İktidar ve muhalefetin elbirliğiyle siyasetsizliğe sürüklediği Türkiye teknik bir iktisadi vizyonla adeta zaman kazanmaya çalışıyor. Ancak siyasetin dinamizminin ülkeye bir vizyon sağlayabileceği bu ortamda ‘topun kimin sahasında’ olduğu sorusu cevaplanması pek zor bir soru değil. Siyasetin sınırlarını çizmeye çalışmak Türkiye’yi yeni bir darboğaza sürükleyecektir.
Türkiye gün geçmiyor ki bir artık buranın sağlıklı insanların yaşadığı normal bir toplum vasfını taşıdığını sorgulatan bir skandalla karşı karşıya kalmasın. Bütün bu olanlar ilginç olmanın aksine artık dramatik bir hal almış durumda. Uzun süredir ülkede pek siyaset de konuşulmuyor. Son zamanlarda okuduğum bir iki yazı dışında (özellikle bu platformda rastladığım Hasan Bülent Kahraman’a ait yazılar) sanki kimse uzun zamandır siyaset konuşmak istemiyor. En son siyaset konuşulan zaman Ak Parti hükümetinin ‘demokratik açılım’ politikalarının konuşulduğu zamanlardı sanırım.
Ülkeyi yirmi yılı aşkın bir süredir yöneten tek parti hükümeti o zamanlar kendi kontrolünde bir dizi ‘demokratik açılım’ politikası uygulamaya başlamıştı. Kısa sürede akamete uğrayan bu politikaların tamamı bir tür ‘siyasi terapi’ egzersizi olmaktan öteye gidemedi. Burada ünlü siyaset bilimci Carole Pateman’ı anmadan geçemeyeceğim. Gerçek bir siyasi katılım olmadan bu tür siyasal pratiklerin pek de ilerleyemeyeceğini vurgulayan Pateman gelinebilecek en ileri noktayı bir tür ‘terapi’ düzeyi, geçici bir iyileşme durumu olarak anlatır. Bunu söylerken sadece hükümetin veya bürokrasinin samimiyetsizliğini vurgulamak istemiyorum aynı zamanda açılımın muhatabı siyasi kesimlerin –‘Alevi kimdir, Alevilik nedir’ konusunda bir türlü uzlaşamayan Aleviler ve ‘biz terörist değiliz sadece Cumhuriyetin (gerçekten) eşit yurttaşları olmak istiyoruz’ diyemeyen Kürtler- de basiretsizliğini vurgulamak gerekir.
Hükümet, muhtemelen teknik düzeyde dışardan tavsiyelerle, böyle diyorum çünkü benzeri politikaların özellikle demokratikleşme sorunları yaşayan Oryantalist bir şekilde ‘bölünmüş toplumlar’ olarak tanımlanan bazı Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde uygulandığını da biliyoruz, üzerindeki AB süreciyle de eklemlenen liberal demokratik baskıyı hafifletmeye çalıştı. Böylesine ‘demokratik müzakere’ stratejileri birçok ülkede kullanıldı.
Ancak asıl cevap ülkenin gerçek toplumsal güçlerinin vereceği cevap olacaktır. Bu da ancak açık bir müzakere ortamının sağlanmasıyla anlaşılır. Burada bir süredir izlediği ‘topu taca atma’ stratejisi Ak Parti’yi kurtaramaz. Zamana oynamanın maliyeti artık hükümet için iyice ortaya çıkmış durumda.
‘TOPU TACA ATMA’ STRATEJİSİ AK PARTİ’Yİ KURTARAMAZ
Demokratikleşmenin anahtarını devleti kontrol eden kesimlerin etnik ve dini temellerde gönüllü bir güç paylaşımını kabul etmesinde gören bu yaklaşımlar siyasetin kurumsal ve toplumsal her alanında sürekli müzakereyi de demokrasinin işleyiş şekli olarak görürler. Böylece birbirleriyle hiç konuşamayacak kesimler tedricen değişir ve karşı tarafı kabul edecek olgunluğa erişmesi beklenir. Demokratik kuram bir yana Türk siyasetinin bir süredir futbol analojisi üzerinden daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kısa sürede bir ‘siyasi terapi’ egzersizi olduğu taraflarca anlaşılan açılım süreçleri adeta hedefe gitmektense bir orta sahada top çevirme hali aldı. Haksızlık etmemek gerekir.
Böyle de olsa Türkiye’de ilk defa böylesine açık bir müzakere stratejisi izleniyordu. Türkiye’de demokratik açılım süreçleri belki iyi niyetliydi. Yani gerçekten Türkiye’nin uzun süreli demokratikleşme sorunlarını çözmeye çalıştı. Bunu bilemiyoruz. Çünkü bu yönde bir açıklama halen gelmiş değil. Bu süreçler içinde olanların da konuşmaması ve konuşmak istememesi sebebiyle şeffaf bir muhasebesi halen hükümet tarafından da yapılmış değil. Nitekim böyle bir konuda -Gülen cemaati konusu- Erdoğan ‘aldatıldık’ dedi. Halen AB ile ilişkilerin ilerlemesinin önündeki en büyük engel ‘Kıbrıs’ konusunda da defalarca ‘elimizden geleni yaptık’ dedi. Bence iki konuda da doğru söylüyor. Aldatıldı ve elinden geleni yaptı. Bu yüzden ne Amerikalılara güveniyor ne de Avrupalılara. Fakat bu durum önümüzde halen demokratikleşme ve kalkınma sorunları çeken bir ülke olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sanki yirmi yılı aşkın bir süre sonunda Ak Parti iktidarıyla bir arpa boyu yol gitmemişiz.
Bu dönemi hatırlayanlar Türkiye’nin radikal bir dönüşüm geçirdiğini kabul edeceklerdir. Artık Türkiye 90’lı yılların kimlik siyasetiyle boğulmuş veya 2000’li yılların iktisadi eşiklerinde bocalayan Türkiye değil. Ne kimlik siyasetinin labirentlerinde kaybolacak ne de kamusal ekonomiyle yönetilecek bir ülke var elimizde. Adeta zorla aşıldı bazı eşikler. Fakat bundan sonrası için ne iktidarın ne de muhalefetin bir programı olduğu görülüyor. İki tarafın da Türkiye’nin coğrafi konumundan mütevellit bir köprü vasfının ötesine geçebilecek bir programı yok anlaşılan. Ak Parti hükümetinin şu aralar gözden düşmüş ekonomi bakanı Babacan Türkiye için bir lojistik üs vizyonu çizeli epey oluyor.
Bölgemizde olan savaşlar sayesinde savaş teknolojisinde de sınırlarımızı görmüş durumdayız. Türkiye halen caydırıcı bir nükleer güç olmaktan çok uzak. Türkiye’nin bir güneş paneline dönmesi gerçekçi görünüyor. Fakat bu ne kadar tatmin edici? 2016’da kimi kesimlerce hükümetin adeta bir ‘kendine darbe’ şüphesi uyandıran siyasi ünlü İtalyan aydın Gramsci’nin bahsettiği anlamda yeni bir siyasi güç bloğu çıkardı. Fakat bu bloğun gelinen noktada kaçınılmaz bir çıkış olduğunu da kabul edebiliriz. Sonuç olarak eldeki siyasi vizyonlar tükenmişti. AB’yle bütünleşmenin yakın ve orta vadede mümkün olmadığını ve Arap Baharı sonrasında Amerika’nın Truva atı olarak Avrupa ve Orta Doğu’da gidilebilecek pek fazla bir yer olmadığı görülüyordu.
İçte ve dışta vizyonu hızla erimiş Ak Parti iktidarı ülkeyi derin ve uzun süreli bir sessizliğe gömmeyi mevcut tek alternatif olarak gördü. Gitmenin maliyetinin oldukça yüksek olduğu bir noktada ancak siyasetsiz bir ülkede ayakta kalınabilirdi. Bütün bu senaryonun adeta ‘tek kale maç’ gibi oynanmasında sessiz bir muhalefetin varlığının da kritik bir rol oynadığını vurgulamak gerekir. Konuşmanın maliyetinin oldukça yüksek olduğu bir noktada iktidarın kendi kucağına düşmesini beklemenin muhalefet liderlerine adeta en risksiz yöntem olarak göründüğü anlaşılıyor. Bu bağlamda parlamenter rejimden başkanlık rejimine evirilen siyasi rejimin kendine özgü bir siyasi yapı yarattığını da vurgulamak gerek. Böyle bir sistemde kritik ‘üçüncü parti’ en güçlü partiye en ciddi zararı verecek bir parti olur.
Demokrasiyi derinleştirecek bir partinin üçüncü parti olması oldukça zor bir alternatiftir. HDP yerine MHP’nin neden üçüncü parti olduğunu bu durum açıklar sanırım. İktidar ve muhalefetin elbirliğiyle siyasetsizliğe sürüklediği Türkiye teknik bir iktisadi vizyonla adeta zaman kazanmaya çalışıyor. Ancak siyasetin dinamizminin ülkeye bir vizyon sağlayabileceği bu ortamda ‘topun kimin sahasında’ olduğu sorusu cevaplanması pek zor bir soru değil. Siyasetin sınırlarını çizmeye çalışmak Türkiye’yi yeni bir darboğaza sürükleyecektir.
Belki de baştan beri kritik soru bu ‘siyasetin sınırları ne olacak’ sorusu. Kemalizm’in ve onun ilkelerinin bekçisi güçlerin buna bir cevabı var elbette. Ancak asıl cevap ülkenin gerçek toplumsal güçlerinin vereceği cevap olacaktır. Bu da ancak açık bir müzakere ortamının sağlanmasıyla anlaşılır. Burada bir süredir izlediği ‘topu taca atma’ stratejisi Ak Parti’yi kurtaramaz. Zamana oynamanın maliyeti artık hükümet için iyice ortaya çıkmış durumda.
Hocamı tebrik ediyorum güzel bir analiz Bunu anlayan şuurlu bir toplum kalmadı ne yazıkki .
Hüseyin
24-10-2024 15:59