Bir ucunda iktidar partisinin, öteki ucunda ise ana muhalefet partisinin (yani mevcut siyasal dikotominin iki ana bileşenin) olduğu ve diğer tüm parti seçmenlerinin Erdoğan’ı “sorumlu tutabilme” ve eleştirebilme kapasiteleri üzerinden bir uca yakınsayarak konumlandıkları bir tür iktidar-muhalefet spektrumundan bahsetmek mümkün.
Siyasi tarihimizin en yoğun ve en kritik dönemlerinden birini geçirdik. Muhalefetin 2019 yerel seçimleriyle yakaladığı ivme, pandeminin yarattığı buhran ve ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte kamuoyunda mutlak bir iktidar değişimi beklentisi yaratmıştı. Altılı masa süreci ve Cumhurbaşkanı adayı tartışmalarıyla yıpranan muhalif heyecan, 6 Şubat depremi sonrasındaki dönemde yerini “kim aday olsa kazanır” psikolojisine bıraktı. Fakat işler muhalefet açısından istenildiği gibi gitmedi. 2023 genel seçim sonuçlarının muhalif kamuoyunda yarattığı yıkım, ardından CHP’deki değişimle gelen yeni bir heyecan ihtimali ve 2024 yerel seçimleriyle birlikte siyasette bir dönem kapandı. Bu süreci, 2019 yerel seçimlerinde 17 yıllık AK Parti iktidarına karşı alınmış ilk gerçek seçim başarısıile başlayıp, 2024 yerel seçimlerinde 22 yıllık AK Parti iktidarına karşı alınmış en büyük seçim başarısı ile biten bir “epizod” olarak ele alırsak; yaklaşık iki ay önce geçirdiğimiz yerel seçimlerin, siyasete esaslı bir “reset” attığı ve -o meşhur ifadeyle- “kartların yeniden dağıtıldığı” bir döneme girdiğimiz söylenebilir. Virtus Araştırma da, bu döneme yeni perspektifler sunabilmek adına, yerel seçimlerin ardından Nisan ayında Türkiye genelinde 5000 örneklem ile gerçekleştirilen çalışmasıyla, yerel seçim sonuçlarının toplum tarafından nasıl anlamlandırıldığını ölçmeyi hedefledi. Bu araştırmada, yerel seçimlerde protesto sebepleri, seçim sonuçlarının duygusal yansımaları, sonuçların iktidar değişimine işaret edip etmediği gibi pek çok konunun yanı sıra; CHP’nin başarısının ve AK Parti’nin başarısızlığının sebepleri ile sorumlularını da mercek altına aldık.
CHP’nin başarısının en büyük sebebi olarak görülen “enflasyon, geçim sıkıntısı, emekli maaşları gibi ekonomik sorunlar”ın (%41,1) AK Parti’nin başarısızlığının da en büyük sebebi olarak görülmesi (%63,2) yerel seçim sonuçlarını CHP’nin başarısı kadar -hatta bazen ondan da öte- AK Parti’nin başarısızlığı olarak sunan anlatının toplum nezdinde yeterince ikna edici olduğunu gösteriyor. Özellikle parti kırılımlarına, yani hangi parti seçmenlerinin bu seçeneğe daha yoğun oranda yöneldiğine baktığımızda da, hemen hemen tüm partilerin seçmenlerinin -gerek CHP’nin başarısını, gerekse AK Parti’nin başarısızlığını açıklarken- en yüksek oranda ekonomi seçeneğine yöneldiğini görüyoruz.
Esas kritik ayrışma ise “başarısızlığınsorumlusu”nu ölçtüğümüz soruda kendini gösteriyor. Türkiye genelindeki katılımcıların yarısına yakını (%43,5) başarısızlığın asıl sorumlusu olarak doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ı görürken, yaklaşık 10 puan farkla ikinci sırada AK Parti yöneticileri ve teşkilatları (%32,3) geliyor. Üçüncü sıradaki belediye başkan adayları ise yüzde 13,1 gibi düşük bir oranla, başarısızlıktaki sorumluluktan büyük ölçüde “sıyrılıyor”. Bu durum, AK Parti’nin yerel seçim başarısızlığının, yerelden ziyade genele dair “bir şeylere” işaret ettiği iddiasını güçlendiriyor. Cevapları derinlemesine anlamak adına yine parti kırılımlarına başvurduğumuzda, yazının başlığına konu olan ve kamuoyunda kimi zaman retorik kimi zaman ise kategorik olarak yürütülen “Kim daha muhalif?” tartışmasına -en azından Erdoğan karşıtlığı üzerinden- veriye dayalı bir yaklaşımı mümkün kılan bir bulguyla karşılaşıyoruz. 2017’deki sistem değişikliği sonrası gelinen noktada, siyasetin Erdoğan vs. anti-Erdoğan dikotomisine sıkıştığını gösteren bu bulgu, iktidara yakın (ya da doğrudan iktidar ortağı) partilerin seçmenleri ile muhalif partilerin seçmenlerinin, siyasi konumlarını -farkında olarak ya da olmayarak- büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden tanımladıklarını da hatırlatıyor.
Parti kırılımlarında, AK Parti’nin başarısızlığının en büyük sorumlusununRecep Tayyip Erdoğan olduğunu düşünenlerin, Türkiye ortalamasının (%43,5) altında kaldığı sadece üç parti var: AK Parti (%19,9), MHP (%38,4) ve YRP (%39,4). Geri kalan -ölçülebilir- tüm partilerde bu oran Türkiye ortalamasının üstünde: CHP (%62,1), DEM Parti (%59,7), İYİ Parti (%54,9) ve Zafer Partisi (%50,8). Bu açıdan bakıldığında, bir ucunda iktidar partisinin, öteki ucunda ise ana muhalefet partisinin (yani mevcut siyasal dikotominin iki ana bileşenin) olduğu ve diğer tüm parti seçmenlerinin Erdoğan’ı “sorumlu tutabilme” ve eleştirebilme kapasiteleri üzerinden bir uca yakınsayarak konumlandıkları bir tür iktidar-muhalefet spektrumundan bahsetmek mümkün.
2023 genel seçimlerinde Cumhur İttifakı’ndan yana bir pozisyon aldıktan sonra, 2024 yerel seçimlerinde ne yapacağı merakla beklenen ve finalde seçimlere kendi başına girme kararı alarak büyük bir ivme yakalayan YRP’nin, Erdoğan’ı suçlayabilme konusunda -Türkiye ortalamasının biraz altında olsa da- MHP’nin üzerinde seyretmesi, partinin, iktidar ile muhalefet arasındaki bir geçiş koridorunda bulunduğunu düşündürüyor.
YRP, İKTİDAR İLE MUHALEFET ARASINDAKİ BİR GEÇİŞ KORİDORUNDA
Erdoğan’ı sorumlu tutma oranlarını düşükten, yükseğe sıraladığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: AK Parti – MHP – YRP – Zafer Partisi– İYİ Parti – DEM – CHP Şüphesiz, bu spektrumu, yalnızca “Kim daha muhalif?” tartışmasının sığlığına indirgenen bir tür muhalifometre aracı haline getirmek doğru olmaz. Keza, sorduğumuz sorunun: “Seçim sonuçlarında Erdoğan sorumlu mu değil mi?” gibi iki cevaplı bir evet-hayır sorusundan ziyade, çoktan seçmeli cevaplar barındıran ve katılımcıya alan açan bir yöntemi benimsediği de akılda tutulmalı. Öte taraftan, bu yöntem, aslında daha da çekirdek bir anti-Erdoğan kitleyi ölçmemizi kolaylaştırıyor. Çünkü cevap seçenekleri arasında, AK Parti teşkilatları ya da belediye başkanları gibi -özellikle iktidar seçmenleri açısından- çok daha “kolay suçlanabilecek” gruplar olmasına rağmen, doğrudan Erdoğan’ı suçladığını dile getirenler, gerçekten de Erdoğan’ı eleştirebilme kapasitesine sahip olan seçmenlerin oranını gösteriyor. Bu açıdan, AK Parti seçmenlerinin neredeyse beşte birinin bu seçeneğe yönelmiş olması, diğer partiler için potansiyel bir büyüme alanına işaret ediyor. Bu “diğer” partilerin içerisinde yalnızca muhalif partilerin değil; bilakis, iktidar ortağı MHP’nin de olduğunu hatırlatmakta fayda var. Cumhur İttifakı’nın sadık ortağı MHP’nin seçmenlerinin de neredeyse yüzde 40’ının bu seçeneğe yöneliyor olması -başta ekonomik memnuniyet olmak üzere- başka sorularda da gözlemlediğimiz AK Parti-MHP seçmeni ayrışmasını gözler önüne seriyor. 2023 genel seçimlerinde Cumhur İttifakı’ndan yana bir pozisyon aldıktan sonra, 2024 yerel seçimlerinde ne yapacağı merakla beklenen ve finalde seçimlere kendi başına girme kararı alarak büyük bir ivme yakalayan YRP’nin, Erdoğan’ı suçlayabilme konusunda -Türkiye ortalamasının biraz altında olsa da- MHP’nin üzerinde seyretmesi, partinin, iktidar ile muhalefet arasındaki bir geçiş koridorunda bulunduğunu düşündürüyor.
Bu spektrumu biri büyük biri küçük iki parantez ile değerlendirmemiz de mümkün. Büyük parantez, bir ucunda AK Parti ve diğer ucunda CHP’nin olduğu karşıtlığa dayanırken, küçük parantez de MHP ve DEM Parti karşıtlığına dayanıyor. Büyük parantezin, ideolojik karşıtlıklar barındırmakla beraber, daha ziyade iktidar iddiası üzerinden şekillendiğini, küçük parantezin ise iktidar anahtarı olmakla beraber, daha ziyade ideolojik bir karşıtlıktan beslendiği söylenebilir.
Tek başına iktidar iddiası olmayan MHP’nin AK Parti’ye yön vererek hegemon olmaya çalıştığı, yine tek başına iktidar iddiası olmayan DEM Parti’nin ise CHP’yi kendine yakın bir pozisyona çekerek siyasi güç ve meşruiyet elde etmeye çalıştığı bu denge; ancak büyük parantezin taraflarından birinin (AK Parti ya da CHP) içeriye doğru yol kat ederek parantezin içinde daha büyük hacim kaplamasıyla dengesizliğe dönüşebilir.
MHP VE DEM PARTİ’NİN SİYASİ GÜÇ ELDE ETMEYE ÇALIŞTIĞI DENGE
Spektrumu bu şekilde incelediğimizde, reelpolitiğe dönük tartışmalarda sıklıkla rastladığımız; AK Parti’nin MHP’nin desteğine, CHP’nin ise DEM Parti’nin desteğine ihtiyaç duyduğunu öne süren o malum “denge” teorisinin tezahürünü de görüyoruz. Tek başına iktidar iddiası olmayan MHP’nin AK Parti’ye yön vererek hegemon olmaya çalıştığı, yine tek başına iktidar iddiası olmayan DEM Parti’nin ise CHP’yi kendine yakın bir pozisyona çekerek siyasi güç ve meşruiyet elde etmeye çalıştığı bu denge; ancak büyük parantezin taraflarından birinin (AK Parti ya da CHP) içeriye doğru yol kat ederek parantezin içinde daha büyük hacim kaplamasıyla dengesizliğe dönüşebilir. Tersine, parantezin iç kısmındaki aktörlerden birinin, toplumsal heyecan yaratarak uçların bir tanesinin (ya da her ikisinin) kitlesini kendine çekecek şekilde büyüyüp bu dengeyi merkezden bozması da mümkün. Her senaryoda, en kritik nokta, iki parantezin de içinde, yani spektrumun merkezinde yer alan ama ideolojik olarak alışılagelen “merkez siyaset” ile tanımlanamayacak üç partinin (YRP, Zafer Partisi ve İYİ Parti) seçmenlerinin zaman içerisinde alacakları pozisyon.
Bu partilerin seçmenleri, “hür ve müstakil” bir üçüncü yol iddiasından ya da “yeniden milli görüş” vizyonundan taviz vermeden kendi konumlarını korumaya devam mı edecekler, yoksa -yerel seçimde gördüğümüz gibi- gücün cazibesine kapılıp iktidar olma ya da iktidarı “öteki”ne kaptırmama hevesiyle parantezin uçlarındaki çekim merkezlerinden birinde konsolide olmayı mı tercih edecekler? Medyada, bu sorulara fazlasıyla iddialı yanıtlar veren birbirinden farklı yorumlara rastlansa da, bu özgüven için henüz çok erken olduğunu hatırlatıp şimdilik temkinli davranmak en doğrusu. Parantezin iç kısmında kalan bu üç partiyi biraz daha irdelemek adına, seçmenlerinin ideolojik kırılımlarına, yani kendi siyasi görüşlerini nasıl tanımladıklarına baktığımızda ise; ortak keseninin “milliyetçilik” olduğunu görüyoruz.
YRP’de, muhafazakâr (%19,7) ve İslamcı (%19,3) toplamı yüzde 39’u bulsa da, milliyetçilik yüzde 22 ile -tekil cevaplarda- ilk sırada çıkıyor. Zafer Partisi’nde ilk sırada yüzde 38,5 ile Atatürkçüler çıkarken, milliyetçiler (%29,6) az farkla ikinci sırada çıkıyor. İYİ Parti’de ise yine Atatürkçüler (%26,7) ilk sırada çıkarken, milliyetçiler (%14,2) ikinci sırada çıkıyor. Yine de, İYİ Parti’nin Zafer Partisi’ne göre -Akşener’in geçmiş dönemdeki “merkez siyaset” stratejisinden kaynaklı olduğu düşünülebilecek- daha kozmopolit bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkün. Açık biçimde görüyoruz ki, parantezin içinde, yani spektrumun merkezinde kalan seçmen grupları için milliyetçilik, kendilerini tanımlama biçimleri açısından merkezi bir rol oynuyor. Son dönemde, sosyopolitik bir meseleden öte, reelpolitik bir etiket olarak yorumlanan milliyetçiliği; yerel seçim sonuçlarında milliyetçi partilerin aldığı oy oranları üzerinden değerlendirilerek -aslında biraz da tespitle temenniyi karıştırarak- bir düşüş trendinde olduğunu iddia edenlerin, büyük bir yanılgı halinde olduklarını dile getirelim. Milliyetçilik orada, olağanca cesametiyle politik bir belirleyici olarak duruyor. Göçmen/mülteci sorununun ve güvenlikçi politikaların artarak devam ettiği bir ülkede, tüm gücüyle yerini korumaya da devam edecek.
Peki, yerel seçim sonuçlarıyla birlikte merkezi iktidar (AK Parti) ve yerel iktidar (CHP) ayrışmasının da belirginleşmesi sonucu iyice konsolide olan bu malum denge, önümüzdeki dönemde bir taraf lehine bozulacak mı? Toplumsal anlamda hiç olmadığı kadar dengelenmiş durumda olan siyaset terazisi, bir taraf lehine eğilecek mi?
SİYASET TERAZİSİ BİR TARAF LEHİNE EĞİLECEK Mİ?
Bu noktada -belki de Attila İlhan’dan ilhamla- sorulması gereken “hangi milliyetçilik?” sorusu başka bir araştırmanın konusu olmakla birlikte, kabaca ikincil tercihlere ve güncel tartışmalara bakıldığında; YRP seçmenlerinin Muhafazakâr/İslamcı milliyetçilik, Zafer Partisi seçmenlerinin Atatürkçü/Seküler milliyetçilik, İYİ Parti seçmenlerinin ise -muhalif damarı en ağır basan- Atatürkçü/Demokrat milliyetçilik ile tariflenebilecekleri anlaşılıyor. Bu seçmen gruplarının, geçmiş araştırmalarımızda ölçümlediğimiz toplumsal konulara verdikleri reaksiyonların da, bu tespiti doğrular nitelikte seyrettiğini belirtelim. Peki, yerel seçim sonuçlarıyla birlikte merkezi iktidar (AK Parti) ve yerel iktidar (CHP) ayrışmasının da belirginleşmesi sonucu iyice konsolide olan bu malum denge, önümüzdeki dönemde bir taraf lehine bozulacak mı? Toplumsal anlamda hiç olmadığı kadar dengelenmiş durumda olan siyaset terazisi, bir taraf lehine eğilecek mi? Bu soruları daha tutarlı biçimde cevaplayabilmek için, yerel seçimler sonrasında liderler arası görüşme trafiği ile başlayan siyasette “normalleşme” sürecinin, Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan davasındakigelişmelerin ve anayasa hazırlıklarının nereye varacağını beklemek gerekiyor. Şimdilik, parantezin içine doğru ilerlemek isteyen AK Parti için en büyük duvarlardan birini, bizzat ittifak ortağı MHP’nin korumacı ve tavizsiz tutumunun oluşturduğunu söylemek mümkün. Geçmişte neredeyse “iki parti tek seçmen” diyebileceğimiz kadar iç içe geçen Cumhur İttifakı’nda bir huzursuzluk olduğuna dair -çoğu tezvirat olarak nitelendirilen- pek çok iddia yayılıyor. Öte yandan, MHP seçmeninin rahatsızlıklarının ekonomiyle sınırlı kalmadığı da tüm araştırmalarımızda net biçimde görülüyor. Bu seçmen grubunun önemli bir bölümü, geçmişte Erdoğan ile derin bir bağ kurmuş olsa da -örneğin yerel seçimlerle ilgili- onu eleştirmekten, hatta suçlamaktan çekinmiyor. Mesele YRP seçmenlerine geldiğinde ise, ayrışma daha da görünür bir hal alıyor. Çünkü bu seçmenlerin hatırı sayılır bir bölümünün, 2023’te -belki de- “ehven-i şer” olarak oy verdikleri iktidarla duygusal bağlarını büyük ölçüde koparmış durumda oldukları görünüyor. Özellikle ekonomi performansı sorularında, doğrudan muhalif partilerle aynı seviyelerde memnuniyetsizlik dile getiriyorlar. Bu seçmen grubunun, ekonomik sorunları sadece “hatalı yönetim” ya da “beceriksizlik/liyakatsizlik” üzerinden değil, “ahlaksızlık” ve “adaletsizlik” üzerinden de yorumlamaları sebebiyle; AK Parti ve Erdoğan’a karşı dönemsel bir kopuştan ziyade derin bir yol ayrılığı (yer yer hayal kırıklığını da kapsayan) duygusuna sahip olma ihtimallerini unutmayalım. Parantezin öteki ucunda ise, yerel seçimlerde büyük bir zafer elde eden ve 2019’dakine benzer şekilde (bu sefer daha da güçlü biçimde) zafer rüzgarını arkasına alarak “değişim”i tüm Türkiye’ye getirmek isteyen CHP, ciddi bir sınavla karşı karşıya. 2023’te milliyetçi oyların bir bölümünü İYİ Parti vasıtasıyla ittifak içinde tutan fakat YSP yakınlaşması ve aday tercihi sebebiyle, geri kalan milliyetçileri konsolide etmeyi başaramayan CHP; “yine” hem milliyetçi hassasiyetleri rahatsız etmeyecek hem de Kürt siyasetini küstürmeyecek bir formül arıyor. 2023 öncesi CHP’nin, Akşener liderliğindeki İYİ Parti ile birlikte doldurduğu alanı, yani “muhalif merkezi” tamamen kendi egemenliğine almak istediği düşünülen Özgür Özel, bir taraftan normalleşme adımlarıyla iktidardan kopmakta olan huzursuz seçmenlere “Ben Kılıçdaroğlu değilim” mesajını verirken, öte taraftan da Akşener’in İYİ Parti’yi merkeze yaklaştırırken transfer ettiği teknokrat isimlerin bir bölümünü CHP’ye transfer ederek spesifik bir seçmen grubuna da göz kırpmayı hedefliyor. Özel, göçmen sorunu gibi alanlarda partisinin alt-right bir popülizme savrulmasına izin vermeyeceğinin altını çizip milliyetçilerin tepkisini toplarken; DEM Parti de, “Kürtsüz normalleşme” olarak tanımladıkları sürece karşı takındıkları sert tutum ile CHP üzerinde baskı unsuru olmaya ve -muhtemelen- Kürt seçmenlerin bir bölümünü Özel yönetiminden soğutmaya devam ediyor. AK Parti’nin büyük ölçüde ittifak ortağı sebebiyle “eli kolu bağlıyken”, parantezin öteki ucundaki CHP ise tüm çabalara rağmen -2023’tekine benzer şekilde- “ya Kürt hareketi ya milliyetçi seçmen” dilemmasını aşabilecek bir formülü halen bulamamış görünüyor. Mahalli motivasyonların devreye girdiği, adayların ve kampanyaların ekstra öneme sahip olduğu ve iktidar seçmenlerinin güvenlikçi kaygılardan ırak şekilde partilerini cezalandırma özgüvenini gösterebildikleri yerel seçimlerin sonuçlarını baz alarak; tüm ülkenin yönetiminin (ekonomi, adalet, dış politika, güvenlik, eğitim vb. politikalarının) kime verileceğinin belirlendiği genel seçimlerle ilgili ön görülerde bulunmak, tıpkı 2023 sürecinde olduğu gibi, muhalefet açısından geri dönülemez sonuçlara yol açma potansiyeli taşımaya devam ediyor.
Yorum Yazın