elde ettikleri yöneticilikle kendilerinin toplam yayından fazla kitabı olanlara ders vermeyenler; Telif yapmadan veya laboratuvarlara girmeden üniversite öğretmenliği ile hayatını geçirenler; Örgün öğretimin en önemli göstergesi olan öğrencilerle iyi diyaloğu, akademik eksiklikleri dolayısıyla kuramadığı için aşağıladığı talebeleri tarafından unvanlarının önüne narsist, psikopat, mani, hafif şizofren gibi sıfatlar eklenenlerin bol olduğu üniversitelerin gelişmesi mümkün değildir. Üniversitenin çökmesi kendilerinin de aleyhine olacağı için akademisyen-i resmiye üniversitelere yapışıp Yayladağlıların tabiriyle onları “dinlendirmekte” yani ne öldürmekte ne de gelişmesine müsaade etmektedirler.
SONUÇ
Türkiye’de artık Yükseköğretimin bir bütün olarak ele alınması ve akademisyenlerle ilgili hassas düzenlemeler yapılması şarttır. Zira tembellik yapan, üretmeyen ve akademisyenlik vasfını kaybeden öğretim üyeleri üniversitelerin en zararlı unsuru haline gelmiştir. Büyük bir akademisyen-i resmiye yani akademik vasfı yetersiz ama akademisyen unvanına sahip bir sınıf oluşmuştur. Bu üniversitelerin gelişmemesi ve gerilemesinin en büyük sebeplerinden birisi olup hatta yakında çöküşlerinin de en etkin nedeni olacaktır.
Üniversiteleri canlandırmak için, üreten akademisyenlere Akademik Teşvik vasıtasıyla 5-10 bin lira verilen mükâfat vermek yetmez, üretmeyen sadece üniversite öğretmenliği yapan akademisyenlere çeşitli şekillerde mücazat verilmesi şarttır. Mesela bunlardan birisi, gerçek akademik çalışma yapmayan akademisyenlerin hak etmedikleri üniversite ödeneği kesilmelidir. Üniversitede sadece ders veren akademisyenlere ise öğretmenlik maaşı kadar ödeme yapılmalıdır. Unvana, makama göre ücret değil üretime göre ücret verilmelidir. Üniversitelerin gelişimi için, üreten gerçek akademisyenler üniversite ödeneği ve saire ile başarısı oranında mükâfatlandırılmalıdır.
Kısacası ile ilme dayanmayan, yeterli ilim sahibi olmayan, ilimden bir şekilde uzaklaşan akademisyenlerin ne üniversitelere ve ne de ülkeye pek faydası olmaz.

Akademisyen hak ettiği maaşı almıyor ki geliştirme ödeneğini de kesin… bir kere akademisyen araştırma yapmak için Tübitaka başvuruyor red geliyor, kaynak yok.. Bu durumda akademisyenlere yüklenmek ne kadar mantıklı? Önce akademisyene hak ettiği maaş ve özlük hakları verilsin, projelerine bütçe, yüksek lisans, doktora öğrencilerine hallettikleri burs verilsin, akademisyen zaten kendini geliştirir ve bilim yapar.
Ayşe
13-02-2025 21:32