Tehlike, kuru bizin yüzeyindeki duman gibi. Kokusunu alamazsınız ama görürsünüz.
Taşım taşım kaynamasını izlersiniz ve o dehşetengiz çalkantının altında bir şeylerin ansızın çatlayıp patlayacağını bilirsiniz.
[MICKEY SPILLANE, 1918-2006, Öp Beni Öldüresiye -1952]
Tozun dumanın içinde, yırtık pırtık gölgeler koşuşuyordu. Banka şubesi birdenbire feryatların ağıtlara karıştığı kanlı bir harabeye dönmüştü. Gördüklerim mi, işittiklerim mi daha korkunç, kestiremiyorum. Robot adımlarıyla caddeye çıkarken, ateşte yürüyor, su üstünde koşuyorum sanki. Yandaki zücaciye vitrininin kırık camındaki afişte “Tenzilattan istifade ediniz” yazılı. Ölümün ciddiyeti, hayatı gülünçleştiriyor: Selam, hakaret, reklam, dua, yemin, itiraf, yalan, sitayiş, tehdit, küfür, şükür, iltifat, şiir, makale, roman, teklif, blöf, yakarı, ferman, sitem, palavra… telaffuz ettiğimiz veyahut yazdığımız sözün mahiyeti ne olursa olsun, hepimizin alınyazısının son cümlesi aynı. Bizi öldürerek ebediyetin kucağına atan Azrail, komedyen bir melek mi ne; onun zalim şakalarından zinhar kaçamıyoruz…
Mangal dolusu ateş yutmuş gibiyim. Şu güzelim bahar günü, kaderim bana zehir oldu. Sol kolumdan vurulmuştum. Ceketim kandan sırılsıklam.
O keşmekeşte yere düşmüş bir fötr şapkayı eğilip aldım, şöyle bir silkeledikten sonra başıma geçirdim ve gözlerime indirdim. Fakülteden birileri beni görse bile teşhis edemesin. Akademide dedikodu frekansı, suizan seviyesi, fitne-fesat katsayısı yüksektir zira.
Gördüklerim mi, işittiklerim mi daha korkunç, kestiremiyorum.
Zarfı koltukaltıma kıstırdım. Çalkantılı kalabalığın kıyısından, yaralı kolumu tutarak otomobile doğru ilerledim.
Meydanda güvercinler havalanırken, minarelerden öğle ezanı yükseldi: “Allahu ekber, Allahu ekber…” Seneler evvel mütereddit bir sükutla uzaklaştığım Hüda’nın çağrısını duymak, o lahza ruhumda bir teselli meltemi estirdi. Şüphelerim ile imanım birbirine sıkı sıkıya düğümlenmiş, n’apabilirim? Gene de günışığını süzen asırlık çınarların huzmeleri altından geçerken, kalbimde uhrevi bir ihtizaz [titreşim]… Son kertede ben de faniyim, kulum, acizim işte. Allah’ı özlemişim…
***
Bahtiyar Kont bir sohbetimizde Yürüyebilen Yaralılar Kulübü adlı bir mekandan bahsetmişti. Tırabzana tutunarak merdiveni çıkarken “Beni de o kulübe almalılar” diye düşünüyordum. Kanım basamaklara şıp şıp damlıyor. Eve kendimi dar attım.
Salondaki üçlü koltuğa uzandım. Haydut, uysal köpek tavırlarıyla çevremde dolanıyor, üstümü başımı koklayarak elemle miyavlıyor… Sızıdan inlerken yarım-ağız gülerek sordum: “Hayatının hiçbir aşamasında… miyavlamaktan vazgeçmeyeceksin değil mi?”
Cevabı gayet netti: “Miyav.”
Telefon acı acı çaldı. Zar zor doğruldum, aksaya sendeleye gidip açtım.
“Alo?”
“Ahmet Hamdi Bey?” Arayan, Sevin Yokya’ydı. “Nisuaz’da sizi bekliyorum.”
Sahi, öğleden sonra buluşacaktık. Tümüyle unutmuşum. “Sevin Hanım… inanın dışarı çıkacak halim yok… Mahzuru yoksa, evime buyurmaz mısınız?”
“Memnuniyetle. Pasta alıp geliyorum o halde. Meyveli mi istersiniz, çikolatalı mı?”
“Yo, onun yerine…” bitap düşmüştüm. Başım dönüyor, bayılmak üzereyim. “Bana kurşun yarasını sarmak için birşeyler getirebilirseniz, hora geçer… Evim Gümüşsuyu’nda…”
Sesi birden değişti; Sevin Yokya, ahizeyi Kunter Kunt’a devretti sanki: “Adresi biliyorum. 15 dakikaya yanınızdayım.”
Hepimizin alınyazısının son cümlesi aynı.
***
Kurşun etimi delip geçmiş. Feci sızlıyor. Sevin Yokya, yarayı sabunla yıkadıktan sonra etanolle temizlerken beynim zonkladı. Ben banyoda inledikçe, Haydut, eşikte ağıt makamında miyavlayarak acımı paylaşıyor. Soğuk Savaş’ta kurşun yiyen kaç kişiyiz acaba?.. Casus hemşire, yaraya kara merhem sürdü. Bu işte tecrübeli besbelli. Nihayet salona geçtik ve kolumu sargı beziyle sıkıca sardı. Akabinde ben “Kahve pişireyim” diye yekinince, gözlerim karardı, gün boyu afyon tarlasında otlamış at gibi bayıldım…
***
“Viktor Shiskin’i tanıyor musunuz?”
“Bir tek, onun hangi gezegende olduğunu biliyorum.”
“İsmini duyduğunuzdan eminim. Neden yalan söylüyorsunuz?”
“Alışkanlıktan. Kusura bakmayınız… Viktor’un adından önce lakabını işitmiştim. Ona ‘Deccal’ın Gölgesi’ derler.” Sevin Yokya, Haydut’u kucağına almış, okşuyor, bir yandan da kahve içiyordu.
Burnuma tütün kolonyası tutarak ayıltmıştı beni. Kahve hazırlarken, pikaba bir kırkbeşlik koymuştu. Tanımadığım bir şarkıcı, hiç duymadığım bir şarkı söylüyor:
“Tragedy, tragedy for sale
Come see the train wreck I’ve become
And when the show is done the tragedy goes on”*
“Bankaya yaylım ateşi açanların arabası Sovyet malıydı” deyip sustum.
“Banka saldırısı Viktor’un işi. Sizin de malumunuz.” Ve ekledi: “İstanbul Emniyet Başmüfettişi Fatin Fantom’u da o vurmuştu.”
“Tahminimce, Fatin Bey’in yaralanması, şahsi bir meseleyle alakalıydı.”
Sevin Yokya’nın iri gözleri daha da irileşti: “Çok zeki bir dedektifsiniz. Bu hususta_”
“Malumatım yok” diye araya girdim.
Üstelemedi: “Viktor sadece emirleri uyguluyor…”
“Yani?”
“Rusların hedefisiniz Ahmet Hamdi Bey.”
“Fakat niye?”
“Gayet aşikar. Siz, çağın ayırıcı vasıflarını saptayan ve eserini o minvalde ören bir yazarsınız. Müşterek ve tarihî korkularını yatıştırdığınız cemiyete, modern yaşamla barışmanın çarelerini sunuyorsunuz…”
Güldüm. Gülünce canım acıdı: “Ne münasebet Sevin Hanım? Niyetlerimin hadiselere hiçbir tesiri yok ki?”
Gözlerini yüzümde gezdirdi: “Hayatî sualler sorduğunuz için, ölümcül cevaplar alıyorsunuz.”
“Tehlikenin mahiyetini ve cihetini görebiliyorum, lakin sebebini anlayamıyorum.”
“Planınız nedir?”
Allah’ı özlemişim…
Koltuktan yavaşça kalktım. Masadaki kan lekeli sarı zarfı, Bayan Yokya’ya takdim ettim: “Burada 10 milyon 100 bin Lira var. 50 bini bana, kalanı size.”
“Ne? Ne için?”
“Şu heykeltıraşa ulaştınız mı? Sergey Sinkov’a?
“Evet.”
“Sizden ricam, bu parayı Sinkov’a vermeniz ve ondan iki heykel sipariş etmeniz. Ne diyorsunuz, bu işi halledebilir misiniz?”
Sevin Yokya doğrulunca, kedi, kucağından atladı: “Ricanız benim için emirdir Üstat.”
________________________________
* Trajedi, satılık trajedi!
Gel ve gör, paramparça halimi
Şov bitse, perde kapansa bile
Devam eder, ezelî Trajedi
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

Yorum Yazın