Siyasal İslamcılar tarafından “dost” olarak kabul edilen Suriyeliler sekülerler için kuşku duyulacak; sekülerler tarafından dost kabul edilenler ise İslamcılar için kuşku duyulacak cemaatlere mensup olabilirdi. Bu durum özellikle siyasetçiler tarafından da tartışma konusu olunca buraya gelen Suriyelilerin kimler olduğu konusunda kamuoyunun kafası iyice karışmaya başladı. Prof. Dr. Sema Erder, “Suriyeli kim?” sorusuna cevap arıyor.
Son on beş yıldır, Suriye’de olanlar ve oradan kaçıp buralara gelenler Türkiye’de hep gündemde ve neredeyse her ortamda konuşulup duruyor. Suriye askeri stratejistler, dış politika uzmanları, dış haberciler tarafından soğukkanlı bir biçimde tartışılıyor, ama farklı saiklerle olsa gerek, Suriyeliler siyasetçiler arasında popülist söylemlerle ve heyecanla tartışılıyor. Sosyal bilimciler ve sivil toplum örgütleri ise, Avrupa Birliğinin verdiği fonlarla “Suriyelilerin” Avrupa’ya geçmemeleri ve burada kalmaları için gerekli tedbirleri araştırmakla meşguller.
Mevcut yönetim, iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriye vatandaşlarını, önce hiçbir hukuki statüsü olmayan “misafir” olarak adlandırdı, sonra yeni bir hukuki düzenlemeyle “geçici koruma” diye adlandırılan bir statü vererek onların burada fazla sorun yaşamadan kalmalarını sağladı. Hukukçular Suriye vatandaşlarına verilen ve aslında “misafirliğe” karşılık bu statünün, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uygulanan dış göç politikasının dışında kalan farklı bir düzenleme olduğunu belirttiler. Yakın döneme kadar Türkiye’nin uyguladığı mülteci ve sığınmacı politikası, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK/UNHCR) uluslararası mülteci ve sığınmacı hukukuna ayak uyduran düzenlemelerle paraleldi.
Diğer taraftan, BMMYK’nın aslında İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupalı mültecilerin yer değiştirmelerini düzenleyen bir uluslararası kurum olduğu bilinmekteydi. Bugüne kadar Filistinlilerin sorunlarını bile çözememiş olan bu kurum, son dönemlerde dünyanın Güney’inde artan kitlesel mülteci ve sığınmacı akımlar için anlamlı çözümler de getirememektedir. Bu nedenle bu kurum mültecilerle ilgilenen uluslararası camia ve insan hakları savunucuları tarafından eleştirilmektedir. Bu çerçevede, Suriyelilere uygulanan “misafir/geçici koruma” statüsü yeni bir düzenleme olarak ilgi çekti ve uzun süre tartışıldı. Diğer taraftan bu statü, Suriyelilere, sürekli olarak “geçici” olduklarını ve “uyum” göstermelerinin de bir sınırı olduğunu hatırlattı.
Son yıllarda, dünyanın Güney’i diye adlandırılan toprakları farklı dönemlerde terk etmek zorunda kalan “kapitalist” eski emperyal devletlerin geride bıraktıkları topraklarda birbirleriyle yarışına şahit olmaktayız. Dünya savaşları sonrasında, eski emperyal ülkeler, sadece kendi eski hakimiyet bölgelerinden gelen göçmenleri ülkelerine kabul ettiler. Örneğin, İspanya ve Portekiz Latin Amerika’dan, İngiltere, Hindistan ve Pakistan gibi eski kolonilerden, İtalya ve Fransa Afrika ve Orta Doğu’daki eski kolonilerinden gelenler için seçici de olsa bazı kuralları uyguladılar.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de eski Osmanlı topraklarından sadece Balkanlar’dan gelenleri mülteci olarak kabul etti. Halbuki, Suriye’nin içinde olduğu coğrafyada yaşayan farklı kökene sahip cemaatler de uzun süre Osmanlı yönetimi altındaydı. Buradakilerin gündelik sivil yaşamı, yakın dönemlere kadar, belki de hala devam eden, çok hukuklu ve çok dinli millet sistemi ile düzenlenmekteydi. Toplumdaki cemaatlerin toprakla ilişkileri ise “iskan kurumunun” kurallarıyla düzenlenmekteydi. Bu dönemde, bu bölgeye “yerli olmayan” cemaatler de Osmanlı’nın dost ya da düşman olarak kabul etmesine göre, (en bilinenleri, Çerkesler, Ermeniler ve Kürtler) ya oraları yönetmek ya da oralara sürgün edilmek amacıyla yerleştirilmişti. I. Dünya Savaşı sonrasında ise, önce Fransız mandası sonra Suriye Cumhuriyeti olan bu bölgeyle ilişkiler radikal olarak kesintiye uğradı dünyanın ve yeni süper güçlerinin etki alanına terk edildi. Son yıllarda yükselen “Yeni Osmanlı” düşüncesi ise bu bölgeye yönetimin ilgisini yeniden hatırlattı.
Suriye’nin “karmaşık” geçmişi nedeniyle orada yaşayanların hem inanç grubu hem de etnik köken olarak çeşitlilik içerdiğini biliyoruz. Bu nedenle ne gelenlerin ne de halen orada yaşamakta olanların kimler olduğunu hala tam anlayabilmiş değiliz. Ama, neyse ki Türkiye’de, gelen Suriyelileri “himaye” edecek güçlü siyasal gruplar vardı ve böylece bazılarının “misafirlikleri” iyi ya da kötü anılarla sürdü.
Hatırlanacağı üzere, yakın dönemde, Irak Savaşı sonrası Kuzey Irak’tan Türkiye’ye kaçan sığınmacılar, ABD’nin denetiminde ve BMMYK aracılığıyla önce kamplara sonra da farklı ülkelere yerleştirilmişti. O dönemlerde Irak’tan kaçanların Kürtler olduğunu biliyorduk. Ancak, nedense Suriye’deki iç savaştan sonra gelenler etnik ya da dinsel kimlikleriyle değil “Suriyeli” olarak tanımlandı. Bu tanım muhtemelen 1969 yılında Suriye’de kabul edilmiş olan vatandaşlık yasasına uygun kişileri ifade etmekteydi. Bu yasa, o tarihte Suriye’de yaşayanların baba soyuna bağlılığını (ius sanguinis) esas alarak verilecek kimliği düzenliyordu. Bu noktada Türkiye’den ve diğer komşu ülkelerden Suriye’ye kaçmış olan ve sayıları belirsiz “vatansız” olarak yaşayan Kürtlerden sadece 104 binine 2011 yılında vatandaşlık verilmiş olduğunu hatırlayalım. Suriye nüfusunun 2023’te yaklaşık 23 milyon olarak tahmin edildiği BM’ye ait kaynaklarda belirtilmektedir. Suriye’de yaklaşık altı milyon insanın ülke içinde yer değiştirdiği, beş milyon kişinin ise Türkiye (3.1 milyon), Lübnan (800 bin), Ürdün (700 bin) ve Mısır (100 bin) olmak üzere komşu ülkelere kaçtığı BM kaynaklarından bildirilmektedir. Batı’ya iltica edenlerin tam sayısı bilinmese de, yine BM’ye göre halen Almanya 800 bin civarında kişiyle en fazla Suriyeli kabul eden Batı ülkesidir.
Türkiye’deki sıradan insanların ilgisi dışında olduğundan olsa gerek, kamuoyu, Suriyeliler Türkiye’ye ilk gelmeye başladığında onları tanımlamakta zorlandı. Önce hepsi Arapça konuştuğundan onların Müslüman Arap oldukları zannedildi. Hatta ilk dönemlerde, kamuoyu özellikle buraya gelen Müslüman Arap genç erkeklerin kendi ülkelerini savunmak için savaşmayıp buralara kaçmalarını yadırgamıştı. Suriye’nin eski Osmanlı coğrafyası olduğundan haberdar olan Neo Osmanlıcı siyasiler ise, Suriye’de yaşayanların tümünün Müslüman Arap olmadığını orada yaşayanlar arasında farklı dinsel gruba mensup Kürt cemaatlerinin, Arap Hıristiyanların, Türkmenlerin, Arap Alevileri olarak bilinen Nusayrilerin, Ermenilerin ve hatta Süryanilerin olduğunu biliyorlardı. Suriye’deki etnik ve dinsel çeşitliliğin algılanmaya ve hatırlanmaya başlaması orada yaşayanların bazılarının dost, bazılarının ise düşman olabileceği bilgisini de kamuoyunda yaymaya başladı. Siyasal İslamcılar tarafından “dost” olarak kabul edilen Suriyeliler sekülerler için kuşku duyulacak; sekülerler tarafından dost kabul edilenler ise İslamcılar için kuşku duyulacak cemaatlere mensup olabilirdi. Bu durum özellikle siyasetçiler tarafından da tartışma konusu olunca buraya gelen Suriyelilerin kimler olduğu konusunda kamuoyunun kafası iyice karışmaya başladı.
Suriye’nin “karmaşık” geçmişi nedeniyle orada yaşayanların hem inanç grubu hem de etnik köken olarak çeşitlilik içerdiğini biliyoruz. Bu nedenle ne gelenlerin ne de halen orada yaşamakta olanların kimler olduğunu hala tam anlayabilmiş değiliz. Ama, neyse ki Türkiye’de, gelen Suriyelileri “himaye” edecek güçlü siyasal gruplar vardı ve böylece bazılarının “misafirlikleri” iyi ya da kötü anılarla sürdü. Böylece, iktidarın “ensar” ideali AB’nin de yardımıyla gerçekleşti. Diğer taraftan, bütün bu “misafirperverliğe” karşın gelenlerden bazılarının, AB’ye ulaşmak için derme çatma botlarla, ölümü göze alarak, Ege Denizi’ni zorla aşarak “misafirhaneyi” terk etmeye çalışmaları kamuoyunu şaşırtsa da kaçanların hangi Suriyelilerden olduğunu araştıran kimse de olmadı.
Maalesef, sömürgecilik ve yayılmacılık geleneği olan ülkelerdeki ulusalcı, etnikçi, dinci siyasetçiler Güney ülkelerinden gelenleri yurttaş olarak kabul edemedikleri gibi terk ettikleri toprakları da hala kendilerine aitmiş gibi kabul etme eğilimindeler.
“Suriyeli kim?” hala cevabını aradığımız bir soru olmaya devam ediyor. Suriye’nin geçmişine doğru gittiğimizde Romalıların Levant (güneşin doğduğu yer) diye adlandırdığı bölgede dil olarak önce Aramice’nin, daha sonra Arapça’nın hakim olduğunu, inanç olarak da önce Hıristiyanlığın daha sonra da Müslümanlığın yaygınlaştığını çeşitli kaynakları okuduğumuzda öğreniyoruz. Bugün Suriye’de hala yaşamaya devam edebilenlerin kökeni acaba hangi gruplara dayanıyor? Bugün konuşulan Arapçaya Levant Arapçası denmesinin sebebi ne? Suriyeliler acaba yüzyıllar boyunca değişen emperyal güçlerin desteklediği en iyi silahlandırılmış gruplar mı? Suriyeliler acaba bu bölgeyi geçmişte baskıyla da olsa yönetmiş olan eski emperyal ya da istilacı yöneticileri desteklemiş olan cemaatler mi? Bölgede yaşayan farklı inanç gruplarının en çok etkilendiği dini liderlerin temsil ettiği inanç kurumlarının fanatik takipçileri mi?
Sürekli olarak baskı ve savaşlarla dolu geçmişe sahip olan Levant’ı terk etmek zorunda kalmış olan otantik halkların oluşturduğu diaspora grupları mı? I. Dünya Savaşı sonrasında bu bölgeden göç ederek Venezuella’ya yerleşen 2 milyon, Arjantin’e yerleşen 1.5 milyon bölge insanının olduğu da bazı kaynaklardan öğreniyoruz. Nitekim ben de 2011 öncesinde, bir grup meslektaşımla, o sıralar dost olduğumuz Suriye’ye karayoluyla yaptığım bir seyahat sırasında bu çeşitliliği gözlemlemiştim. Bu arada akrabaları Avustralya’ya göç etmiş Süryani köyünü unutamadım. Bu köy tıpkı bizim gurbetçi köyleri gibi göçmen paralarıyla kalkınmış çok güzel bir köydü.
Eski adıyla Levant diye adlandırılan bugün Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail’in dahil coğrafyadaki çatışmaların nedenlerinden birinin de buranın tek tanrılı dinlerin doğduğu yer olması olduğunu düşünüyorum. Bu dinlerin otantik halini yaşamakta olan halkların bile hala yaşamaya çalıştıkları bu bölge özellikle dindarlar açısından büyük önem taşıyor. Bu bölge uzun zamandır, dünyadaki bütün fanatik dindarların göz diktiği ve bu nedenle orada yaşayanların hayatını perişan ettikleri bir bölge haline geldi. Bu bölgede yaşayanlar kendi hallerine bırakılmış olsaydı belki de burada eşsiz bir kozmopolit kültürel yaşam kurulabilirdi. Asaf Bayat’ın sokak siyaseti ve sıradan insanların ürettiği kozmopolit yaşam stratejilerini araştırdığı kitapları ve Amin Maalouf’un romanları ve denemeleri kaybedilen bu kültürel varlık hakkında bizlere çok önemli ipuçları sunuyor. Belki bunu anlatacak başka eserler de vardır.
Maalesef, sömürgecilik ve yayılmacılık geleneği olan ülkelerdeki ulusalcı, etnikçi, dinci siyasetçiler Güney ülkelerinden gelenleri yurttaş olarak kabul edemedikleri gibi terk ettikleri toprakları da hala kendilerine aitmiş gibi kabul etme eğilimindeler. Ne yazık ki yayılmacılık ve sömürgecilik geleneği olan ülkeler modern yurttaşlık haklarını kendi ulus devletlerin üyelerine iyi-kötü sağlamalarına rağmen kendi topraklarının dışında kalan başka halkları bir türlü benimseyemediler ve yurttaşlık hakları fikrini ulusal sınırlarının dışına taşıyamadılar. Başka toplumların yaşadıkları toprakları da hala sanki “tabula rasa”, içinde at oynatacakları boş bir alan gibi görüyorlar.
Suriye’de, Afganistan’da, Gazze’de hatta Ukrayna’da yaşayan insanların başlarına gelenlere bırakın insan hakları savunucuları, doğaya değer veren çevreciler hatta antik kültürel mirası sadece yapı olarak gören korumacılar bile ses çıkaramıyor. İnsan düşünmeden edemiyor acaba yapay zekanın hafızası da, tıpkı gücü elinde bulunduran insanların hafızası gibi etnosantrik mi olacak?

Yorum Yazın