Rahatlıkla söylenebilir ki, Türk devleti hem iç politik gelişmeler hem uzun erimli tarihsel sosyolojik dinamikler hem de küresel sistemin bu coğrafyaya etkisi nedeniyle çok yönlü ve çok katmanlı bir şekilde değişmektedir.
Türkiye’deki devlet tartışmaları bir dizi eksende somut bir içeriğe kavuşur: Bahsi geçen sorunsal alanlarından ilki ve yakın döneme kadar akademik kamuoyu bakımından en itibarlısı güçlü devlet-zayıf sivil toplum ikiliğinde kendi özgün iddiasını somutlaştıran merkez-çevre yaklaşımıydı. Tartışmayı ele alan yazarın öznel tercihleri ve konjonktürün etkisiyle yoğunluğu seyrelip güçlense de bu eksendeki ortak nokta Türkiye siyasi ve toplumsal tarihinin Batıdan farkı üzerine odaklanmıştı. Sınıflar ve (veya) sivil toplum üzerinden toplumsal gelişmeleri okumak tam anlamıyla mümkün değildi. Çünkü siyasal çatışmanın temeli merkez-çevre paradigmasında ortaya konduğu üzere kültürdü. Ayrıca devlet aygıtının devasa gücü her hangi bir ekonomik veya toplumsal aktörü birincil konuma ulaşmaktan alıkoyuyordu.
Merkez-çevrenin Kemalizm’i eleştiren tüm kesimler için ortak bir düşünsel iklim olarak iş gördüğünü de kayıt altına almak yerinde olacaktır. Ancak son çeyrek asırda AKP’nin pasif devrimi karşısında Kemalist yapı hemen tümüyle tasfiye oldu. Devletin zor ve ikna aygıtları daha İslami-muhafazakar bir içeriğe büründü.
AKP’NİN PASİF DEVRİMİ KARŞISINDA KEMALİST YAPI TASFİYE EDİLDİ
Merkez-çevre uzun bir süre bir tür büyük anlatı olarak iş gördü. Ülkedeki demokrasi eksikliği güçlü devlet ve bürokratik vesayetle ilişkilendirildi. Tarih sosyolojisini Weberci bir perspektifte kuran her türlü okuma, Şerif Mardin ve izleyicileri ve aynı anda hem Weber-Frankfurt Okulu çizgisinden hem de Gramsci’den etkileyen Post-Marksist perspektif merkez-çevre paradigmasını popülerleştirdi. Merkez-çevrenin Kemalizm’i eleştiren tüm kesimler için ortak bir düşünsel iklim olarak iş gördüğünü de kayıt altına almak yerinde olacaktır. Ancak son çeyrek asırda AKP’nin pasif devrimi karşısında Kemalist yapı hemen tümüyle tasfiye oldu. Devletin zor ve ikna aygıtları daha İslami-muhafazakar bir içeriğe büründü. Bu dönüşüme rağmen sivilleşme ve demokratikleşme yönünde ciddi bir ivme kaydedilemedi. Hatta bürokratik ve demokratik birikimin hızla aşındığı, ülkenin sivil vesayet yanı ağır basan otoriter rekabetçi bir reel politiğe sürüklendiğine yönelik yakınmalar arttı.
Toprak ve mülkiyet düzeni, feodalite tartışmaları, ATÜT sisteminin Osmanlı-Türkiye sosyal-ekonomik tarihi bakımından önemi üzerinde durulan temel meselelere karşılık gelmektedir. Tabii 1980 öncesi gelişmeler bakımından sınıf analizlerinin devrim momentine yöneldiği söylenebilir. Yani toplumsal sınıfların iktisat ve siyaset tarihindeki yeri tartışılırken bu kolektif öznelerin Türkiye siyasetinde oynayacağı değişim rolü de temel bir parametre olarak ele alınmıştır.
ATÜT SİSTEMİ VE OSMANLI-TÜRKİYE SOSYAL-EKONOMİK TARİHİ
Türkiye’de devlet tartışmalarının ikinci önemli dayanağı daha çok sosyal demokrat ve Marksist yorumcularının gelişimine katkı sunduğu sınıf analizleridir. Toprak ve mülkiyet düzeni, feodalite tartışmaları, ATÜT sisteminin Osmanlı-Türkiye sosyal-ekonomik tarihi bakımından önemi üzerinde durulan temel meselelere karşılık gelmektedir. Tabii 1980 öncesi gelişmeler bakımından sınıf analizlerinin devrim momentine yöneldiği söylenebilir. Yani toplumsal sınıfların iktisat ve siyaset tarihindeki yeri tartışılırken bu kolektif öznelerin Türkiye siyasetinde oynayacağı değişim rolü de temel bir parametre olarak ele alınmıştır.
1980 sonrası süreç bakımından ise neo-liberal iktisat politikalarının devlet ve toplum hayatında yarattığı büyük yıkım ayrıntılı bir şekilde tartışmaya açılmıştır. Bu hususta genel kanı, dünyadaki gelişmelere paralel bir şekilde Keynesyen devletin Schumpeterci bir model lehine güç kaybettiği şeklindedir. Sosyal devletin tasfiyesi, sendikasız ve güvencesiz çalışma koşullarını dayatan mevzuat değişiklikleri, devletin zor aygıtının toplumsal mücadeleler karşısında takındığı engelleyici tutum tartışmada öne çıkan temel izleklere karşılık gelmektedir. Kamu yönetimi reformları ve idarenin değişen kurumsal mimarisi, hatta görev tanımları Türkiye’de neo-liberal dönüşümün alt başlıkları olarak okunabilir.
Tabii neo-liberal devlet inşa sürecinin bazı siyasal sosyolojik sınırlılıklar içinde sonuç doğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Önce Özal’lı yıllar, ardından da AKP iktidarında gerçekleşen neo-liberal hamlenin popülist ve patronajcı bir yerel gündemle uzlaşı halinde hayata geçirildiği rahatlıkla iddia edilebilir. Bu bağlamda Türkiye’deki neo-liberalizm tam rekabet koşulları ve küçük devlet idealiyle kısmen uyumlu bir içeriğe karşılık gelmektedir. Devletin sermaye yanlısı ve emek karşıtı iktisat (maliye) politikalarında ısrar etmesi bakımından neo-liberal gündem güçlüdür. Ancak siyaseten zenginleşme, parti aracılığıyla yandaş iş insanlara imtiyaz ve kolaylık tanıma, devletin kullandığı kaynak ve personel sayısında artış gibi başlıklarda neo-liberal çizginin sağ siyasetin patronajcı geleneksel devlet reflekslerine uyum içinde olduğu söylenebilir.
Devletin laik karakterini kaybetmesi ve başkanlık sisteminde somut bir içeriğe bürünen şahsiyetçi siyaset tarzı ülkenin modernleşme sürecinde elde ettiği tüm birikimi yok etmenin eşiğine getirmiştir. Türk Devletinin kazandığı bu yeni ideolojik kerte onun yönetsel performansını da olumsuz etkilemiş, demokratik cumhuriyet dünyadaki medeni ülkeler liginden uzaklaşmaya başlamıştır.
MODERNLEŞME SÜRECİNDE ELDE EDİLEN TÜM BİRİKİMİ YOK ETMEK
Devlet-ideoloji ilişkisi üçüncü başlığımıza karşılık gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendini meşrulaştırmada kullandığı ideolojik kodlar Atatürk milliyetçiliğinden İslami bir milliyetçiliğe doğru biçim ve içerik değiştirmiştir. Bu dönüşümün ordu, üniversiteler ve yargı gibi kurumlardaki etkisi oldukça belirgindir. Ayrıca süreç içerisinde bürokrasinin siyaset kurumu karşısında daha araçsal bir niteliğe büründüğü ve özerkliğini kaybettiği ileri sürülebilir. Dönüşümün mimarları, yani İslamcı ve milliyetçi siyasetçilere göre yaşanan şey normalleşmedir. Devlet halkına yabancı bir kerte olmaktan çıkmış ve bürokratik vesayet ortadan kalkmıştır. Ancak bu dönüşüme mesafeli olan kesimler devlet aygıtındaki dönüşümün liyakati ve devlet-vatandaş ilişkileri bakımından özgürlüğü ortadan kaldırdığını ileri sürmektedir. Devletin laik karakterini kaybetmesi ve başkanlık sisteminde somut bir içeriğe bürünen şahsiyetçi siyaset tarzı ülkenin modernleşme sürecinde elde ettiği tüm birikimi yok etmenin eşiğine getirmiştir. Türk Devletinin kazandığı bu yeni ideolojik kerte onun yönetsel performansını da olumsuz etkilemiş, demokratik cumhuriyet dünyadaki medeni ülkeler liginden uzaklaşmaya başlamıştır.
Devlet tartışmasının bir sonraki başlığı kurum ve aktörleri ilgilendiren küreselleşme, merkezileşme ve yerelleşme dinamikleridir. Yerel kamu yönetim birimlerinin devlet-vatandaş ilişkisine etkisi, kentlerin kapitalist sermaye birikim sürecine açılması sonucu oluşan yeni sınıfsal dinamikler ve mülksüzleşme, neo-liberal dünyanın Türk devletinden beklentileri, bu bağlamda maden arama, sanayi, teknoloji ve teşvik politikası, turizme açılan coğrafyalar bakımından yaşanan kalıcı ekolojik tahribat küreselleşme-yerelleşme süreçlerinin devlet aygıtıyla birlikte ele alınmasını zorunlu hale getirmiştir. Yerellik meselesi özellikle iki noktada, 2019’da İstanbul ve Ankara’nın ana muhalefet partisinden gelen siyasetçilerce temsili ve kayyım politikası nedenle Kürt hareketinin yerel yönetimlerden dışlanması gibi olaylar açısından yüksek düzeyde politik tartışma potansiyelini de içerisinde barındırmaktadır. Küreselleşmenin devlet aygıtı bakımından bir diğer ilgi çekici başlığı ise göçmenlerdir. Türkiye’nin açık kapı politikası sonucunda çoğu Suriyeli milyonlarca göçmenin ülkeye gelmesi kamunun yönetsel ve siyasi performansını derinden etkilemiştir.
AKP iktidarında devlet aygıtının yaşadığı dönüşümüne yönelik tartışmada son önemli başlık Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki yerine yönelik olacaktır. Son çeyrek asra yayılan gelişmeler bakımından genel kanı Türk devletinin Ortadoğu siyasetinin dış politika içinde ağırlık kazandığı, Türkiye-AB ilişkilerinin ise gerilediği yönündedir. Derinleşen göçmen krizi ve Batılı demokrasilerde giderek daha etkin bir konuma ulaşan yabancı düşmanı sağ popülist akımlarının olumsuz Türkiye imajını güçlendirdiği doğrudur. Ancak mevcut iktidarın özellikle Arap Baharı ve sonrası gelişmeler bakımından İslamcı bir jeopolitiği hayata geçirmeye çalıştığı da söylenebilir. Bugünün Türkiye’sinde ise hem ortaya konulan hedeflere ulaşma konusunda yaşanan başarısızlık hem de ekonomik krizin devletin agresif dış siyasetini sınırlayan konumu AKP’yi daha itidalli bir dış politikaya doğru vites düşürmeye zorlamıştır.
Sonuç olarak rahatlıkla söylenebilir ki, Türk devleti hem iç politik gelişmeler hem uzun erimli tarihsel sosyolojik dinamikler hem de küresel sistemin bu coğrafyaya etkisi nedeniyle çok yönlü ve çok katmanlı bir şekilde değişmektedir.
Yorum Yazın