Enderunda söyleşirdik lalayla
[LEVENT KARATAŞ, İstanbullu Kahinin Rüyaları]
Tolstoy’un Diriliş romanının ilk cümlesi: “Yüzbinlerce insan üzerine doluştukları toprak parçasını çirkinleştirmek için vargüçleriyle uğraşsalar da; üzerinde hiçbir şey yeşermesin diye her yana beton döküp, filizlenen her bitkiyi kökünden koparmış, havayı kömür ve petrol yakarak alabilidiğine kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları kovmuş olsalar da, ilkbahar gene de ilkbahardı.”
Bu sözdeki umuda hak vermeye başlamıştı Ahmet Hamdi Bey. Cumhuriyet’in kazanımları elden gidiyordu. Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatılmıştı. Devalüasyonla Dolar 2 Liradan 9 Liraya fırlamış, halk büsbütün yoksullaşmıştı. İstanbul’da yeni yollar açılırken camiler, medreseler, hamamlar… yüzlerce tarihî eser yıkılmıştı. Millî şuur kapanmış, millî hedefler yitirilmiş; dalavereden ibaret siyasetin tazyiki altında halk müptela ve mücrim [suçlu] kölelere benzemişti. Hakikati bulduğunu sanırken, hiçliğe teslim oluyordu insanlar: Üstüne ölü toprağı atılmış, iradesiz, eylemsiz, dilsiz bir yığın.
Fakat galiba ilkbahar gene de ilkbahardı. 1 aydan fazladır, Bahtiyar Kont’la, Arnavutköy’deki yalıda her Çarşamba saat 5 sularında buluşuyorlar. Şoför Sümer dakik olmadığı zamanlar erkenci. Teknoloji harikası otomobille, tabiat ananın gururu İstanbul Boğazı’nın kıyısından rüzgar gibi geçiyorlar. Reveranslar, tebessümler, ikramlar…
Ve en mühimi, Bahtiyar Bey’in felsefi dikkatlerle dolu, meleksi bir özgüvenle taçlanan konuşması. Genç adam Tanpınar’ın fikirlerini ve hislerini değiştirmekle kalmıyor, ona gençlik aşılıyor. Dünyanın en kolay şeyi efkarlanmaktır. İçimizde çalar efkarlı müzik. Neşelenmek, hayatın tadına varmak, dans etmek için, hariçten gelen melodiye gerek duyarız. Mister Kont işte o şifalı şarkıyı söylüyor Tanpınar’a sanki. Her defasında, büyük yazarı ‘küçük’ bir armağan bekliyor şöminenin üstünde: 1732’de İbrahim Müteferrika’nın neşrettiği Kâtip Çelebi’nin Cihannümâ’sı, Drakula’nın çalar-saati, Goya’nın bakır üzerine kezzapla çizdiği gravür Volaverunt, Atatürk’ün kahve fincanı, Rene Magritte’in piposu…
Hakikati bulduğunu sanırken, hiçliğe teslim oluyordu insanlar: Üstüne ölü toprağı atılmış, iradesiz, eylemsiz, dilsiz bir yığın. Fakat galiba ilkbahar gene de ilkbahardı.
Üstat ayak dirediğinde, Bahtiyar Kont “Siz eserlerinizle hepimizi sevindiriyorsunuz, Noel Baba’ya da birileri hediye almalı” diyor.
“Ayrıca, size hediye vermekten ziyade, emanetleri teslim ettiğim fikrindeyim...” İlkbahar evet ilkbahardır lakin gene de düşünce, ıstıraba ses verir.
Romancı Profesör kahveden bir yudum alıp sigarasından bir nefes çekiyor: “Tarihe geç kalıyoruz. Tarih sahnesinde figüran gibi gölgede kıpırdamadan dikilmekteyiz. Millî şahsiyetimizi koruyarak, bize mahsus imkanlar ve eserler üzerinden modernleşebilirdik, değer üretebilirdik. Sanayileşmede esamimiz okunmuyor.”
Tanpınar, kendi sesini işitmekten ve ağzından çıkan sözlerin ağırlığından ötürü yorgun düşmüş gibi arkasına yaslandı.
Bahtiyar Kont, Üstadın sözlerini pürdikkat dinledikten sonra “Ah aziz efendim” dedi “Sanayileşme insanlık için çok yeni bir tecrübe. Batı’ya bir ihtişam ve kudret kazandırdı elbette. Fakat birçok anormalliğe ve hatta zulme de sebep oldu. II. Cihan Harbi’nde görmedik mi, makinelerin kanlı hükümranlığını? Avrupalı bizzat makineleşiyor; zamanı dakikayla, parayı kuruşla ölçüyor. Bu gidişle 20 yıla kalmaz, Avrupalı, insani sınırların ötesinde benliğini yitirip kendine büsbütün yabancılaşır. Biz ise ferahfeza yaşıyoruz hâlâ. ‘Haftaya’ diyoruz, ‘Sabah ola hayrola’ diyoruz. Hesabı ödemek için birbirimizle yarışıyoruz…”
Haklı mı acaba? Bu sözler hiç de züğürt tesellisine yahut müflis tüccar avuntusuna benzemiyor. Kendi imkanlarını doğru ölçebilen kişi, iyiye gidişi teşvik etme iradesi gösterebilir pekala… Bu dünyada hepimiz misafiriz, lakin paradoksal olarak Türkiye’de misafir değiliz.
“Biz” dedi Tanpınar “kadını erkeğiyle, hürriyet terbiyesinden mahrum kaldık dostum. Münasebetlerimizi tıkayan, canlılığımızı yok-eden büyük noksanımız hürriyet.”
Bir zamanlar bir Ahmet vardı: Babasının tayini çıktığında, ailesiyle başka bir şehre taşınan küçük çocuk.
Sonra iki Hamdi çıktı meydana: Biri, bilimle alakadardı, diğeri felsefe ve sanatla.
Nihayet üç Tanpınar: Düşünen, yazan, yaşayan.
Düşünceyi yazıyı ve hayatı örtüştürmek kolay mı? Değil.
Ne peki?..
Tanpınar, başını çevirdi ve pencereden dışarıya, anlaşılmaz bir bilmeceye benzeyen bahar akşamına baktı. İstanbul’un ufkunda alçalan güneşin son ışıkları, denizin üzerine serilmişti. Alacakaranlık çökmüştü. Her şey bu alacakaranlığın kavrayıcı sessizliğinde donmuş gibiydi. Tüm beşerî faaliyetlere paydos ettiren düşsel bir sükunet…
“Biz” dedi Tanpınar “kadını erkeğiyle, hürriyet terbiyesinden mahrum kaldık dostum. Münasebetlerimizi tıkayan, canlılığımızı yok-eden büyük noksanımız hürriyet.”
Bahtiyar Bey’in yüzünde esrarengiz bir tebessüm belirdi: “Mirim, konuyu değiştirmeme müsaade buyurursanız… size yüzünüzü güldüreceğini ümit ettiğim bir şey söylemek istiyorum.”
“Elbette.”
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
Yorum Yazın