Herhangi bir karşılaşmanın etkisiyle bedende ortaya çıkan duygulanışlar zihinde de eşzamanlı bir fikir oluşturur. Bu bakımdan, bedenimizin etkime gücünü artıran ya da azaltan herhangi bir duygu zihnimizin düşünme gücünü artıracak ya da azaltacaktır. Bu nedenle duygular insanın var kalma çabasını (conatus) olumlu ya da olumsuz biçimde etkileyen unsurlardır. Spinoza bu bakımdan iki temel duygu tanımlar: sevinç ve keder.
Bilinçdışı kavramını Freud’la anmaya alışkınız. Freud kibirli bir şekilde buluşunu bize adeta bir Kopernik devrimi olarak sunar ve şöyle der; insan hiç de kendisinin efendisi değildir. Freud’a kadar olan süreçteki felsefi antropolojide yaygın olan eğilim ise insanı bilinci ve akletme yetisiyle hem kendi doğasına hem de dışsal doğaya egemen bir varlık olarak düşünmüştür. Antik çağın rasyonalizmi, Orta çağ teolojisi ve Aydınlanmanın kurgusu hep bu yöndedir. Fakat yine de felsefe tarihinde Freud’a kadar uzanan çizgide bilinçdışı kavramını düşünebileceğimiz çok fazla uğrak bulunur.
Kavramın felsefi köklerine ilişkin bir sorgulamayı özellikle 19. yüzyılı temel alarak sürdüren çalışmalardan biri Günter Gödde’nin Traditionslinien des “Unbewussten”: Schopenhauer, Nietzsche, Freud (1999) başlıklı kitabıdır. Bu çalışmayı ayrıcalıklı kılan özellik, yazarın aynı zamanda bilinçdışı kavramının kaynağını ve zaman içindeki gelişimini Traditionslinien dediği üç temel hat içerisinde belirlemiş olmasıdır. O bu gelenek hatlarını, bilişsel/kognitif bilinçdışı, romantik/estetik bilinçdışı ve bedensel/dürtüsel bilindışı olarak nitelendirir.
Bu bakımdan Freud’un bilinçdışı kavrayışı Schopenhauer ve Nietzsche gibi filozoflarda öne çıkan bedensel/dürtüsel bilinçdışı kavrayışına yakındır. Bu bakış açısı, bilinç fenomeninin bilinçdışı fizyolojik süreçlerce koşullandığını ileri sürer. Bu bakımdan bedene, bedensel süreçlere ve dürtülere dikkat çeker. Bu yaklaşım, yaratıcılığın kökleri bağlamında romantik bilinçdışı fikrinden etkilense de daha çok insandaki ilkel ve yıkıcı dürtülere, aynı zamanda bu dürtülerin karanlık mücadelesine odaklı bir bilinçdışı fikrine sahiptir.
Dolayısıyla, 19. yüzyıl Alman felsefesi içinde bu kavram çok güncel olmakla birlikte Schopenhauer ve Nietzsche gibi filozoflarda isteme, güç istemi, beden ve güdülerle bağlantılı olarak düşünülmüştür. Bu filozoflar her ne kadar “bilinçdışı” kavramını merkeze alan bir tartışma ortaya koymamış olsa da ele aldıkları birçok konuda bu kavrama göndermede bulunurlar. Örneğin bilinçli düşünmenin otonom bir yapısı olmadığını iddia ettiklerinde, bedensel ve fizyolojik süreçlerin düşünce ve davranışlarımız üzerindeki etkilerine değindiklerinde ya da insan davranışlarının kendini kandırma ve manipüle etmeyi de içeren özellikler taşıdığına vurgu yaptıklarında bilinçdışını kavramına işaret ederler. Dolayısıyla bilinçdışı söz konusu filozoflarda şöyle ya da böyle hep göz önünde bulundurulan bir kavram olmuştur.
Aslında aynı çizgide biraz daha geriye gittiğimizde bedeni ve duyguları temel alan benzer bir yaklaşım Spinoza’da karşımıza çıkar. Spinoza Ethica’nın 3. bölümünün başındaki önsözde kendisinden önceki düşünürleri duyguları insan doğasının bir kusuru olarak görmeleri bakımından eleştirir. Ona göre bu düşünürler insanın kendi eylemleri üzerinde mutlak bir denetim gücü olduğuna ve eylemlerine özgürce yön verebileceklerine inandıkları için hatalı bir yaklaşım içindedirler. Bu düşünürler genel olarak insani zayıflıkları ve tutarsızlıkları doğal nedenlere bağlamak yerine insan doğasının bir kusuru olarak görme eğilimindedirler. Halbuki “doğada, onun kusuru olarak gösterebileceğiniz hiçbir şey yoktur; çünkü doğa hep aynıdır, gücü ve etkileme imkânı her yerde bir ve aynıdır.” Diğer bir deyişle, her şey doğa yasalarına uygun olarak meydana gelir. Var olan her şey gibi nefret, öfke, kıskançlık gibi olumsuz duygular da doğanın zorunluluğundan ve kudretinden kaynaklanır. Bunu göz önünde bulundurarak, her şeyi doğanın evrensel kuralları ve yasalarıyla anlamaya çalışmamız gerekir.
Spinoza beden ve zihin arasındaki ilişkiyi Kartezyen bir mantıkla ele almaz. Bedeni ve zihni iki ayrı töz olarak düşünmek yerine aynı tözün (Tanrı/Doğa) iki farklı görünümü olarak düşünür. Her bir görünüm bu anlamda Tanrısal doğanın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktığı için belirli bir şekilde var olmaya ya da eylemde bulunmaya belirlenmiştir. (Ethica, Bölüm I, Önerme 29). Mutlak anlamda sonsuz töz olan Tanrı/Doğa hem düşünen hem de yer kaplayan bir varlıktır. Temelde aynı tözün farklı görünümlerini ifade eden düşünce ve yer kaplama arasında bu bakımdan bir paralellik bulunur. Spinoza bunu “fikirlerin düzeni ve bağlantısı şeylerin düzeni ve bağlantısıyla aynıdır” şeklinde ifade eder. (Ethica, Bölüm II, Önerme 7). Daha açık bir deyişle, “Tanrının düşünme kuvveti onun gerçekleşmiş kudretine eşittir. Böylelikle, biçimsel dünyada Tanrının sonsuz doğasından ne çıkmışsa, aynı düzen ve bağlantıda düşünce dünyasında da Tanrı fikrinden çıkar.” (Ethica, Bölüm II, Önerme 7.) Tanrısal doğanın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan tüm varlıklar farklı tarzlarda ortaya çıksa da düzen ve bağlantı açısından benzerdir.
Bu bağlamda düşünüldüğünde, bedendeki herhangi bir etki zihinde de buna paralel bir düşünce yaratır. Spinoza bedendeki bu etkileri duygulanış (affectio) olarak adlandırır. Duygu derken de “bedenin etki gücünü çoğaltan ya da azaltan, bu güce yardımcı olan ya da onu engelleyen bedenin değişik hallerini ve aynı zamanda bu haller hakkındaki fikirleri” kastettiğini belirtir. (Ethica, Bölüm III, Tanım 3). Herhangi bir karşılaşmanın etkisiyle bedende ortaya çıkan duygulanışlar zihinde de eşzamanlı bir fikir oluşturur. Bu bakımdan, bedenimizin etkime gücünü artıran ya da azaltan herhangi bir duygu zihnimizin düşünme gücünü artıracak ya da azaltacaktır. Bu nedenle duygular insanın var kalma çabasını (conatus) olumlu ya da olumsuz biçimde etkileyen unsurlardır. Spinoza bu bakımdan iki temel duygu tanımlar: sevinç ve keder. Diğer tüm duyguları da bu iki duygunun türevi olarak düşünür. Dolayısıyla sevinç türünden duygular conatus’u olumlu etkileyerek bu var kalma çabasını artıracak, keder türünden duygular ise zayıflatacaktır. Başka bir deyişle, sevinç olumlu bir karşılaşmadan türeyen ve zihni de daha yetkin hale getiren bir duyguyken keder hem bedeni hem de zihnin yetkinliğini olumsuz etkileyen bir duygudur.
Sonuç olarak, duyguları bir kusur olarak görmek, yok saymak ya da bastırmak yerine onları tanımak önemlidir. Spinoza’ya göre, insan ancak aklın kılavuzluğunda upuygun fikirler geliştirerek duygularının sebepleri hakkında doğru bir düşünceye ulaşabilir. Ve ancak bu şekilde onlara egemen olmayı öğrenebilir. Bu bir güç ve kudret meselesidir.
DUYGULARI YOK SAYMAK YERİNE ONLARI TANIMAK ÖNEMLİDİR
Dolayısıyla zihnimiz bazı durumlarda etkin, bazı durumlarda ise edilgindir. Ethica’nın 3. bölümünün 1. önermesine göre, zihin birebir fikirlere sahip olduğu sürece zorunlu olarak etkindir, birebir olmayan fikirlere sahip olduğu sürece de zorunlu olarak edilgindir. Spinoza bu bağlamda farklı bilgi türleriyle varoluş tarzları arasında bağlantı kurar. Bu bilgi türlerini birinci, ikinci ve üçüncü tür bilgi olarak adlandırır. Birinci tür bilgi hayal gücüne dayanan, büyük ölçüde karşılaşmaların tesadüfleriyle beliren ve genel olarak bir bedenin diğeri üzerindeki etkisini ifade eden rastlantısal bir bilgidir.
Bu bilginin öne çıkan bir diğer özelliği şeyleri yalnızca sonuçlarıyla yani etkileriyle tanıması, nedenleri ise bilmemesidir. Bu bilgi seviyesinde bir varoluş bize aslında bilinçdışı süreçlerin etkin olduğu bir var olma tarzını düşündürür. Başka bir şekilde söylersek, gerçek sebeplerin farkında olmadan tamamen duygulanımların etkisiyle hareket ettiğimiz bir var olma biçimini ifade eder. Üzerimizdeki etkilerin gerçek sebeplerini anlamaktan uzak olduğumuz için, bulanık ve yanlış fikirlere kapılmak kaçınılmazdır. Spinoza bu noktada başka bir bilgi türüyle bu var olma tarzını aşabileceğimizi söyler.
İkinci tür bilgi dediği bu bilgi türü upuygun fikirler (adaequata idea) üretmemizi sağlayan aklın (ratio) bilgisidir ve bize doğruyu yanlıştan ayırt etmemizi öğretir. (Bölüm II, Önerme 42) Bu tür bir bilgiyle birinci tür bilgideki bulanıklığın, yanlışlığın aşılması ve şeyler arasındaki ilişkilerin doğru anlaşılması söz konusudur. Başka bir deyişle, ikinci tür bilgi yalnızca bir şeyin üzerimizdeki etkisini bilmekle sınırlı değildir, aynı zamanda şeyler arasındaki ilişkileri tanımaya ve söz konusu şeyler arasındaki gerçekten ortak olanı kavramaya yöneliktir. Elbette sevinç türünden duyguların çoğalması bu kavrayış gücüne olumlu bir etkide bulunacaktır. Üçüncü tür bilgi ise bu doğrultuda Tanrının ya da Doğanın zorunluluğunu kavramaya yöneliktir.
Zihinsel bulanıklığı ve dalgalanmaları aşmak ve etkin bir varoluş sürdürmek açısından ikinci tür bilginin kılavuzluğunda yaşamak gerekir. Yine de birinci tür bilgideki bilinçdışı yön ikinci tür bilgide de tümüyle ortadan kalkmış değildir. Şöyle ki, şeyler arasındaki ilişkilerin farkında olma ve zorunluluğu kavrama fikir düzeyinde nereye kadar götürülebilir? Bedenimiz üzerindeki herhangi bir etkinin farkında olma ve sebeplerini bilmeye yönelik bir çaba hangi noktaya kadar sürdürülebilir? Doğanın karmaşık nedenselliği içinde herhangi bir duygulanımın ve ona bağlı bir fikrin ortaya çıkması geriye doğru gidildiğinde son derece karmaşık bir nedensellik zincirini ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla, duygulanımlarımıza, fikirlerimize etki eden biyolojik, toplumsal, kültürel birçok unsur ele alındığında son derece karmaşık bir nedenler ağı içinde kendimizi bulmamız kaçınılmazdır. Bu nedenle ikinci tür bilgi belli zorunlulukları ve sebepleri kavramaya yarasa da etkilerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan fikirlerin ve eylemlerin bilinçdışı arka planını tümüyle aydınlatmaya muktedir değildir.
Sonuç olarak, duyguları bir kusur olarak görmek, yok saymak ya da bastırmak yerine onları tanımak önemlidir. Spinoza’ya göre, insan ancak aklın kılavuzluğunda upuygun fikirler geliştirerek duygularının sebepleri hakkında doğru bir düşünceye ulaşabilir. Ve ancak bu şekilde onlara egemen olmayı öğrenebilir. Bu bir güç ve kudret meselesidir. Yine de şunun altını çizmek lazım, duygulanış dediğimiz ruhun edilginliğini yaşamak kaçınılmazdır. Bununla birlikte, bilincinde olduğumuz durumlarda bile eylemlerimiz üzerinde mutlak bir denetim gücümüzün olduğunu söylemek ve eylemlerimizi özgürce kendimizin belirlediğini iddia etmek kendimizi kandırmak olur.
Kaynakça
Spinoza, B. (2016) Ethica, çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Alfa Basım Yayım.
Yorum Yazın