Tanpınar, bir Üsküdar gezintisinde lafı yine Aziz Mahmud Hüdayî’ye ve onun tarikine getirir. Ve sevgilisinin ağzına, kendi ruhunun sesini yapıştırır: “Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı. Bir gün istediği zaman takındığı o çocuk tavrıyla -Ben o zamanlar gelseydim… Muhakkak Celvetî olurdum, dedi.”
Zihinleri kompartımanlara bölünmüş ve ‘evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermeyen’ Türkiye’nin çocukları için yukarıdaki başlığın, merakla kayıtsızlık arasında bir yerde durduğunun pek tabi farkındayım. Kabaca, kabataslak “Tarikatlar kapatılsın! Gerici yobazlara geçit yok!” cehaletiyle ambalajlı Türk solu ve “Velilerimiz ne mukaddes insanlardı, padişahlarımız bile evliyaydı.” hurafesine sıkı sıkıya bağlı Türk sağı sığlığında olanlar, yazının bundan sonrasını takip etmeyebilirler. Çünkü ben başka bir şey anlatacağım… Madem başta böyle bir tercih hakkı sundum, o hâlde şunu da söyleyeyim: Ahmet Hamdi Tanpınar, herhangi bir şeyh efendiye bağlı ve tarikata müntesip değildi. “E, o hâlde sen ne yazacaksın şimdi?” diyenler kaldıysa, toparlanın başlıyoruz…
Kuruluş’taki Sufi Boya
Sathî bir kestirmeden gidersek; Orhan zamanına izafe edilen Yeniçeri Ocağı’nın ihdas edilmesiyle 14. yüzyılın ortalarında Bektaşîlik, II. Murad (Ben ahali gibi Koca Murad demeyi seviyorum) devrisaltanatında, Edirne’de açılan Mevlevîhane ile 15. asrın başlarında Mevlevîlik, İmparatorluğun Kuruluşu’na kendi boyasını çalar. Meraklısına Mustafa Kara’nın bütün kitaplarını tavsiye ettikten sonra asıl konuya geleyim. Beş Şehir müellifinin Ankara pasajında, “İmparatorluğun iç nizamını yapıyordu.” diye andığı Hacı Bayram Veli’nin sadece Anadolu topraklarında doğup büyüyen bir Türk mutasavvıfı tarafından kurulmuş ilk tarikat addedilen Bayramîyye’nin piri olması değil, gövdesinden çıkan tasavvuf ekollerine ‘baba’lık etmesi bugünden geriye bakıldığında tarifi zor bir esansiyel.
Hacı Bayram ya da Yolların Başlangıcı
Madem buraya kadar beraber geldik, başlığı açmaya başlıyorum: 1430 senesinde Ankara’da öte tarafa göçen Hacı Bayram; Şah İsmail’in ideolojik aşısıyla Şii bir hüviyete bürünecek olan Erdebil Ocağı’nın son mezunlarından Hamidüddin Aksarayî, yani Somuncu Baba’nın müridi. Ol Ekmekçi Koca, İmparatorluğun ilk sufi direnişini örgütleyen Şeyh Bedreddin’in halvet arkadaşı, Yıldırım Bayezid’in damadı (Hacı Bayram’ın cenaze namazını kıldıracağı) Emir Sultan’ın iltifat ettiği bir mürşit. Bu matruşkayı gösterme nedenim; yazının girişinde de andığım üzere devlet sopası yiyen Mevlevîlik (don’t forget 1656) ve Bektaşîlik (don’t forget 1826) gibi ‘ana akım’ tarikatların zaman zaman dışında kalmış ‘yol’ların başlangıcında Hacı Bayram levhasının olması.
İmparatorluğun Yeraltı Örgütleri
Bu iç içe geçmiş Türk tipi tasavvuf tarihinde, Hacı Bayram’ı bir yekûn çizgisi belleyelim. Ankaralı rehberin doktrine ettiği Bayramîyye’den üç kol (yol) zuhur ediyor, hepsi de direkt kendi talebeleri. İlki; büyük mürşitten sonra irşat makamına geçen (1453 Kuşatması’nda savaş meclisindeki motivasyonun sahibi) Akşemseddin’in sistemleştirdiği Şemsîyye, derviş çeyizini reddeden Bıçakçı Emir Dede’nin aykırı tarzıyla bütünleşen Bayramî-Melamîlik, Akbıyık Sultan’ın silsileyi tutkalladığı Celvetîlik. Bu yapıların her biri bir roman konusu. Yahya Kemal’in Sarı Saltuk’la İsmail Maşukî’ye selam gönderdiği ‘Maverada Söyleniş’ şiirini bir maymuncuk olarak buraya bırakıyorum ve artık Tanpınar’ın gönlüne seslenen yola geliyorum.
Tanpınar, Yaşadığım Gibi’de 1402 Ankara Savaşı sonrası Anadolu’yu istila eden Timur kuvvetlerinin ardından Hacı Bayram’la yeni bir devrenin açıldığını ve dirlik düzenlik sağlanınca ilk payitahtın belirleyici olduğunu kaydediyor. Devamında şöyle konuşuyor: “Onbeş ve onaltıncı yüzyıllar boyunca Bursa, hatta İstanbul’un karşısında bile bir manevî saltanattır. Ancak Üftade’nin müridi Aziz Mahmud Hüdai’nin İstanbul’a gelişiyle ikilik ortadan kalkar.”
Celvetîlik: Osmanlı Tasavvufunun Şemsiyesi
Aziz Mahmud Hüdayî’nin Üsküdar’daki asitanesi, bugün bile İstanbul’un sessiz ev’lerinden. Lale merakıyla, şiir besteleriyle, tekke musikisiyle Osmanlı’nın kültürel hayatını şekillendiren bu dergâhın arkasındaki isim ya da resim Üftâde Hazretleri ve onun Celvetiyye adını verdiği stil. Tanpınar, Yaşadığım Gibi’de 1402 Ankara Savaşı sonrası Anadolu’yu istila eden Timur kuvvetlerinin ardından Hacı Bayram’la yeni bir devrenin açıldığını ve dirlik düzenlik sağlanınca ilk payitahtın belirleyici olduğunu kaydediyor. Devamında şöyle konuşuyor: “Onbeş ve onaltıncı yüzyıllar boyunca Bursa, hatta İstanbul’un karşısında bile bir manevî saltanattır. Ancak Üftade’nin müridi Aziz Mahmud Hüdai’nin İstanbul’a gelişiyle ikilik ortadan kalkar.”
Tanpınar’a göre Celvetîliğin asıl şöhreti; on dördüncü Osmanlı padişahı Sultan Ahmed zamanında başlar. Öyle ki Hüdayî, 17. asrın başında bütün İstanbul’a hükmediyordur. Beş Şehir’in Bursa ve İstanbul bölümlerinde (Erzurum’da bile Sarı Gelin’i derleyen Faruk Kaleli’nin ağzından İsmail Hakkı Bursevî’nin Celvetî nefesini hatırlatır.) Celvetîliği ve bilhassa Aziz Mahmud Hüdayî’yi sıklıkla anan Tanpınar, Şeyh’in uyuduğu mevcut kompleksi, Tanzimat mimarîsinin zevksizliğine en büyük misal olarak gösterir. Eskinin Bursa kadısıyla bir ünsiyet kuran Ahmet Hamdi, muhayyilesindeki şeritleri şu cümlelerle akıtır: “Ben Aziz Mahmud Hüdayi Efendi’yi, Sultanahmet Cami’nin temelleri arasında tahayyül ediyorum. Zaman zaman benim için oradan çıkar ve hiçbir hikmetin teselli edemeyeceği bir hüzünle o çok sevdiğim beytini tekrarlar: Günler gelip geçmekteler/Kuşlar gibi uçmaktalar. Evet günler gelip geçtiler. Fakat zamana sevgi ve inançlarının izini geçirenler hâlâ aramızdalar; adları ve hayatları bize manevî ufuk oluyor.”
Türk Aydınının Trajedisi…
İlkin, 1948 senesinde Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Huzur; Mahur Beste ve Sahnenin Dışındakiler’le beraber bir ‘nehir roman’ karakteri taşır. Orhan Pamuk, Tanpınar’ı bir cemaat insanı, Huzur’u da bu sorumluluğun eseri olarak anarken, Orhan Okay şunları rapteder: “Çeşitli yorumlara göre en güzel aşk romanı olmaktan başlayarak Türk aydınının trajedisinin; Doğu-Batı, eski-yeni problematiğinin; bir medeniyetin yükseliş ve çöküşünün; tabiatı, semtleri, tarihi ve sanat eserleriyle İstanbul’u yeniden keşfetmenin; Türk toplumunun üst yapıya ait sorunlarının maddî şartlarla ve üretimle çözümünün; ahlâk, toplum ve kültür değerleri çatışmasının; kâinat içinde insan hayatının ve talihin ne olduğu sorusuna cevap arayışın; hayatın mantık dışı seyrine mağlûp olmamanın; bir imparatorluk enkazı üzerine inşa edilen Cumhuriyet’te maddî ve manevi değerlerin sorumluluğunu yüklenecek aydının; insanın aradığı huzurun kendi içinde bulunuşunun ve bunun feragatle özdeş oluşunun romanıdır.”
“Baba Tarafından Mevlevî, Anne Tarafından Bektaşî”
İhsan, Nuran, Suat, Mümtaz bölümlerinden mürekkep Huzur’da İstanbul; Nuran’la Mümtaz arasındaki muaşakanın dekorudur. İki ürkek sevgili, birbirlerine olan hissiyatlarını Suriçi’ni, Boğaziçi’ni ve özellikle Üsküdar’ı gezerlerken açık ederler. Yazının sürprizi olsun: Baba tarafından Mevlevî, anne tarafından Bektaşî olan Nuran, Tanpınar tarafından bir sebep yaratılıp derhal Celvetîliğin sularına çekilir. Sevdiği kadının dayısı, yani 1909’da Hareket Ordusu’yla İstanbul’a girip Sultan Hamid’i indirmiş eski İttihatçı Tevfik Bey’in ağzından şunları hatırlatır: “Sonra Nuran’ın babası çocukken hastalanacak, annesi Aziz Mahmud Hüdaî Efendi’ye adayacak, büyüyünce pirin dergâhına girecek, orada babamla dost olacaklar. Nuran doğacak… Siz doğacaksınız…”
“Ben O Zamanlar Gelseydim… Muhakkak Celvetî Olurdum”
Velhasıl Tanpınar, bir Üsküdar gezintisinde lafı yine Aziz Mahmud Hüdayî’ye ve onun tarikine getirir. Ve sevgilisinin ağzına, kendi ruhunun sesini yapıştırır: “Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı. Bir gün istediği zaman takındığı o çocuk tavrıyla -Ben o zamanlar gelseydim… Muhakkak Celvetî olurdum, dedi.”
Kırk yaşında, kendisine edebî şöhretin kapılarını açan ve “Bursa’da Zaman” şairi olarak ünlenen Tanpınar, Hacı Bayram müritlerinin en ateşli ocağının Bursa olduğunu söylerken, kendisini tıpkı Kadı Mahmud gibi Üftade’nin Keşiş’in yamaçlarındaki tekkede hayal etmiş olamaz mı?
Olabilir.
Yorum Yazın