Son dönemde bütün tartışmalar devletin içinde çözüm süreci ve dış politikada başta olmak üzere son olarak da 19 Mart İmamoğlu operasyonu konularında bir gerilim olduğunu gösteriyor. Açıkçası muhalefetin liselere kadar indiği bir siyasi iklime girdik. İktidar, bu süreci sadece güvenlikçi anlayış ve baskı ile ne kadar sürdürülebilir kestirmek zor Ama şunu söylemek mümkün; siyaset/sizliğ/in bir yol ayrımında olduğunu gösteriyor
Türkiye’de özellikle mesleki açıdan siyaseti izleyenlerin, siyaset üzerine yazanların işi çok kolay değil. Sadece mesleki zorluklar, riskler açısından değil ülkedeki gelişmeleri nasıl okuyacağımız, siyasi aktörlerin mesajlarını nasıl birleştireceğimizi kestirmekte zorlanıyoruz.
Son gelişmelere girmeden önce biraz geriye gidip bazı süreçleri ve o süreçlerdeki aktörleri anmak istiyorum.
28 Şubat süreci sonrasında Refah Partisi (RP) içinde yaşanan ayrım, partinin AYM tarafından kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi (FP) içinde de sürdü. Sonuç olarak FP de kapandı. Ve yaşanan ayrışma iki ayrı partinin kurulması ile sonuçlandı. Biri Saadet Partisi (SP) diğeri ise Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oldu.
Bu iki parti aynı siyasi gelenekten gelmiş olsa bile ideolojik olarak birbirinden farklı Türkiye ve dünya okuması vardı.
SP, öncülü olan RP, FP hattında siyaset yaparken; AKP kendini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımladı.
Erdoğan’ın AYM tarafından siyasi yasak aldığı dönem aynı zamanda AKP’nin kuruluş dönemidir. Nitekim partinin doğuşunu o dönem yazdığı Yeni Şafak Gazetesi’nde yine Erdoğan’ın danışmanlarından olan Ömer Çelik adım adım yazmıştı.
“Siyasal normalleşme” yazısında Çelik, AYM’nin Erdoğan’a verdiği siyasi yasak halini günün koşullarında siyasetsizlik olarak tanımlayarak “Erdoğan siyaseti...”nin ne demek olduğunu yazdı; “Siyasetin önünün açılmasına dönük yüksek toplumsal talep ve siyaset-demokrasi bağlantısını kavramış seçmen niteliğinin kaliteli olması; Türkiye''deki demokrasi çizgisinin kalıcılığını Erdoğan''ın yasağının olmadığının bir kere daha tescillenmesine dönük karar, demokratik niteliğin derinliği konusunda kazanım olarak okunmalıdır.
Erdoğan, siyasi çizgisi "interaktif" olarak oluşmuş bir liderdir. Bu nedenle son on yılda çıkmış tek organik liderdir. Halka birşeyler söylemiştir Erdoğan ve halk buna birşeyler "ekleyerek" ya da bundan birşeyler "çıkararak" tekrar Erdoğan''a iletmiştir. Böylece "Erdoğan siyaseti" aşağıdan yukarıya dinamiklerle oluşmuştur.”.
Ve AKP’nin kuruluşu üzerine ise "Adalet" ve "Kalkınma" için "Yeni Siyaset" başlıklı ilk yazısını; “AK Parti, siyasetin dinamizmini temsil ediyor şu anda. Siyasete yeni bir soluk olmanın ötesinde, tüm siyasal hayatın oksijen ihtiyacını karşılayacak bir hareketliliği istihdam ediyor. Umarız, AK Parti’nin kurmayları bu tarihi ve siyasal sorumluluğun farkından bir siyasallaşmayı Türkiye’ye armağan ederler... Bunun için AK Parti kurmaylarının, yoksullara sahip çıkacak bir parti olacaklarını söyledikleri zaman parti kurucularından yoğun alkış almalarına rağmen, Avrupa Birliği’ne girmek gerektiğine vurgu yaptıkları zaman düşük alkış almaları arasındaki "kopukluğu" gideren bir siyaset üretmeleri gerekiyor. AK Parti iki vurgu arasındaki siyasal bağlantıyı kuran, bu iki ufku tek bir modelle siyasallaştıran bir siyasal varlık olduğu müddetçe özgün olacaktır...” bitirmiştir.
Aynı başlıklı ikinci yazısında ise AKP’nin başarısı için şunları yazıyor Çelik; “Buna karşılık yerli değerleri temsil etme kabiliyeti olan partiler ise, yerli değerleri demokrasinin evrensel standartları yönünde değil, Türkiye'ye özgü şartlar yönünde, jeo-demokrasi çerçevesinde siyasallaştırmışlardır. Bu nedenle "resmi Türkiye" ile "öteki Türkiye" arasında en başında siyasallaşma biçimleri bakımından uçlaşma çıkmıştır ortaya. AK Parti'nin üzerinde yükseldiği sosyolojik talep dizisi ile partinin yöneldiği siyasi temsil, demokrasinin evrensel standartlarından taviz verilmeksizin derinleştirilmesini sağlayacak bir hareketlilik üretmeye aday görünüyor. ... Türkiye'de merkez sağın veya siyasal merkezin aslında "ekonomik merkez" olduğu gözönüne alınırsa, özünde Anadolu sermayesinin ekonomik taleplerinin bir neticesi olarak da okunabilecek olan AK Parti'nin, kültürel çevre ile ekonomik merkez arasında bağlantı kuran bir siyasallaşma üretmek gibi son derece zor bir işi başarması gerekiyor.”
Nitekim partinin siyasal kimliğini Erdoğan’ın bir başka danışmanı olan Yalçın Akdoğan, ‘muhafazakâr demokrat’ olarak tanımladı ve aynı adlı bir kitap kaleme aldı. Bu çalışma, daha sonra, ‘AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi’ adıyla 2004’te Alfa Yayınları tarafından da yayınlandı.
Akdoğan’ın kitabının sunuşunda şu tespitler yer almaktadır; “Muhafazakârlığa göre siyaset bir uzlaşı alanıdır. Toplumsal alandaki çeşitlilik ve farklılık siyasal alanda tanınmakta ve uzlaşıya davet edilmektedir. AK Parti’ye göre de farklılıklar tabii bir durum ve zenginliktir. Toplumsal ve kültürel çeşitlilikler, demokratik çoğulculuğun üreteceği tolerans ve hoşgörü zemininde siyasete bir renklilik olarak katılırlar. Katılımcı demokrasi de kendisini bu farklılıklara temsil olanağı sağlayarak ve siyasal sürece katarak geliştirir. …
Muhafazakârlık siyasal iktidarın bir kişi veya zümrenin elinde yoğunlaşmasını reddeder. Dayatmacı ve baskıcı bir hal alan otoriter ve totaliter anlayışları kabul etmez. Çünkü siyasal otoritenin (devletin veya hükümetin) sınırlandırılması düşüncesi muhafazakârlığın temel argümanlarındandır. AK Parti’ye göre de sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuksuzluğa olanak sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kollektif hak ve özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdır. AK Parti her türlü dayatmacı, buyurgan, tektipçi, toplum mühendisliğine dayanan yaklaşımları sağlıklı bir demokratik sistem için engel olarak görür.
Muhafazakârlığının genel tutumu, devleti hukukla sınırlamak ve dogmatik yaklaşımların kıskacından kurtarmak olarak özetlenebilir. Bu çerçevede hükümetin rolü, topluma "tercihler empoze etme gücünü kapsamak olmayıp, barışı korumakla sınırlı"dır. AK Parti’ye göre de hukuk devletinin gereği, siyasal iktidarı ve tüm kurumları yasal çerçeve ile sınırlamaktır. Ayrıca devletin ideolojik bir tercihle kendisini dogmatik bir alana hapsetmesi de savunulmaması gereken bir durumdur. Asli fonksiyonlarına çekilmiş, küçük ama dinamik ve etkili bir devlet olmak, vatandaşını tanımlayan, biçimlendiren, ona tercihler dayatan değil; vatandaşın tanımladığı, denetlediği ve şekillendirdiği bir devlet olmaktır. ...”
Sonuç olarak 14 Ağustos 2001’de kurulan AKP 3 Kasım 2002’de yapılan erken seçimde iktidar oldu.
Takip eden aylarda Ömer Çelik, Sabah Gazetesi’nde yazmaya başladı. Bu serüven çok uzun sürmedi. Köşesinde yazdıklarını Erdoğan’a atfedildiği gerekçesiyle yazılarına son verdiğini söylemişti. Ama şunu da biliyoruz; Akdoğan da, Çelik de 23 yıllık AKP iktidarı içinde danışmanlıktan bakanlığa kadar pek çok görevde bulundular.
Yola çıktıklarında yazılarında tanımladıkları partiden çok farklı bir AKP ile karşı karşıya olduğumuzu eminim ki, onlar da farkında.
Hatta merak ediyorum, halen AKP içinde siyaset yapan gazeteciler, entelektüeller, akademisyenler geçmişte yazdıklarını okuyorlar mı?
***
Gelelim bugüne.
Yukarıdaki andığım Çelik ve Akdoğan’ın Erdoğan ile ilişkiye benzer bir ilişkinin MHP lideri Bahçeli ile Mümtazer Tüköne arasında kuruluyor. Bunun nedeni Bahçeli’nin 23 Haziran 2020’de attığı peşpeşe mesaj.
Bahçeli’nin; “... Mümtaz’er Türköne’yi öğrencilik yıllarından bu yana tanırım. ...Ülkücü şehidimizin ağabeyi olan ve geçmişte davamıza emek vermiş Mümtaz’er Türköne’nin gerçekten suçlu olup olmadığına karar verecek yegâne merci Türk adaletidir. Adil ve hakkaniyetli yargılamayla Mümtaz’er Türköne’nin üzerine atılı isnatların netleşmesi de mümkün olacaktır. Dileğim bir haksızlık varsa bunun acilen düzeltilmesidir. Osman Kavala’nın, Altan kardeşlerin, Nazlı Ilıcak’ın ve daha pek çok sorunlu kişinin masum gösterilmeye çalışıldığı bir yerde şehit ağabeyi Mümtaz’er Türköne’nin davası tekraren ve titizlikle değerlendirilmelidir.” attığı bu mesajları takip eden aylarda 24 Eylül 2020’de temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesinin "silahlı terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla verilen 10 yıl hapis cezasını "eksik inceleme" gerekçesiyle bozmasıyla tahliye edildi.
Aralarında kurulmaya çalışılan ilişkiye rağmen, Bahçeli’nin yazılı açıklamaları ile Türköne’nin yazıları birbirine çok uyumlu olmayabiliyor.
Ancak dün akşamkiler bu açıdan biraz farklı.
Dün akşam Bahçeli yazılı açıklama yaptı. Yaptığı uzun açıklamada Bahçeli İmamoğlu’nun tutuklandığı dava için önemli şeyler ifade etti; “İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni saran hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk iddialarından dolayı Silivri Cezaevi’nde bulunan zanlı Ekrem İmamoğlu’yla ilgili mahkeme süreçlerinin ivedilikle görüşülüp karara bağlanması gerekmektedir.
Tanık ifadeleri, sarih ve sahici delillerle birlikte diğer sair bilgi, belge ve bulguların dava dosyasına eksiksiz ilavesinin yapılması suretiyle kovuşturma etapları tamamlanmalı, şayet zanlı Ekrem İmamoğlu suçsuzca beratı, değilse tecziyesi maşeri vicdana muvafık halde mutlaka ve olabilecek en kısa sürede temin edilmelidir.
Televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından ve sosyal medya platformlarından sabah akşam kerameti kendinden menkul bir yolsuzluk failiyle ilgili abuk sabuk görüş, düşünce ve paylaşımları aziz milletimiz dinlemeye ve izlemeye mecbur değildir.” açıklamasında bulundu.
Bu açıklamada mesaj, AKP’ye mi yoksa yargıya mı bunu tartışacağız.
Ama şunu açıkça söylediği açık; İmamoğlu soruşturmasında; “sarih ve sahici delillerle birlikte diğer sair bilgi, belge ve bulgular” yok ise sürecin sürüncemede bırakılmasının sadece Erdoğan'ı değil, kendilerini de yıpratacağını ifade ederek; sürecin hızlanmasını talep ediyor.
Yine aynı gün Mümtazer Türköne de Bahçeli açıklamasından birkaç saat önce köşe yazısı yayınladı; “23 yıldan geriye ne kalacak?”. Son yazılarında erken seçim yapılmasını ve bunun nedenlerini açık açık yazan ve iktidara mesafeli duran Türköne; “Türkiye sağa sola ve geriye savrulmalardan kurtulup önüne bakmalı. Engebeli, tehlikeli bu yolda karşımıza çıkan fırsatlar bir daha ele geçmeyebilir.
Bütün bu sıraladıklarımı en iyi görecek, takdir edecek ve gereğini yapacak kişi olarak Erdoğan’ın realizmine güvenebileceğimizi düşünüyorum.
İki seçeneği var: görevi halefine devretmek üzere seçim kararı almak. İkincisi değişime direnmek.
Siyaset mümkün olanın sanatıdır. İkincisinin mümkün olmadığını Erdoğan görüyor olmalı. ... Bu söz, iktidarın çözemeyeceği en temel paradoks. Ekmek, hukuk olmadan olmuyor. Hukuk ise otokrasinin dayanaklarını ortadan kaldırıyor. Böylece iktidarın çıkarları ile halkı doyuracak ekmek arasında amansız bir çelişki çözümsüz ağır bir yüke dönüşüyor.
Ekmek için hukuk üzerinde yükselen yeni bir statüko ve bunu kuracak ve hukuka dayanarak var olacak yeni dalga bir iktidar gerekiyor.” satırlarıyla iktidarın sona yaklaştığını ve artık makul davranması gerektiğini söylüyor.
Evet, kim kimin adına konuştu, kim kimi temsil ediyor bunu bilmek mümkün değil.
Ama uzunca süredir düşündüğümü bir kez ifade edeyim; AKP, 2015 seçimleri öncesinde bir anlamda devlete eklemlendi. Ve o tarihten itibaren siyaset devletin alanı ve denetimindedir.
Ve son dönemde bütün tartışmalar devletin içinde çözüm süreci ve dış politikada başta olmak üzere son olarak da 19 Mart İmamoğlu operasyonu konularında bir gerilim olduğunu gösteriyor. Bu gerilimde kimin nasıl sonuçlanacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Açıkçası muhalefetin liselere kadar indiği bir siyasi iklime girdik. İktidar, bu süreci sadece güvenlikçi anlayış ve baskı ile ne kadar sürdürülebilir kestirmek zor Ama şunu söylemek mümkün; siyaset/sizliğ/in bir yol ayrımında olduğunu gösteriyor.

Yorum Yazın