Vance, "Avrupa ülkelerini ifade özgürlüğünü kısıtlamak ve aşırı sağ partileri dışlamakla suçlayarak, özellikle Almanya'da faaliyet gösteren neofaşist parti AfD'ye yönelik dışlayıcı tutumu" eleştirdi. Bu açıklamalar, Trump yönetiminin Avrupa'da aşırı sağ hareketleri köpürterek, "bir transatlantik faşist eksen" oluşturma çabası içerisinde olduğunu gösteriyor.
ABD Başkanı Donald Trump ve Elon Musk adlı aşırı sağcı iş insanı başta olmak üzere bazı isimlerin, Avrupa siyasetindeki etkisi ve baskısı giderek daha fazla hissediliyor, daha görünür hale geliyor. Olan şu özetle; Trump ve kişisel müttefikleri, Avrupa’ya bir yönetim şekli olarak faşizm ihraç etmeye çalışıyorlar. Bunu da yaşlı kıtadaki aşırı sağ hareketleri destekleyerek hayata geçirmeye çalışıyorlar. Bu çabaya bakıldığında ABD'li faşistlerin, transatlantik ilişkileri kendi politik ajandalarına uygun bir biçimde yeniden şekillendirmeye çalıştıkları anlaşılıyor.
Bu süreçte, ABD'li ekibin, özellikle Almanya gibi demokratik kurumları güçlü ülkelerde aşırı sağcı partilere verdikleri açık destek, Avrupa Birliği’nin (AB) siyasi dengeleri ile üzerine kurulu olduğu "demokrasi", "özgürlük" ve "barış" gibi ilkelerin geleceği açısından ciddi tehdit oluşturuyor. Son olarak ABD Başkan Yardımcısı James David Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması, Trump yönetiminin Avrupa’daki aşırı sağ unsurlarla kurduğu ilişkileri açık bir şekilde ortaya koymuş oldu.
Diğer yandan, Vance'in bu konuşması transatlantik ilişkilerde derin yaralar açılmasına neden oldu. Vance, "Avrupa ülkelerini ifade özgürlüğünü kısıtlamak ve aşırı sağ partileri dışlamakla suçlayarak, özellikle Almanya'da faaliyet gösteren neofaşist parti AfD'ye (Almanya için Alternatif) yönelik dışlayıcı tutumu" eleştirdi. Bu açıklamalar, Trump yönetiminin Avrupa'da aşırı sağ hareketleri köpürterek, "bir transatlantik faşist eksen" oluşturma çabası içerisinde olduğunu gösteriyor. Trump, ilk döneminde de bu türden girişimlerde bulunmuş ancak pek başarılı olamamıştı. Zaman değişti ve süreç faşizm lehine kazanımlarla dolu bir periyota doğru evrildi. Bu çerçevede, Atlantik'in iki yakasındaki faşistler safları sıklaştırıyor. Hatta yine bu kapsamda, Trump'ın, Avrupalı faşist gözdeleri arasında bulunan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni'yi, transatlantik faşist eksenin oluşmasında "koordinatör" olarak atadığı iddia ediliyor.
Bununla birlikte, Vance’in Almanya’daki neofaşist AfD’yi savunan söylemi, kıta genelinde de büyük yankı uyandırdı. Konuşmasında, Avrupa hükümetlerini ifade özgürlüğünü kısıtlamakla suçlayan Vance, kıtanın Rusya ve Çin gibi dış tehditler yerine iç meselelere odaklanması gerektiğini savundu. ABD'li politikacının bu yaklaşımı, demokratik merkezde yer alan partiler tarafından "Avrupa’nın demokratik değerlerine yönelik bir saldırı olarak" değerlendirilirken, transatlantik ilişkilerde de ciddi bir kırılma noktasına dönüştü. Trump yönetiminin, Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri meşrulaştırarak bir "transatlantik faşist eksen" inşa etmeye çalıştığı yönündeki endişeler, bu açıklamalarla birlikte daha da güçlendi.
Vance'in bu konuşması, neofaşist parti AfD'nin başbakan adayı Alice Weidel tarafından sosyal medyada, "ne müthiş bir söylev" başlığıyla paylaşıldı. "Süper Alman milliyetçisi" Weidel ve AfD'nin; Trump, Musk, Putin ve Vance gibi Almanya dışından aşırı sağcıların kucağında iktidarı gasp etmeye çalıştığı anlaşılıyor.
PUTİN VE TRUMP'IN KUCAĞINDA AfD
Bunların yanı sıra, Vance'in konuşmasında, "Avrupa'nın iç tehditlere odaklanması gerektiğini" vurgulaması da hayretle karşılandı. ABD Başkan Yardımcısı'nın, batı demokrasileri için küresel ve geleneksel rakipler olan Rusya veya Çin gibi dış aktörleri ikinci plana atması, görmezden gelmesi Avrupalı liderler arasında şaşkınlığa ve tepkiye yol açtı. Özellikle Almanya'da, Vance'in AfD'yi meşrulaştırma çabaları ve bu partinin hükümete dahil edilmesi yönündeki önerileri, siyasi yelpazede geniş bir kesim tarafından sert bir şekilde reddedildi. Alman Savunma Bakanı Boris Pistorius, Vance'in Avrupa demokrasilerini otoriter rejimlerle kıyaslamasının "kabul edilemez" olduğunu söyledi. Trump yönetiminin bu tutumu, Avrupa'da aşırı sağ hareketlerin güçlenmesine zemin hazırlayabileceği endişesini doğurdu. Vance'in bu konuşması, neofaşist parti AfD'nin başbakan adayı Alice Weidel tarafından sosyal medyada, "ne müthiş bir söylev" başlığıyla paylaşıldı. "Süper Alman milliyetçisi" Weidel ve AfD'nin; Trump, Musk, Putin ve Vance gibi Almanya dışından aşırı sağcıların kucağında iktidarı gasp etmeye çalıştığı anlaşılıyor. Almanya'nın genel sorunlarına ilişkin hiçbir somut önerisi olmayan, salt Trump'ı, Putin'i ve Musk'ı mutlu etmek için çalıştığı görülen AfD'nin, "süper Alman milliyetçisi" pozlarının da bir masaldan ibaret olduğu anlaşıldı diye düşünüyorum. Ne de olsa bu karanlık partinin kapitalist/faşist küresel eksenin bir parçası olduğu net bir şekilde ortada. Ama bu partiye oy veren bazı Almanlar için tüm küresel ve ulusal sorunların üzerinde bir başka sıkıntı var: Müslüman göçmenler... Bu sorun bir şekilde halledildikten sonra ülkenin düze çıkacağını düşünenler, bağımsız ve onurlu Alman demokrasisinin altına dinamit yerleştiriyorlar ve bunu da fena halde güya "milliyetçi duygular" ile yapıyorlar.
Bu arada, AB zemininde Fransa'da Marine Le Pen, İtalya'da Giorgia Meloni ve Macaristan'da Viktor Orban gibi aşırı sağcı liderlerin, Trump ve Vance'in söylemlerinden cesaret alarak benzer politikaları teşvik edebileceği düşüncesi tedirginlik yaratıyor. Bu durum, AB'nin bütünlüğünü ve demokratik değerlerini tehdit eden bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
Öte yandan, Trump yönetiminin Avrupa'daki aşırı sağ partilere desteği, transatlantik ilişkilerde yeni bir gerilim hattı oluşturuyor. Avrupalı liderler, bu müdahalelerin demokratik süreçlere zarar verebileceği ve kıtada istikrarsızlığa yol açabileceği konusunda sık sık uyarılarda bulunuyorlar. Bu noktada soru şu: Avrupa, kendi demokratik değerlerini ve bütünlüğünü koruma çabaları ile Trump yönetiminin müdahaleci politikaları arasında nasıl bir denge kuracak?
Sonuç olarak, Vance'in Münih Güvenlik Konferansı'ndaki açıklamaları, transatlantik ilişkilerde önemli bir kırılma noktasına işaret ediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Avrupa'nın, kendi iç dinamiklerini ve demokratik değerlerini koruma çabaları ile ABD'nin yeni dış politika yaklaşımı arasında nasıl bir denge kuracağı, önümüzdeki süreçte okyanusun iki yakasında uluslararası ilişkilerin seyrini detaylandıracak kritik bir unsur olarak belirecektir. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir Avrupa, Trump ve başında olduğu şer ittifakı için biçimsel olarak dış, yapısal olarak bir iç düşman olarak algılanıyor. AB'nin demokrasideki ısrarı, şu anda ABD'yi yöneten faşist ekibin dünyaya dayattığı projeye alternatif teşkil ediyor ve dolayısıyla da buna kararlı bir şekilde karşı çıkılması gerekiyor. Belki de AB’yi dünyanın geri kalanından ayıran şey, faşist eksen projesine arşı gösterdiği bu güçlü direnç. Trump ve ekibine göre, AB'nin işte tam da bu yüzden dağıtılması gerekiyor. Bu kapsamda, ABD bir bütün olarak AB'nin kendisini değil de tek tek ülkeleri hedef alıp, onları değişime zorlayacaktır. Bu süreçte, AB'ye üye ülkelerin bir arada kalma çabası sürdürülebilir olacak mı? Bu da oldukça önemli. Bundan sonra atılacak her adım, alınacak her karar, AB için varoluş mücadelesinin bir parçası olacaktır. O nedenle AB ve demokrasi yanlıları, ya bu durumla cesaretle yüzleşecekler ya da AB’nin çökmesine tanıklık edecekler. Üçüncü bir seçenek bulunmuyor maalesef.

Yorum Yazın