Tarihten kaytaran milletler, insanlık sahnesinde sessiz, hareketsiz figüranlar derekesine düşer.
Şu var ki Polemarkhos, insan sık sık aldanır. Doğruluğu, kötü sandığı dostlarına zarar vermekte, iyi sandığı düşmanlarına da iyilik etmekte görür.
[PLATON, M.Ö. 428 - M.Ö. 348 Devlet]
Göz-ucuyla, kalabalıkta kamufle olmuş Viktor Shishkin’e bakıyorum: Güneş-gözlüğünün cam perdesi ardına saklanmış suratında, Rorschach lekeleri gibi, muhtelif çağrışımlar yüklü gölgeler. Azrail’in yamağı, akademi tarlasında beni biçecek. Daha doğrusu, Makarov’uyla* delik deşik edecek. Fatin Fantom ve ekibi Viktor’u durduramaz. Onların da derdi başı beni derdest etmek [yakalamak]. Kâtil tetikte, polis teyakkuzda. Bu gerilimin bana psikolojik maliyetini varın siz hesaplayın. Kendi ayağımın altındaki halıyı çekerken bir nevi Nobel nutku irat edeceğim [söylemek]! Hücumu, edebî manevralarla savuşturamam. Kurşunlar karşısında hüsnütalil, kinaye, tecahülarif işe yaramaz. Edebiyat siperinde, canımı gramer kalkanıyla, sémantique [anlambilim] miğferiyle koruyup kurtaramam. İnşallah şanslı günümdeyimdir. Aksi takdirde, ömrümün kalanını öbür dünyada geçireceğim! Beynimde bir tarantula yürürken sözlerimi sürdürdüm:
“Çağdaş Türk Edebiyatı dersleri boyunca anlattığımız, roman nazariyesine dair temel bahisleri hülasa edelim [özetlemek] evvela. Böylece, talebelerin hafızası tazelenir, misafirlerimiz de mevzuya muttali olurlar. Ne dersiniz?”
Amfide bir teyit ve teşvik meltemi esti.
“Modern dönemde insan, kendini merkeze koydu. Buna, bildiğiniz üzere, hümanizm diyoruz. Tanrı’yla münasebetimizi gevşettik. ‘Kopardık’ demiyorum. Devirler -sanılanın aksine- başlayıp bitmez. Eskiye dair nitelikler, formlar, duyuşlar… kıyıda köşede, derinde satıhta sürer. Tarihten kaytaran milletler, insanlık sahnesinde sessiz, hareketsiz figüranlar derekesine düşer. Onların istikbali ham-hayal, mazisi masal mesabesindedir.”
Adalet, saf tebessümüyle 40 yaşında bir ilkokul öğrencisine benziyor. Sözlerimin acılığını filtreliyor mu, ıskalıyor mu? Buraya benimle gurur duymaya gelmiş anlaşılan.
“Modernliğin ifadesi, romanda ortaya çıktı. XXII. asırda hayatın da hikayenin de öznesi konumuna geçti insan. İçimizde hürriyet ümitleriyle, müthiş mesuliyetler üstlendik. Aklımızı kullanmaya cüret ettik. Medeni, ilmî, sanatsal cesaret girdi devreye. Diyebiliriz ki, modernlik, insanlığın risk almasıydı. Geleneksel emniyeti, asaleti ve rahatı seçenler, tehlikeye düştüler. Atadan kalma hakikati incitmeden yeni doğrulara yönelmek mümkündü halbuki. Qui n’avance pas, recule. [Fr. İlerlemeyen, geriler.] Bugünü mazi ile istikbalin savaştığı bir meydan zannetmekten doğan fevrilikler sebebiyle zaman kaybettik ve bu kayıp da bize -her ne kadar adına ‘hüzün’ desek de- huzursuzluk, tereddüt ve mahcubiyete maloldu.”
İnşallah şanslı günümdeyimdir. Aksi takdirde, ömrümün kalanını öbür dünyada geçireceğim!
Sabahattin Eyüboğlu ile Mehmet Ali Cimcoz yanyana. Platon’un Devlet’inin tercümesini elbirliğiyle tamamladıklarını işitmiştim. Anlattıklarımı, liyakatli kişilere mahsus o kendini her türlü eleştiriye ve tartışmaya açık tutan tavırla bütünleşmiş bir dikkatle dinliyorlar. Bu da beni daha ihtimamlı konuşmaya yöneltiyor.
“Edebiyatta, modern tür, diğer türleri kapsayan romandır. Nef’i’nin şiirini al, romana koy, olur. Roman, Shakespeare’den bir sayfayı memnuniyetle kabul eder. Fotoğraf, minyatür, illüstrasyon… romanın kapsamına girebilir pekala. Bunu akılda tutalım.”
Can Yücel’in bir kaşı kalkıyor. İtiraz mimiği mi, takdir sinyali mi? İkisi birden belki.
“Bir şey daha: Roman diğer sanatların yanısıra filozofiyi ve muhtelif bilimleri de kapsayabiliyor. Tıp, hukuk, içtimaiyat, fizik, tarih, kimya, botanik… terimleri, teorileri romanda rahatça yer bulurlar. Romanın felsefe ve bilimle alışverişi 350 senedir layenkati [kesintisiz] sürmektedir.”
Nastasya Filippovna’nın hem bir istiklal alameti hatta ebediyet müjdesi, hem de bir mahkumiyet kararı hatta yokoluş tehdidi gibi insanı kıskıvrak yakalayan güzelliğinin tesirinden sıyrılmaya çabalayarak derse devam ediyorum:
“Yirminci asrın ikinci yarısında, sinema, romanın önüne geçmiş görünüyor. Lakin düşünebilmek için, faraziyeler ve nazariyeler kurabilmek için bize kelimeler gerek. Düşünce metinseldir. Sözsüz düşünemeyiz. Kelime, romanın atomu, hücresi, yapıtaşı. Neden-sonuç ilişkileri, romanda kuruluyor. Hayatımızı anlamlı, tutarlı bir bütün kılabilmek, hikaye katına yükseltebilmek için roman vazgeçilmez, elzem bir cihazdır: Yaşamımızın unsurlarını hammadde gibi alır, işler ve bize birçok formüller, modeller, tasarımlar sunar. Duygu haritaları, felsefe rotaları, mana setleri verir. Kimileri ‘Hayatım roman’ der ya, ‘Maceralar yaşadım, sırlar keşfettim, badireler atlattım’ demeye getirirler. Halbuki ‘Filanca romanı yaşadım’ veya ‘Yaşadıklarım, falanca romanda anlatılanlara benzer’ diyebilmemiz lazımdı. İşin aslı, gençlik yıllarımızın başında, bize yaşamın, âlemin, kaderin ufuklarını gösteren romanları hazır bulmalıydık ki, maceramız bidayette [başlangıç] ve nihayette hakikaten romanvari bir mahiyet kazansın. Mamafih roman aksiyondan ziyade tefekküre ve tahassüse [duygulanım], bilgiye ve keşfe dair bir metindir. İç âlemimizde cereyan eden hadiselerin tasviridir.”
Konuyu insicamlı [uyumlu, tutarlı] anlatamadığımın farkındayım. Lakin anlatma, öğretme, bilgilendirme işleri esasen muhatapta biter. Talebenin zihninde insicam yoksa, hocanın kuvveti işe yaramaz. Hafifçe öksürdüm. Derin bir nefes aldım.
Kabul olunmayan dualarla ruhumuzu kurtarabiliyorduk; şimdi ise tutmayan lanetlerle mahvoluyoruz.
“Tanrı’dan müsaade istedik. Şimdilerde kendimize inanmayı deniyoruz. Şimdilerde dediğim, 350 senedir. Hayrın ve şerrin menşei biz olunca, bu mesuliyetin tazyiki [basınç] altında buhranlarımız da yenilendi, çeşitlendi, kesifleşti. Anlamı değişen dünya epey karmaşıklaştı; kulluktan Tanrılığa geçemediğimiz gibi, meleklikten yani masumiyetten de men edildik. Fizik, dünyayı kainatın merkezinden kaydırdı; evrim bilgisi, ona itiraz etsek de bizi kuşattı; psikanaliz de hepimizi az çok hastalandırdı. Çelişkiler bakımından zengin bir dünyada, eleştiriye muhtaç yaşıyoruz. Yaradan’ı şehre çağırmak muhal; zira paradigme [Fr. Paradigma.] değişti. Tekamülü kabul etmekle, mükemmelden koptuk. Telafisi imkansız bir tereddüt kanununa tâbiyiz artık. Bu nedenle, Tanrı’nın krallığından bazı hatıralar derlemeyi, hatta yeni mamulleri eski cetvellerle ölçmeyi mühimsiyorum.”
Görünüşe bakılırsa, anlattıklarım en çok Viktor’un alakasını celbediyor. Ve en çok Fatin Fantom’u bunaltıyor. Ne de olsa Başmüfettiş, tutuklamak için sabırsızlandığı adamın keyfini bekliyor; kucaklamak için yanıp tutuştuğu kadına yanaşamıyor. Cevval zaptiyenin, birtakım akademik tatavalara maruz kalması reva mı?
“Velhasıl… mekanik ve tam manasıyla ruhsuz bir âlemde imanı yitirdik. Elimizde kala kala gösterişçilik, şarlatanlık ve inkar kaldı. Evet, inkarcılık artık ahireti değil, yeni bir manaya kavuşan dünyayı reddetmektir. Belki de faniliğimize, yokluk ile hiçlik arasında değiş-tokuş edilişimize tahammül edebilmek için yarattığımız ebedî ve mutlak varlık; o çokça unutup nadiren hatırladığımız, hayallerimizin de ötesinde olduğunu hayal ettiğimiz Tanrı ölmemiştir de, hastalanmıştır. Tanrı’yla birlikte tabiat ana da can çekişmiyor mu? Modern kainat bir karantina kasabasına benzemiyor mu? Kabul olunmayan dualarla ruhumuzu kurtarabiliyorduk; şimdi ise tutmayan lanetlerle mahvoluyoruz. Acaba… Tanrı hayali, onu kimsenin hayal etmesine ihtiyaç duymaksızın mı var-olabiliyor? Kim bilir, yakın gelecekte insan soyunun yerini alan robotlar bile rüyalarında Tanrı’yı görecekler belki? Bana öyle geliyor ki roman, hakikatlerimizin gerçekle alakasız olduğunu kaydederken, yani bizi masallardan çekip kurtarırken, paradoksal olarak, masalsız bir hayatın imkansızlığını da işaret etmeli. Bir lokma roman, bir yudum masal: İnsanın zihinsel diyeti bu galiba.”
Kürsüdeki bardaktan bir yudum su içtim.
“Affedersiniz… Mevzuyu biraz dağıttım… Haydi, beraberce bir roman tasavvur edelim. Balzac’ın, Dickens’ın, Tolstoy’un ruhlarını çağıralım ve onların riyasetinde, bugünün, 1959’un şeraitini, atmosferini ve icaplarını da hesaba katarak, yola koyulalım.”
___________________________________
* Makarov PM [Пистолет Макарова ПМ.] 1940’ların sonlarında Nikolay Makarov’un tasarladığı Sovyet yapımı tabanca.
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

Yorum Yazın