Türkiye’nin doğurganlık hızının yeniden 2,1 eşiğini yakalamasının yolu, kadınların genel konumunu güçlendiren, ayrıca baba figürüne de yeni sosyal haklar ve ailevi sorumluluklar yükleyen bir yaklaşımdan geçiyor. Güçlü bir sosyal politika sadece doğurganlık hızını arttırmayacak, aynı zamanda çocukların da daha iyi ve makul bir ortamda yetişmesi için gerekli zemini hazırlayacaktır. Son yıllarda bir önceki yıla ilişkin doğurganlık oranları ve nüfus artış hızlarına ilişkin haberlere sıkça denk geliyoruz. Uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak Batılı ülkelerdeki düşük doğum oranları ve yavaşlayan ya da gerileyen nüfus artış hızı haberlere konu olurken, artık pek çok gelişmekte olan ülkede de nüfus artış hızının yavaşladığına ilişkin haberleri görmek mümkün. Ve elbette Türkiye'de bu ülkelerden bir tanesi. Sözgelimi TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı, 2023 yılında 1,51’e düşmüş durumda. Nüfusun yenilenmesi için gerekli olan 2,1 doğurganlık hızı eşiğinin epey altına düşen Türkiye, bu eşiği en son 2016’da yakaladıktan sonra istikrarlı bir şekilde doğurganlık hızını yitirmeye başlamış. Bu sürecin önümüzdeki yıllarda da sürmesi halinde varacağımız nokta ise nüfus kaybı.Peki son 8 yıldır doğurganlık hızının keskin şekilde düştüğü ve nüfusun yenilenmesi içing ereken kritik eşiğin epey altında kaldığı Türkiye’de bu duruma ilişkin bir politikaya niçin ihtiyacımız var? Bu meselenin doğuracağı krizler neler ve bunlara nasıl çözümler üretilebilir?
Gelişmekte olan ve aralıksız şekilde yeni ve yetişmiş insan gücüne gereksinim duyan Türkiye, nüfus erimesini kaldırabilecek durumda değil. Bu durumun ekonomik büyümeye, vergi gelirlerine ve ekonomik sürdürülebilirliğe darbe vuracağını öngörmek zor değil. Türkiye’nin, ağır bir ekonomik açmaz yaratması muhtemel nüfus erimesi tehlikesini telafi edecek bir planının ve vizyonunun olmaması ise başlı başına bir mesele.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK KRİZİ
Doğurganlık hızının nüfusu yenilemeye yetmediği projeksiyonlarda nüfus artış hızının önce yavaşladığını, ardından adım adım azalmaya başladığını görürüz. Türkiye için öngörülen farklı nüfus projeksiyonlarında, 2045-50 aralığında Türkiye nüfusunun 100 milyona yaklaşacağı ve sonrasında nüfusun azalma trendine gireceği belirtiliyor. Dolayısıyla kabaca 20-25 yıl gibi çok da uzak olmayan bir süre içerisinde Türkiye’de nüfus azalma eğilimine gireceğini söylemek mümkün.Bunun ilk etkisi, şüphesiz istihdam piyasasında ve dolayısıyla ekonomide olacak. Gelişmekte olan ve aralıksız şekilde yeni ve yetişmiş insan gücüne gereksinim duyan Türkiye, nüfus erimesini kaldırabilecek durumda değil. Bu durumun ekonomik büyümeye, vergi gelirlerin eve ekonomik sürdürülebilirliğe darbe vuracağını öngörmek zor değil. Türkiye’nin, ağır bir ekonomik açmaz yaratması muhtemel nüfus erimesi tehlikesini telafi edecek bir planının ve vizyonunun olmaması ise başlı başına bir mesele.Muhtemel nüfus erimesinin yaratacağı ikinci sorun, emeklilik sisteminin iflas etme riskinin doğması. Nüfus artış hızının giderek azalmasıyla çalışan nüfusun toplam nüfus içerisindeki oranı azalırken, emeklilerin oranı ise hızla artacak. 2024 şartlarında bile Türkiye’de çalışan/emekli oranı 1,66 düzeyinde ve bu durum ideal oran olan 4/1’in epey altında kalıyor.Başka bir deyişle bugün ülkemizde ortalama 1,66 çalışan, 1 emeklinin geçimini finanse ediyor. Normal şartlarda, emeklilik sisteminin sürdürülebilirliği için 4 çalışanın 1 emekliyi finanse etmesi beklenirken, Türkiye’deki durum çalışanı da emekliyi de zorlayacak türden bir istatistiğe işaret ediyor. Türkiye’nin nüfus eğilimi erime trendine doğru yol almaya devam ederse, emeklilik sistemimizin sürdürülebilirliği ciddi anlamda tehlikeye girecek ve “mezarda emeklilik” kavramı sahiden hayatımıza girerek reel anlamda emekliliğin olmadığı bir sürece tanık olabiliriz. (Emeklilik yaşının 70’in epey üstüne çıktığı projeksiyonlar ihtimal dışı değil.)Doğurganlık hızının düşmesi ve nüfusun erimeye başlaması, istihdamı, üretimi, sosyal güvenlik sistemi ve toplumsal refahı temelden sarsabilecek etkilere sahip. Dolayısıyla bir iktidar için bu mesele öncelikli bir politika konusu olmalı. Türkiye’nin bu meseleye dair bir planının olmaması ise başlı başına bir skandal.Türkiye, en düşük doğurganlık hızına tarihinin en muhafazakar iktidarı döneminde tanık olmuştur. Bu durum, aileye ve kadının doğurmasına kutsallık atfeden, kadını anne figüründen ibaret gören yaklaşımın reel hayatta hiçbir karşılığının olmadığının, demografik dönüşümün daha farklı dinamikler üzerinden ilerlediğini göstermektedir.
MESELEYİ GELENEKÇİ BAKIŞTAN KURTARMAK
Türkiye’de doğurganlık hızının artması gerektiğini en çok dillendirenler sağ partiler olagelmiştir. Özellikle Erdoğan, siyasi tarihimize geçen “En az 3 çocuk” söylemiyle hafızalara kazınmış, kadının öncelikli rolünün annelik olduğu vurgulanmış, ailenin kutsallığı Erdoğan ve diğer AKP kurmayları tarafından sıkça dillendirilmiştir. Gelin görün ki AKP, 22 yıldır süren iktidarına ve aileyi, çok çocuk yapmayı ve geniş aile olmayı öğütleyen yaklaşımlarına rağmen doğurganlık hızının keskin şekilde düşmesine engel olamamıştır. Türkiye, en düşük doğurganlık hızına tarihinin en muhafazakar iktidarı döneminde tanık olmuştur. Bu durum, aileye ve kadının doğurmasına kutsallık atfeden, kadını anne figüründen ibaret gören yaklaşımın reel hayatta hiçbir karşılığının olmadığının, demografik dönüşümün daha farklı dinamikler üzerinden ilerlediğini göstermektedir.Hayatın içerisinden bakacak olursak, doğum süreci temel olarak kadınları etkilemektedir ve doğumun genel maliyetini esas olarak üstlenen kadınlardır. Çocuk doğurmanın getirdiği ve zaman alan fiziksel toparlanma süreci, iş hayatının doğum sürecinden etkilenmesi, hane halkı gelirinin doğum nedeniyle kadının çalışamamasıyla azalması, kreş imkanlarının az olması nedeniyle çocuklara büyük çoğunlukla annenin bakmak zorunda kalması ve bu durumun kadınları uzun süre iş hayatından uzak tutması gibi nedenler, akla ilk gelen faktörler.Doğurganlık hızının azalmasının temelinde yatan sosyal gerçekliği ıskalayan muhafazakar söylem ise, meseleyi salt gelenekçi ve ahlakçı bir boyuta indirgeyerek reel sorunlara çözüm üretmek yerine doğurganlık hızının düşmesine seyirci kalmış oluyor.Doğum yapacak olan bir anne adayı, ekonomik durumundan bağımsız olarak kreş kaygısı gütmemeli ve devletin çocuğa her halükarda bir kreş imkanı sunacağını bilmeli.Bir diğer düzenleme, annelik izni konusunda gerekmektedir. Türkiye’de annelik izni, doğumdan önce 8 hafta ve doğumdan sonra 8 hafta olmak üzere toplamda 16 haftadan ibaret.
ÇÖZÜMÜN ANAHTARI OLARAK SOSYAL POLİTİKA
Doğurganlık hızını arttırmanın en temel yolu, kadının gündelik hayattaki ve iş dünyasındaki konumunu güçlendiren kapsamlı sosyal politika reformlarından geçiyor. Sözgelimi doğum yapacak olan bir anne adayı, ekonomik durumundan bağımsız olarak kreş kaygısı gütmemeli ve devletin çocuğa her halükarda bir kreş imkanı sunacağını bilmeli.Bir diğer düzenleme, annelik izni konusunda gerekmektedir. Türkiye’de annelik izni, doğumdan önce 8 hafta ve doğumdan sonra 8 hafta olmak üzere toplamda 16 haftadan ibaret. Doğum sürecinde kullanılacak babalık izni ise özel sektörde sadece 5 gün, kamuda ise 10 gün. Bu süreler anneyi ve babayı zor durumda bırakabilecek, ilave efor gerektiren ve çocuk yaparken anne ve babayı bir kez daha düşünmeye iten gerekçeler. Ortada bebeğin doğumunun hemen ardından ona zaman ayırabilme bağlamında ciddi bir mesele var.Sözgelimi bu açmaza karşı özellikle doğumdan sonra kadına 2 yıl annelik izni/ücretli izin hakkı tanındığı ve onun tüm sosyal haklarının korunduğu bir sistem, kadınların anne olmayı planlarken ekonomik olarak çok daha az kaygı duymalarını sağlayabilirdi. Öte yandan doğumdan itibaren babaya tanınacak 2 ya da 3 aylık bir ücretli izin hakkı, doğum sürecinin sonrasında anne ve babanın eşit sorumluluk üstlenerek sürece başlamasını teşvik etmesi bakımından önemli olurdu ve aile içi rollerin demokratikleşmesi adına da önemli bir teşvik olarak görülebilirdi. Öte yandan kamuda ve özel sektörde çalışan kadınların özlük haklarını güçlendiren, doğum yapmış olmanın kadının mesleki kariyerine zarar vermeyecek bir konu haline getirildiği güçlü sosyal düzenlemeler, doğumu teşvik eden güçlü bir adım olurdu. Pek çok kadın, mesleki ilerlemesinin sekteye uğramaması ve hak kaybına uğramamak için doğum yapmıyor ya da daha fazla çocuk doğurmak istemiyor. Bu meselenin çözümü ise kadınları iş hayatında güçlendirmekten geçiyor.Bu temel adımların haricinde, sözgelimi İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun uygulamaya geçirdiği “Anne Kart” gibi uygulamalarla küçük çocuk sahibi annelerin kimi masraf kalemlerinin devlet tarafından üstlenilmesi de annelere nefes aldıran ve masrafları azaltan pratikler olarak düşünülebilir. Doğum esnasında verilecek teşvikler, sözgelimi doğum başına para verilmesi gibi uygulamalar genelde istenilen sonucu vermiyor. Anne ve baba adayları, yukarıda sıraladığım sosyal riskleri göz önüne alarak çocuk yapma konusunda kararsız kalıyorlar ve çoğu kez çocuk yapmıyorlar ya da ikinci çocuğu yapmıyorlar. Bu konuda en yakın örnek ise, komşumuz Yunanistan. Yunanistan’da hükümet 2020 yılından beri her doğan çocuk başına ailelere 2 bin Euro ödeme yapıyor, ancak bu maddi teşvik doğum oranlarını yukarıya doğru çekmeye yetmiyor ve Yunanistan nüfusu erimeye devam ediyor. Başka bir deyişle, daha uzun süreli, uzun yıllara yayılmış, çok yönlü ve kapsamlı bir sosyal politikaya dayanmayan doğumu teşvik perspektifi bir işe yaramıyor.Türkiye’nin nüfus krizine maruz kalması için fazla vakti kalmadı. Bu tehlikeye ilişkin doğru ve uygulanabilir çözümlerin, ülkenin en büyük sosyal demokrat partisi olan ve ayni zamanda yakın geleceğin en güçlü iktidar adayı olan CHP’den gelmesi gerekiyor.
Yorum Yazın