Tanrı zaten insanları cennetten atmıştı, şimdi de dünyadan kovuyor!
[KAREL ÇAPEK, 1890-1938, R.U.R. Rossum’un Evrensel Robotları]
İstiklal Caddesi’nden Chrysler’le geçerken Bahtiyar Kont’a soruyorum: "Ivan Shishkin, XIX. asırda yaşamış bir ressam; Nastasya Filippovna’nın portresini nasıl yapmış olabilir?"
Hayaletin ağzını bıçak açmıyor. Saydam vücudunun ardında Elhamra Sineması. Beklenmeyen Şahit [Witness for the Prosecution] filminin afişinin önünde Bahtiyar Bey meşhur bir Hollywood jönü, Marlene Dietrich’in kavalyesi gibi görünüyor.
"Tabloyu neden bana bıraktınız Bahtiyar Bey? Vefatınızdan sonra resmi görmemi neden, niçin istediniz?"
"Söyleyemem üstadım. Ben… sizin için… Aksi takdirde…"
Sabrım taşmış, endişem ayyuka çıkmıştı. Meraktan çıldırmak üzereydim: “Ruhunuzun ahirete intikal etmeyeceğini, bedeniniz gömüldükten sonra da sizinle görüşüp konuşacağımızı biliyor muydunuz?”
"Yo, bilmiyordum."
"Nastasya Filippovna adını kullanan kadın gerçekte kim? Bana neden âşıkane bir yakınlık gösteriyor?"
"Bunu ona sormanız daha münasip değil mi sizce de?"
"Viktor Shishkin, ressamın akrabası mı? Neden peşinize düşmüştü? Portreyi sizden geri almak için mi?.."
Ağzı sönük, sesi kısık, konuşması yavaş. Adeta kelimelerin yasını tutuyor: "Viktor… Evet, ressamın kızı Lydia’nın oğlu. 1913’te doğmuş. Fakat portre umurunda bile değildi. Onun derdi başkaydı."
"Lami Alem’in bahsettiği ‘Rus sevgili’ de Viktor mu? Öyleyse, gizli aşk yaşadığı kişiye, ta İstanbullara gelip ölümüne saldırmasının sebebi ne?"
Bahtiyar Kont elemliydi. Mezara götürdüğü sırları pekala geri getirebilirdi. Ecel seferinden dönmüştü nitekim. Ölüm uçurumunu aştığı halde hangi barrière’e takılmıştı? Önünde ecelden başka engeller de mi var?.. Hayalet, ceset kadar sessiz.
"Nermin Mermi’yle beni tanıştıracaktınız. Lakin kadın rahmet-i rahmana kavuşmuş. Bu hususta niçin yalan söylediniz? Ayrıca, Leydi Mermi nasıl bana ahiret âleminden mektuplar gönderebiliyor? Ölüm bizi buluşmamızdan evvel ayırdığına göre, sevda kıvılcımları cehennemden mi yağıyor?.."
İşin içinden çıkamıyorum. Yazık ki zekam, hayalini kurduğum kadar zeki olmama elvermiyor.
Mevcut karmaşa, cinayetle alakasız görünüyor. İsli bir fanusun içindeyim adeta. Muamma ile cürüm arasında bağ kuramıyorum. Bu cinayetin kurbanı maktul değil de zanlı mı? Yani ben.
Yoksa… Bahtiyar Bey’i hakikaten de ben mi öldürdüm? Çıldırmışımdır belki? Sanat, filozofi ve kültür sayesinde zamanın ve mekanın üstüne yükselmeye çabalarken… ya keçileri kaçırdıysam? Kendime dair yanılgılarım ileri bir safhaya ulaştıysa?.. Şu halde, ruhumdaki hasarı tespite yetmiyordur aklım!?.. Ahval ve şerait yalnızca kendimden şüphelenmeme elveriyor!..
Benden genç bir adamın hayaletiyle konuşurken onun bana miras bıraktığı otomobili sürüyorum ve kâtilini bulmama yarayacak sözler söylemesi için ona peşpeşe sualler soruyorum!.. Derin bir kederin zalimane parodisi! Gelgelelim keder, öfke kadar kullanışlı değildir. Sel felaketinde evi çamura dönen köylü kadar şaşkın, ağlıyorum. Gözyaşlarımın arasından görebildiğim kadarıyla o da ağlıyordu.
Taksim Meydanı’nda frene bastım: "Ne?"
"Cebrail’in Muhammed’e dediği gibi ‘Bundan sonrasında seninle gelemem.’ Allahaısmarladık üstat."
Kapıyı açmaksızın otomobilden indi.
Ardından seslendim: "Bahtiyar Bey!"
Döndü. Hayalî gözyaşlarını şeffaf eliyle sildi: "Buyurunuz."
"Sizi ben vurmadım…"
"Demiştim ya_"
"Emin misiniz? Bana hakikati söyleyiniz. Cinayetin şahidi yok zira…" Yutkundum: "Kâtiliniz ben miyim?"
"Hayır. Kesinlikle hayır" dedi ve cadde kalabalığına doğru yürüdü. Onu dikiz aynasından bir müddet izledim.
Solumdaki abideye, Atatürk, İnönü, Karabekir ve diğerlerine bakıyorum; sivil giyimli Rus Mareşali Voroşilov’a takıldı gözüm. Kaidenin üstünden, Bahtiyar Kont’u izliyordu sanki.
***
Devrisi gün, iki ayağı üstüne dikilen ilk insan gibi ağır ağır doğruldum yataktan. Ve hâlâ bir delinin kabusunda gibiyim.
Hayalet dostum kayıplara karışmıştı. Ben bile kendimi bırakıp gitmiştim sanki. Yalnızlık farzdır. Belki yalnızlıktan kurtulamıyoruz da, bizi kimlerin terkedeceğini seçebiliyoruz ancak?
Emniyet Merkezi’ne varıp imza verdim. Şair polis bile parmak-izi raporundan ötürü benim mücrim olduğuma kanaat getirmiş olmalı ki, uzaktan selam verip tüydü. Fatin Fantom’un ofisine uğradım. Kimse yok. Masada bir şey gözüme çarptı. Dikkat kesildim. Kitap. Üstünde de kırmızı kadife kaplı bir kutu duruyor. Meraka kapıldım. Roman-sevmez Başmüfettiş ne okuyor acep? Yaklaştım ve gördüm ki Huzur! Zaptiye şefine Mümtaz, Nuran, Suat, İlyas… hakkımda neler söyleyecekler kim bilir? Kitabı alırken kutuyu kazara düşürdüm. Hay aksi! Masanın öbür tarafına geçtim, kutuyu yerden aldım. Kapağı açılmıştı. İçinde yonca şeklinde bir altın kolye. Mücevheri kutuya telaşlı bir ihtimamla yerleştirdim. Kutuyu kitabın üstüne bıraktım. Ve kaçarcasına uzaklaştım.
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
Yorum Yazın