Sivil toplumun temsilcilerinin olmaması, Türkiye’de insanların sindirilmiş olması, geniş kitlelerin ve tepkinin yok olmasını sağlıyor. Buna Jean Baudrillard’ın bir kitabının ismiyle seslenelim “Sessiz Yığınların Gölgesinde” yaşıyoruz. Ancak yığınlar sandığımız kadar da sessiz değil. Sesin bir kısmı bir şekilde futbola tıpkı ışığın camda kırılıma uğraması gibi kırılarak geçiyor.
Türkiye’de seçimlere katılım oranları yüksek olmasına karşın siyasal katılım düşük. Yani halkın hükümete baskı yapması, talepler ve arzlar üzerinden yönetimi kendine sorumlu tutması durumunu gözlemlemiyoruz. Sivil toplumun temsilcilerinin olmaması, Türkiye’de insanların sindirilmiş olması, geniş kitlelerin ve tepkinin yok olmasını sağlıyor. Buna Jean Baudrillard’ın bir kitabının ismiyle seslenelim “Sessiz Yığınların Gölgesinde” yaşıyoruz. Ancak yığınlar sandığımız kadar da sessiz değil. Sesin bir kısmı bir şekilde futbola tıpkı ışığın camda kırılıma uğraması gibi kırılarak geçiyor. Telaş içerisindeki kitleler sürekli birilerinin kovulmasını istiyor, futbolcular, başkanlar ya da hocalar itibarlarını kaybediyor. Maçlar ne kadar sıklıkla oynanırsa itibarlar ve fikirler o kadar hızla tüketiliyor. Peki bu tezatlığı ya da kırılımı mümkün kılan ne?
Siyasetten ve ülkenin ekonomisinden bunalan, bir nevi enerjisini hükümeti protesto ederek atamayan kitleler futbolda kendilerini gösteriyor. Futbolda kitleler tamamen sessiz ve pasif değil, yarı-aktif ve gürültülü.
FUTBOLDA KİTLELER TAMAMEN PASİF DEĞİL
Basit birkaç gözlemle başlayalım:
1. Türkiye’de halk siyasete katılmıyor ve muhalefetin halkı harekete geçirme kabiliyeti yok.
2. Ana muhalefet lideri Özgür Özel, hükümetin dış ilişkileriyle alakalı demeçler verirken hükümeti savunuyor, Türkiye’de ana muhalefet partisi iktidarın milli savunma söylemine bir şekilde dahil olmaya çalışıyor. Yani AKP’nin yarattığı hikâyede CHP’nin dış güçlerle iş birlikçi olduğu yönündeki rolünü değiştirmeye çalışıyor. Ancak bu sadece siyasi tavır alarak başarılabilecek bir şey değil. Özgür Özel’in uzun bir anlatıya ve görsel hikâye desteğine ihtiyacı var, çünkü daha önce de anlattığım üzere iktidar bunu bu şekilde gerçekleştirdi. Halk aksi takdirde “Eğer madem herkesin bize karşı olduğu doğruysa, ilk fırsatta Erdoğan hükümetini seçelim” diyebilir.
3. Türkiye’de siyaset Erdoğan hükümetinin tanımladığı şekilde gerçekleşiyor. Erdoğan’ın tanımı, bir devlet aparatına dönüşmüş durumda. Ve aparatlar siyasi meselelerdeki ahlakîtutumları da belirler. O yüzden yolsuzluklar, New York belediye başkanıyla Türk yetkililerin yolsuzlukla anılması insanların ahlaki yargılarını insanlara karar aldıracak düzeyde etkilemiyor.
4. Siyasetten ve ülkenin ekonomisinden bunalan, bir nevi enerjisini hükümeti protesto ederek atamayan kitleler futbolda kendilerini gösteriyor. Futbolda kitleler tamamen sessiz ve pasif değil, yarı-aktif ve gürültülü. Bu da siyasetin en az futbol kadar tüketime alet olmasıyla açıklanabilecek bir durum. Daha doğrusu, kitleler siyaseti de futbola durdukları mesafede tüketiyorlar. Bu durumda takım taraftarları siyasi rekabetteki mutsuzluklarıyla ve kayıplarıyla tuttukları takımı birbirine karıştırıyorlar.
5. Kulüp yöneticileri bu karışıklıktan faydalanıp Erdoğan hükümetinin siyaset tanımını futbola taşıyorlar. Acun Ilıcalı’nın Ekim’in ilk haftasında yaptığı “Sistem” çıkışı bunun bir örneği. Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş yönetimleri siyasî anlatının mekanizmasını birbirleriyle birbirleri üzerinde baskı kurmak için kullanıyorlar. Futbolda düzenli olarak hakikati elinde tutma iddiası mantıklı bir çerçeveden bakınca son derece absürt görünüyor. Ancak bu durumu mümkün kılan şey futbol yöneticilerinin ısrarlı bir şekilde Erdoğan’ın siyasi tanımlarını futbola uyarlamalarından kaynaklanıyor.
Yeni Arayış’taki ilk yazımda Türkiye’deki futbol izleyicisi kitlelerin yaşadığı hipergerçekliği hınç duygusu üzerinden anlatmıştım. Hınç duydukları için insanların sevinmenin meşru olmadığı şeylere sevinmesi bir kırılımı ifade ediyordu. Bu kırılım da siyasetteki durum ve özellikle cumhurbaşkanının yıllardır anlattığı genel hikayeyle ilgiliydi. Taraftarla kutlamak için sokaklara çıkıyor, sokaklar protestolara konuk olmuyordu. Geçtiğimiz iki yılda bu durumu sıklıkla gördük. Ancak aynı kitlelerin özellikle statta ve sosyal medyada son derece mutsuz ve gürültülü olduklarını görüyoruz.
Taraftarların sosyal medya üzerinden bu kadar tepkili olmasını ne mümkün kılıyor? Cevap biraz düz olacak, siyasete göre yarı-aktif bir şekilde katılımın gerçekleştiği futbolda görünürlük araçları daha demokratik. Yarı-aktif diyorum, çünkü protesto edilebilecek o kadar çok şey varken taraftarlar yine tüketimi tercih ediyor. Görünürlük araçları daha demokratik, çünkü insanların futbol maçı sonrasında sahneye çıkıp kendilerini bu işin bir parçası gibi hissetme ihtimalleri daha yüksek.
İnsanların dinamik bir şekilde tartışabilecekleri, yeni olanaklar yaratabilecekleri, fikrilerini ortaya koydukları, agora gibi bir sahne. Bu sahneyi Hannah Arendt’in siyaseti bir görünüm sahnesi (space of appearance) olarak tanımlamasından ilhamla yazıyorum. Siyasetin üstlenmesi beklenen bu görünürlük sahnesi daha çok futbola kaymış durumda.
SİYASETİN GÖRÜNÜRLÜK SAHNESİ FUTBOLA KAYMIŞ DURUMDA
Bugün kitlelere görünür olmanın kolay yollarından biri uç ve öfkeli söylemlerde bulunmak, videolar kolajlamak. Hüznü ya da öfkeyi en uç seviyelere varacak şekilde yansıttıkları için insanlar çok kısa sürelerde çok sert tepkiler yayınlıyorlar. Siyasi katılımı arttırmak yerine ise bu enerjiyi tribünde atıyorlar. Tribün, ister istemez insanların siyasi baskıyı futbol merceğinden geçirip kırılıma uğratarak dışa vurdukları yer oluyor ve futbol git gide daha fazla gözün üzerine çevrilmesine maruz kalıyor. Bu dik bakışlar aynı zamanda siyasetin üstlenmesi gereken bir görevi daha devralıyor: İnsanların dinamik bir şekilde tartışabilecekleri, yeni olanaklar yaratabilecekleri, fikrilerini ortaya koydukları, agora gibi bir sahne. Bu sahneyi Hannah Arendt’in siyaseti bir görünüm sahnesi (space of appearance) olarak tanımlamasından ilhamla yazıyorum. Siyasetin üstlenmesi beklenen bu görünürlük sahnesi daha çok futbola kaymış durumda.
Aslında Erdoğan hükümeti için bunun hem iyi hem de kötü yanları var. Türk takımlarının ve kulüplerinin kendi içlerinde birbirlerine düşmeleri, taraftarların birbirlerinden nefret etmeye başlamaları ve tatmini futbol takımında aramaları Erdoğan hükümetini kurtarıyor. Aksi takdirde CHP’nin seçmenine karşı daha sorumlu olduğu, Deva ve Gelecek gibi oy oranı küçük partilerin halktan oy alamadıklarında kendilerini sorguladıkları bir siyasi sahnemiz olurdu. Kısacası, sorumluluk duygusu güçlü olurdu. Güncel durum kesinlikle böyle değil. Nefret hükümete yapıcı bir şekilde yönelmiyor, dik bakışlar ana muhalefet partisine değil futbola kayıyor.
İkinci olarak, bu durum Erdoğan’ın siyaseti sınırlandırmasını ve siyasi oyun sahasına hükmetmesine yardımcı oluyor. Neden? Çünkü Fenerbahçe yönetiminin başını çektiği, Galatasaray yönetimin inşasına malzeme verdiği ve son olarak Beşiktaş yönetiminin katıldığı bu söylem Erdoğan’ın anlatısının normalleşmesine yol açıyor. Birileri çok güçlü ve bütün sisteme hâkim, içeride sürekli gizliden gizliye “operasyon çeken” birileri var. Bu anlatıya göre sürekli mağdur olan iyiler bir gün kazanacaklar. Mağduriyeti yaşayan insanlardan biri ülkenin en zengin ailelerinden birinin ferdi olmasına rağmen, böyle bir anlatı kitlelerin bunu benimsemesine yol açıyor. Buna hiper-gerçeklik diyelim. Bu hiper-gerçeklik tüm büyük takım taraftarlarınca paylaşılan bir gerçeklik hâlini alıyor. Fakat tüm bunlar konuşulurken TFF başkanının federasyona kendi akrabalarını yerleştirdiği haberlerini kulüp başkanlarından değil, Fatih Altaylı’dan duyuyoruz.
Son olarak bu durum kitlelerin birbirleriyle ayrışma mekanizmasını güçlendiriyor. Aynı video üzerinden çok farklı ahlaki ve hakikate dayalı yorumlar yapabilen kitleleri ortak bir soruna karşı örgütlemek neredeyse imkânsız.
Yorum Yazın