Türkiye’de üniversitelerin zafiyetinin en önemli sebebi, akademisyen yetiştirilmesi ve temininde kayırmacı-ayrımcı anlayışın bulunmasıdır. Bu kültürel olarak Osmanlı eğitim-öğretim hayatını çökmesinin en önemli sebeplerden biri olan mülazemet anlayışının neo-mülazemet olarak devam ettirilmesi ve buna 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu ile güç verilmesidir.
Yetkin insan unsuru her kurumda önemli olmakla birlikte üniversiteler için bu durum bir ruh derecesidir. Üniversitelerin canlı ve hayata dair birer müessese olduğunun göstergesi de akademisyenlerin kalitesi ve üretkenliğidir. Doğal olarak akademik hayat için öğretim eleman ve üyesini temin ederken yetenekli olanı bulmak gerçek üniversiteler için vazgeçilmez ilkedir. Türkiye’de de akademisyenliğin diğer memurluklardan farklı olmasından dolayı, Üniversitelere rahat bir çalışma imkânı vermek için ayrı bir kanun yapılmış hatta öğretim üyeleri için ayrı Yükseköğretim Personel Kanunu yürürlüğe konulmuştur.
Akademisyenlerin çalışarak kendisini devamlı yenilemesi ve yeni insan gücünü yetiştirecek vasıflara haiz olması gerekmektedir. YÖK sistemine göre; “Yükseköğretim alanlarının ihtiyaç duyduğu öğretim elemanlarının yurt içinde ve yurt dışında yetiştirilmesi” (YK, m.7/a) Yükseköğretim Kurulu’nun görevleri arasındadır. Yani Merkezi yükseköğretim anlayışına göre, üniversitelerin öğretim elamanlarının yetiştirilme görevi YÖK’e aittir.
Üniversitelerin kadro ihtiyacını tespitinin ilk basamağında dekanlar yer almaktadır. Dekanlar, fakültelerin “kadro ihtiyaçlarını gerekçesi ile birlikte rektörlüğe bildirmek”le yüklüdür(YK, m.16/3 ). Dekanların kadro ile ilgili talepleri, Rektörler “üniversite yönetim kurulu ile senatonun görüş ve önerilerini aldıktan sonra” son şekil verilerek YÖK’e sunmaktadır(YK, m.13/3). Üniversitelerden gelen talepleri, “kısa ve uzun vadeli planlar hazırlamak” kaydıyla, üniversitelere tahsis edilen kaynakların bu “plan ve programlar çerçevesinde” etkili bir biçimde kullanılmasını “gözetim ve denetim altında bulundurmak” görevi de YÖK’e aittir(YK, m.7/a).
Gelecekte akademisyen kadronun oluşmasında önemli bir yeri olan Araştırma Görevlilerinin seçim ve tayini ise “ilgili anabilim veya anasanat dalı başkanlarının önerisi, bölüm başkanı, dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuvar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı” ile gerçekleşmektedir(YK, m. 30).
Yükseköğretim Kanunu’na göre; Üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyaçları belirlendikten sonra, her üniversite; Doktor Öğretim Üyesi, Doçent ve Profesörlerin atanması için “münhasıran bilimsel kaliteyi artırmak amacına yönelik olarak, bilim disiplinleri arasındaki farklılıkları da göz önünde bulundurarak, objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar belirleyebilirler”(YK, m.24c, m.25d, m.26a). Kanun koyucu üniversitelerin akademisyen temin ederken ek koşullar koyabilme imkânını üniversitelere tanımıştır. Ancak konacak ek şartların yönünü çok açık bir şekilde belirlemiş ve bunların “bilimsel kaliteyi arttırmak” yani daha kaliteli öğretim üyesini üniversitelere kazandırılması şeklinde olmasını hükme başlamıştır.
YÖK 1981 yılında merkezi yönetim anlayışı üzerine kurulan YÖK sistemine göre, öğretim üyesi temini, YÖK’ün belirlediği Rektör, Rektörün seçtiği dekanlar ve dekanların belirlediği Bölüm Başkanları tarafından gerçekleştirilmektedir. Özerklik olmadığı için kurumsal denetimin pek gerçekleşmediği, genel olarak tepeden aşağıya aynı anlayıştaki idarecilere dayanan bu yapıda, kaliteli akademisyen yetiştirme veya temininde büyük problemler ortaya çıkmaktadır. Adil davrananları bir tarafa ayırmak şartıyla, her kademedeki idareci, akademisyen temin ve terfiinde kendi istediklerini tercih etmektedir. Kanunen “bilimsel kaliteyi arttırmak” için ek şark koymakla yetkilendirilenler, bu şart koymayı hatalı bir şekilde, istedikleri kişiyi tek seçenek haline getirmek için kullanmaktadır. Üniversitelerde yaşanan bu vakaların en çarpık olanları basın ve sosyal medyada yer almakta, üniversiteler kayırmacılık ve ayrımcılık ile suçlanmaktadır.
Dünyadaki üretken üniversitelerin kaliteli akademisyenleri cezb ederek büyük avantajlar sağladığı ve beyin göçünün en şiddetli dönemini yaşadığımız günümüzde, bu konuda siyasilerin ciddi tedbirler alması gerekmektedir. Esasında uzun bir süredir bir kültür haline gelmiş olan, “adamcılık” olarak ifade edilen bu hastalık, özgür düşünceli, iradeli ve üretmesi gereken akademisyenleri adamlıktan ademliğe doğru sürüklemektedir. Bu problemi YÖK ile başlatmak ta insafsızlık olacaktır. Bu marazımızın kökleri ta Osmanlı Devleti’ni ilim ve fikir olarak çökerten mülazemet sistemine kadar gitmektedir. Konumuzun daha iyi anlaşılması için buna kısaca temasta yarar olacaktır.
Mülazım yani atanması belirlenmiş memur adayı, medrese mezunlarının az olduğu ilk dönemlerde bir problem oluşturmamış ancak mezun sayısının artmasıyla sıraya girebilme, girebilse bile uzun süreler bekleme durumu ortaya çıkmış ve suiistimaller yaşanmaya başlamıştı.
Osmanlı Devleti’nde mezun olan medrese mezunlarının müderrislik ve kadılık görevine başlamaya kadar staj yaparak beklemesine mülazemet, bekleyene de mülazım denirdi. Mülazım yani atanması belirlenmiş memur adayı, medrese mezunlarının az olduğu ilk dönemlerde bir problem oluşturmamış ancak mezun sayısının artmasıyla sıraya girebilme, girebilse bile uzun süreler bekleme durumu ortaya çıkmış ve suiistimaller yaşanmaya başlamıştı. Usulsüzlüklerin artması üzerine Kanuni Sultan Süleyman, 1537-1538’de Rumeli Kazaskeri Ebüsuud Efendi’den mülazemeti bir düzene koymasını istemişti. Bu sayede mülazımların ayrı defterlere kaydedilmesi usulü getirilirken, ulemanın her birinin makama göre ne kadar mülazım yani aday memur vereceği de tesbit edilmişti. Her yüksek seviyeli ulemaya talebelerinden belli sayıda kontenjan verilmesi, öğrencilerin yetkili bir adama bağlanmasına sebeb olmuş, kayırmacılık ve ayrımcılığın sistemleşmesine hizmet etmişti.
Ehliyetli aday yerine torpilli şahısların görev almaya başlamasının önünü açan bu mülazemet usulü Osmanlı Devleti’nde her vesile ile giderek daha yaygınlaşmıştı. III. Mehmet (1595-1603) döneminde her yıl medrese müderrislerinin mülazemet vermedeki sayıları korunmuş, padişah hocalarının 25, eski şeyhülislamların 25 ve görev başında olan şeyhülislamın 30 mülazım yapma yani aday memur imtiyazı verilmişti. Mülazemet sisteminden kaynaklanan hatalar yetmezmiş gibi, ulemâ çocuklarının imtiyazlı statü ile mülazım yapılmaya, ilgisi olmayanların mülâzemete kabulü edilmeye, hatta mülazımlıklar voyvoda, subaşı, katip gibi şahıslara 5-10 bin akçeye satılmaya ve kısa bir zaman sonra da çeşitli kademelerde müderris ve kadılık yapmaya başlamışlardı.
Mülazemet sisteminden ve şahısların suistamalleri dolayısıyla adamı yani torpili olmayan medrese mezunları arasında rahatsızlıklar gün geçtikçe artmış ve tarihe suhte/softa ayaklanmaları diye geçen, mezun olduğu halde işe bulamayan medrese öğrencilerinin isyanları başlamıştı. Bu öğrenci isyanları II. Selim( 1566-1574) döneminde yayılmaya başlamış, III. Murat(1574-1595) devrinde büyük yoğunluk kazanmış veXVI. yüzyıl sonları ile XVII. yüzyıl başlarındaki büyük Celâlî isyanlarına zemin hazırlamıştı. Medrese öğrencileri “baş ve buğ” diye adlandırdıkları reisleri etrafında örgütlenerek Anadolu’da yoğun Balkanlarda ise daha hafif olmak üzere, geniş bir coğrafyada, büyük karışıklıklara sebeb olmuşlardı.
Elbette Medrese öğrencilerin yaptıkları isyanları tasvip etmek mümkün değildir. Tabi bu olaylar zaten gerilemeye başlayan Osmanlı eğitim-öğretim hayatın tama bir zaaf içine düşecekti. O dönem yaşananlar, kayırmacılık ve ayrımcılığa dayanan bir sistemin hem ilim hayata hem de toplumsal barışa ne kadar zarar verdiğinin çok net bir delilidir. Diğer bir ifade ile Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla Osmanlı medrese mezunlarına kayırmacılık vasıtasıyla haksızlık yapılması aynı döneme rast gelmişti.
Üniversitelerin çoğalmasıyla birlikte iyi yönlü gelişmeler yaşanmış ancak 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu ile tekrar geriye gidişi besleyecek bir sistem kurulmuştur. Artık öğretim üyesi temini, rektör, dekan, bölüm ve anabilim dalı başkanlarının insafına bırakılmış olması, bana medrese sisteminin çökmesinde büyük payı olan Osmanlı mülazemet sistemini hatırlatmıştı.
Mülazemet sistemi Tanzimat döneminde resmen kaldırılmakla beraber, iltimas ve torpil şeklinde fiilen uygulanmaya devam ettiği gibi, bu alışkanlığın Cumhuriyet döneminde sona erdiğini söylemek te pek mümkün değildir. Üniversitelerin çoğalmasıyla birlikte iyi yönlü gelişmeler yaşanmış ancak 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu ile tekrar geriye gidişi besleyecek bir sistem kurulmuştur. Artık öğretim üyesi temini, rektör, dekan, bölüm ve anabilim dalı başkanlarının insafına bırakılmış olması, bana medrese sisteminin çökmesinde büyük payı olan Osmanlı mülazemet sistemini hatırlatmıştı. Bundan dolayı Yükseköğretim Kanunu ile oluşturulan bu usulü neo-mülazemet olarak adlandırılmasının isabetli olacağı kanaatine varmıştım.
Kayırmacılık(nepotizm), adalete uygun olmayacak şekilde akraba ve yakınlarının lehine diğerlerinin aleyhine işlemler yapmak, dışlanmaktır. Kişilere veya gruplara pozitif veya negatif olarak önyargılı davranışlar ayrımcılık olarak tarif edilse de, günümüz algısında ayrımcılık ise genellikle negatif bir davranış olarak kabul edilmektedir. Birbiriyle ilişkili hatta biri diğerini besleyen kayırmacılık ve ayrımcılık ile hak etmeyenler istihdam edilmekte hak edenleri ise mahrum bırakılmaktadır. Bu konunun iyi anlaşılması için bazı örnekler vermek isabetli olacaktır.
Üniversitelere öğretim üyesi yetiştirilmesinin en büyük kaynağa olan “Araştırma görevlileri, yükseköğretim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen ilgili diğer görevleri yapan öğretim elemanıdır” ve “Bölüm Başkanı, Dekan, enstitü, yüksekokul veya konservatuvar müdürünün olumlu görüşü üzerine rektörün onayı” ile atanmaktadır(YK, m.30). Öğrenciler tarafından kayırmacılığın sembolü olarak görüldüğü için “çanta taşıyıcısı” olarak adlandırılan genellikle daha akademik bir vasfı olmadan anabilim dalı ve bölüm başkan veya enstitü müdürlerinin tercihi ile maaşlı memur statüsüne konan ve terfi bekleyen Araştırma Görevlisi temini Osmanlı mülazemet sistemini hatırlatmaktadır. Araştırma Görevlisi problemini başka bir yazıya havale ederek, bu konuda yaşanan kayırmacı ve ayrımcılığa birkaç örnek vermek isabetli olacaktır. Lisans mezunu olduğumda İnkılap Tarihi Enstütüsü’nde ilan edilen Araştırma Görevlisi kadrosuna girmek için müracaat etmiş, dil ve bilgi sınavını geçmiştim. Akabinde yapılan mülakatta, kendisi tarihçi olmayan meşhur bir profesör, bana “senin burada ne işin var” diyerek beni adeta kovalamıştı. Ben ayrımcılığa maruz kalırken, benden zayıf olduğu halde kendi elemanlarını kayırarak kadroya almışlardı. Yönetici değiştiğinde de farklı problemler yaşanabilmektedir. Mesela kendisinden önceki Anabilim Dalı başkanı tarafından kadroya alınan birisini uzaklaştırmak için cezm-i fasık ile hareket eden bir profesörün yaptığı ayrımcılık ve baskı ile o araştırma görevlisini mide kanamasıyla hastahanelik ettiğine şahit olmuştum. Kayırmacılığa ait sistemsel bir örnek te şudur. Geçen asır sonlarında bir üniversitde, 3 eşit değerdeki sorunun ikisine cevap verip 85 alan, daha sonra bir dönemdaşı ile birlikte umumi kütübhanede İngilizce AnaBritannica’nın bir cildinde belirlenen madde üzerinde hazırlık yaptıktan bir saat sonra araştırma görevlisi dil imtihanında başarılı yapılarak kadroya alınan şahsa yönelik kayırmacılığa devam edilmiş ve daha sonra üniversitenin vazgeçilmez idarecilerinden olması sağlanmıştı. Bu gibi örnekler dikkate alındığında neo-mülazemet anlayışının nasıl derinden işlediği açık bir şekilde görülmektedir.
Üniversitelerde ilgili anabilim dalında doktorasını tamamlayan herkes Doktor Öğretim Üyesi için açılan kadroya müracaat etmesi mümkündür. Fakat eski üniversitelerde genellikle Doktor Öğretim Üyesi mevcut araştırma görevlilerinin terfii ile gerçekleşmektedir. Yeni üniversitelerde ise idarecilerini istediği tayin edilmektedir. Bunun için de genellikle Yükseköğretim Kanunu’nun amir hükmüne rağmen “objektif” olmayan, daha doğrusu almak istedikleri şahsın neredeyse doktora tezinin başlığı yazılarak, sübjektif işlem yani kayırmacılık yapılmaktadır. Bu da umumiyetle öğretim üyesinin kalitesinin düşmesine sebeb olmaktadır. Kendinin yetiştirdiği Araştırma Görevlisinin terfii dışında gerçekleşen Doktor Öğretim üyesi atamalarında, “biz yetiştirmedik, bizim tezgâhımızdan geçmedi” gibi söylemlerle karşılaşılmaktadır. Yurt dışında doktora yapan ve yayın olarak kendi alanındakilerin hepsinden iyi olan bir Doktor Öğretim üyesinin dışlanması hatta katılması kanuni mecburiyete rağmen Anabilim Dalı Kurulu toplantılarına bile çağrılması gibi ayrımcılık uygulamaları maalesef yaşanmaktadır. Devlet tarafından yurtdışında doktora yaptırılarak Türkiye’de görev yapan Doktor Öğretim üyesine laboratuvar imkânı sağlanmadığı gibi ders vermede bile problemler çıkarılması tarzında ayrımcılık uygulamalarına pek de yabancı değiliz. Doçentliğe tayinde de Doktor Öğretim üyelerinde yaşanan kayırmacılık ve ayrımcılık diğer bir ifade ile neo-mülazemet usulü büyük oranda uygulanmaktadır.
Profesör atamalarında, kendi alanında beş yıl Doçent olarak görev yapma şartı ve Yükseköğretim Kanunu’nun belirlediği asgari koşulların yanında Üniversitelerin “ek koşullar belirleyebil”mesi(YK, m. 26) akademisyen kalitesinin düşmesi ve üniversitelerin gelişmesinin önünde en büyük engellerden birisini oluşturmaktadır. Zira ek şartlar; “münhasıran bilimsel kaliteyi artırmak amacına” hizmet etmesi gerekirken, çoğu zaman ilim âleminde bir varlık gösteremeyen veya ilimden emekli olan doçentlerin “yükseltilerek atama”sı için bir araç olarak kullanılmakta, işe göre değil adama göre ilan yapılmaktadır. Böylece genel olarak profesörlük kadroları, gerçek ilim adamlarının değil, kayrılan doçentlerin terfii edecekleri bir memuriyete dönüşmektedir.
Neo-mülazemet benzeri bir terfii almaya dönüşün Doçentlikten Profesörlüğe geçişte çok değişik vakalar yaşanmaktadır. Ayrımcılık yapacağı zaman zanlar gerçek kabul ederek başarılı akademisyen harcanırken; terör örgütü elebaşısının çocuğunun adını koyduğu kendi adamına doçentlik, profesörlük kadroları bahş edilmekle yetinilmeyip, idareci yapılarak kayırmacılığın zirvesi gerçekleştirildiği üniversite de vardır. Adamı olanın kalitesine pek bakılmadan neredeyse günü dolar dolmaz profesörlük kadrosuna atanırken, aynı bölümde mevzubahis olan şahsın 3-4 kat yayını olan ve Türkiye dışında bile alanında ilmine itimad edilen gerçek akademisyenin ayrımcılığa uğrayarak, vaktini doldurduktan sonra 3 yıl profesörlük kadrosu verilmemesi ve çalışma imkânların elinden alınması garabetiyle de karşılaşılmaktadır.
Neo-mülazemet sisteminin etkin olduğu üniversitelerde birçok enstitü, bölüm, anabilim dalının bir kayırma ve ayrımcılık derneği, yuvası, ocağı, bucağı, budağı haline geldiği yetmezmiş gibi bunun devamlılığı da sağlanmaya çalışılması da bir vakıadır. Sürekliliği sağlamak için büyük çaba harcanmakta bazen de ele geçirmek için yönetimin gücü ve nüfuzu kullanılmaktadır. Anabilim dalı, bölüm veya enstitüyü kaptırmamak için tartışma ve mücadelelerin yaşanmasına şahit olduğumuz gibi, ilk yöneticiler bulunduğu birimin geleceğini de, kendi adamına eski tabirle mülazımına teslim etmeye gayretleri yaşanmaktadır. Bu konuda bildiğim bir örneği vermek yerinde olacaktır. Yıllar önce bir anabilim dalı başkanı profesör emekli olmak üzere iken, anabilim dalı başkanlığını bırakmak istediği kıdemli doçenti, atanmak istenilen anabilim dalına uygun olmayacak bir şekilde, Osmanlı son dönemi üzerinde çalması ve puanın da yetersiz olması dolayısıyla 5 yıl profesörlük kadrosuna atanamamıştı. Bu arada üniversite yönetimine dayanan bölüm başkanı, lise öğretmeni anlayışındaki başka kurumdaki bir profesörü bahsi geçen anabilim dalına başkan atamasını gündeme getirmişti. Bunun üzerine emekli olacak anabilim dalı başkanının öncelik vermek istemediği 3 bekleyen/bekletilen anabilim dalındaki diğer bir doçentin profesörlük kadrosuna atanmasını kabul etmişti. Bu durumu mecburen kabul eden emekliliği gelen anabilim dalı başkanının profesörlüğe atanacak doçente ifadesi; “ … profesör olunca anabilim dalı başkanı olacaksın ancak ….. profesör olduğunda anabilim dalı başkanlığını ona bırakacaksın” ifadesi de kayırmacı planlamaya çok güzel bir örnektir.
Sonuç
Türkiye’de üniversitelerin zafiyetinin en önemli sebebi, akademisyen yetiştirilmesi ve temininde kayırmacı-ayrımcı anlayışın bulunmasıdır. Bu kültürel olarak Osmanlı eğitim-öğretim hayatını çökmesinin en önemli sebeplerden biri olan mülazemet anlayışının neo-mülazemet olarak devam ettirilmesi ve buna 1981 tarihli Yükseköğretim Kanunu ile güç verilmesidir. Üniversitelerle ilgili yeni düzenleme yapılırken bu konu ciddi olarak ele alınıp çözüm bulunması şarttır. Zira kayırmacılık ve ayrımcılık her meslekte büyük sıkıntılara sebeb olduğu malum olsa da, hakkıyla icra edilmesi için yetenek ve diğerlerine göre çok daha ağır bir çalışma gerektiren akademisyenlikteki kayırmacılık ve ayrımcılık en kaliteli insanları heder ve ülkenin geleceğini berbat etmeye vesile olmaktadır ve olacaktır.
Yorum Yazın