Cezaevinde olan herkesin orda bulunduğu süreyi sadece yatarak değil, yaşadıkları hayat, kendileri, aileleri ve çevreleri üzerine düşünmeleri için de bir fırsat olarak görmesinde yarar var. Sonuçta tecrit evet özgürlükten mahrum edilmek demek. Ama bunu değiştiremediğiniz sürece de, bu zamanı kendimize dönmek için de bir fırsat olduğu unutulmamalı.
Silivri’nin soğuğu, sizi ailenizden, sevdiklerinizden, arkadaşlarınızdan ayırmalarının getirdiği bir durum. Ve o duygusu size soğuk beyaz ve gri duvarlarla hissettiriyorlar. Onun dışında sizi sindirmek için başka güçleri yok.
Ve eğer doğru ve haklı iseniz, Silivri cezaevinden çok ancak kendinizi dinlediğiniz, bol bol okuyup, yazdığınız, düşündüğünüz bir eğitim kampı oluyor.
İlk dönem kağıt, kalem, kitap, gazete ve televizyon gibi ihtiyaçlar tam olarak karşılanmadığı için zaman yürüyerek ve düşünerek geçiyor. Ve bazen düşündüklerinizi düşünüp fazlaca şaşıyorsunuz.
Bu süreç bir anlamda ilk dönem filozoflarının kendi aralarında konuştukları, üzerine düşündükleri dönem gibi geliyor insana. Çünkü, kendiniz ve hayatınızla ilgili düşünmeye başladığınız en basit sorulardan başlıyorsunuz düşünmeye.
Ama temel ihtiyaçlarınız giderildiği zaman ise zamanın, 24 saatin yetmediği günlere evriliyor bir anda.
İş yürümeden, okumaya, yazamaya, ziyaretlere dönüşüyor.
***
Peki bir gün nasıl geçiyor Silivri’de?
Her gün aynı olmasa da, belli bir rutin var.
Sabah 08:05 civarında sayımla başlıyor gün. Yüksek güvenlikli hapishaneden kaçma şansımızın olmamasına rağmen her sabah ve akşam üç infaz koruma memuru koğuşa girip sizi başıyla sayıyor ve elindeki kağıda bir işaret koyuyor. Onlar çıktığında avluya çıkma özgürlüğünüzü elde etmiş oluyordunuz.
Akşam neyse de, sabah sayımında uykudan uyanıp alt kata inmek itiraf edeyim ki zordu.
Sayımdan sonra iki seçenek var; ya yukarı çıkıp biraz daha kestirmek ya da güne erkenden başlamak.
Saat 10.00 sularında açılan mazgaldan “ekmek” sesini duyuyordunuz. Yataktaysanız aşağı inip almak durumundasınız. Uyanmışsanız mazgaldan uzatılan ekmeği alıyorsunuz.
Aradan 15-20 dakika geçmeden bu kez mazgal yeniden açılıyor ve “gazete” sesi geliyor. Yataktaysanız gazete için aşağıya inmenize gerek yok, gardiyanlar içeri atıyorlar. Ama gazeteleri elden almakta fayda var çünkü içinde bazen eksikler çıkabiliyor.
İlk günler genelde sayımla ayakta oluyor insan ama zaman içinde sayımdan sonra uyumayı tercih ediyor insan.
Uyandıktan sonra ilk işiniz kahvaltı etmek. Kahvaltılığı bir önceki günün akşam yemeği ile veriyorlar. Yumurta, kutu reçel, krem peynir, kaşar ya da beyaz peynir ve zeytindi çoğunlukla. Ki bunlar dönüşümlü oluyordu. Sizi bunu, kantinden sipariş ettiğiniz salatalık, domates ya da diğer çeşitlerle zenginleştirebilme imkanınız var elbet.
Ve çayınızı, içerdeki tek ısı kaynağınız olan bir ketıl (alt haznede su, üstte çay demleyeceğiniz bölüm) ile çayınızı demliyorsunuz, tabi zaman içinde ketılın alt kısmında ısınan su pek çok yemeğinde ocağı haline geldi. Kahvaltıda çay dışında bitki çayı ya da neskafe tercihiniz var ise bunu da kantinden sipariş vermiş ve almış olmanız gerekiyor. Ki Selahattin Demirtaş aynı ketıllla ne güzel twitler atmıştı.
Kahvaltının yanında simit ya da poğaça vs. istiyorsanız onu da bir önce hafta Cuma’dan sipariş vermeniz gerekiyor. Haftada bir gün veriliyor çünkü.
Kahvaltı ederken karşınızda açık televizyondan -ki, çoğunlukla HalkTV olurdu bu- günün ilk gelişmelerini ve artık ezberlemiş olduğunu bir gün öncenin haberlerini izlersiniz.
Kahvaltı bittiğinde masayı toplar ve çıkan bulaşıkları da yıkardım.
Sonra gazetelere dalarsınız. İlk ay sadece tek gazete verdiler, bu sayı üçüncü ayda 10 ya da 12 gazeteye ulaştı. Ve gazeteleri ilginç biçimde ölüm ilanı, nöbetçi eczane gibi ayrıntılara kadar okuyorsunuz. Bunu 80cm*80cm’lik beyaz plastik masada, beyaz plastik bir sandalyede oturarak yapıyorsunuz.
Benim kişisel pratiğimde bu işlemler saat 12.00’yi buluyordu. Ve sonra 1 saatli yürüyüş. 4 mt genişliğinde 7 mt uzunluğundaki avluda avlu içinde dönerek –ki, kısa süre onu da yaptım- değil, 7 mt uzunluğunda bir ileri, bir geri bir saat yürüyordum.
Bir duvardan bir duvara 11 adımda varıyordum. 7 metreyi 11 adımda yürüyorum. 1 dakikada 6 kez ileri 5 kez geri olmak üzere toplamda 121 adım atıyorum. Yani 1 saatte 7.260 adım atarak 4.620 metre yürüyordum. Bunu öğleden sonra 4-5 ya da 5-6 arasında bir kez daha tekrarladığımı düşünce günde toplamda 14.520 adım yani 9.240 metre yürümüş oluyordum.
Yürüyüşün bitmesinden sonra iki adet 5 lt’lik su damacanalarını dambıl olarak kullanıp 5-6 dakika kültür-fizik hareketleri yapardım.
Mapushanede fiziken sağlıklı olmanın temel koşullarından birisi düzenli spor yapmak.
Günlük kıyafetim genel olarak spordu. Alt eşofman ve sweatshirt olurdu. Görüş günlerinde ya da avukat ve milletvekili ziyaretçilerinde gömlek, pantolon giymek önemliydi.
Bu açıdan Selahattin Demirtaş’ın koğuş avlusundan bize gülümsediği fotoğrafa hep imrenmişimdir. OHAL dönemi olduğu için fotoğraf çekmek yasaktı.
Yürüyüş sırasında öğle yemeği bulunduğunuz bloğa göre gelmiş olurdu. Dağıtım genel olarak A Bloktan başlar. A Bloğundan 1 koğuşundan başlar C Bloğun 89 –emin olmadım- koğuşunda biterdi.
Sıralama her gün aynı olmayabiliyordu. O yüzden B Blokta avantajlı görünmüyor sanki.
Öğle yemeğinden sonra okuduğunuz gazetelerden hareketle yazı yazmak, kitap okumak ya da sadece TV izlemek bir seçenek. Ama bütün bunları yaparken çay ya da neskafe içmek –çoğunlukla çay- iyi geliyor insana.
Eğer o gün ziyaretçiniz yoksa bu okuma, yazma işi 4-5’e kadar sürer. Sonra ikinci 1 saatlik yürümeye başlardım.
Bu arada Nisandan itibaren güneşli her günde saat 2-5 arası avluda baksır ile sandalyede gazete ya da kitap okuyarak güneşlenip yandığım da olmuştur.
Bu yürüme zamanlarında zaman içinde sadece geçmişi değil içinde olduğunuz süreci, suçlamaları, sorguları, soruları cevapları düşünürsünüz. İlk aylar dosyada gizlilik olduğu için aklınızdaki soru “acaba ne çıkacak?” olurdu. Kendinizden eminseniz bu az düşündüğün konu olurdu.
Saat 17:00 gibi akşam yemeği dağıtımı var. Akşam yemeği ile birlikte ertesi günün kahvaltılıkları da veriliyor.
Kışın avlu erken 6 gibi kapanıyor, yazın ise bu saat 8’i de buluyor zaman zaman.
Akşam haberlerini akşam yemeği yerken izlerdik. Yemek saati o yüzden sabitti. Haberleri o zamanki adı FOX’de Fatih Portakal’dan izlerdik.
Tutukluluğumun ilk 3-4 ayı, haberlerden sonra yukarı çıkar ve yatağımda kitap okurdum. TV izleyemezdim. Çünkü çok değil 5-6 ay ya da 1 yıl öncesine kadar izlediğim programlara konuk olarak katılır, yorumlar yapardım. Ama bu duyguyu sanırım iddianamenin çıktığı 5 ay sonrasında yendim.
Ve akşam sayımı yine 20:00 ya da 20:05 gibi olurdu. Ve tüm kapılar üzerime kapanırdı.
Bir gün genel olarak bu rutinde geçerdi.
Uzun koridorlarda belli aralıkla konulan masalarda gardiyanlar kendi aralarında konuşurken ben gri betondan koridora sızan sessizliği dinliyorum çoğunlukla. Bazen koridorda masalarda oturan gardiyanlarla göz göze geliyoruz. Bazıları bu göz göze gelişte gülümsüyor, bazıları surat asıyor. Ama sanırım ben onlara gülümsediğim için onlar da gülümsüyor çoğunlukla. Sonuçta gülümseme bulaşıcıdır.
Bu rutini bozan tek şey sürpriz milletvekili ve avukat ziyaretleri idi. Sonuç olarak bu ziyaretler size dışardan ses ve sizin dışarıya ses verdiğiniz anlardı ve bu yüzden çok değerliydi.
Onun dışında bu rutini bozan, doktor, berber, sosyal destek talebi gibi konular konusunda verdiğiniz dilekçelerin olumlu sonuçlanması idi.
Ben bu hakkımı her fırsatta kullandım. Çünkü koğuştan çıktığım her ana benim için bir özgürlüktü. 5 dakika da sürse, bir saatte.
Ve koğuştan ne zaman çıkışımda, lise ve üniversite yıllarında dersin ortasında hocadan izin alıp koridora çıktığımda duyduğum sessizlik karşılıyordu beni.
Uzun koridorlarda belli aralıkla konulan masalarda gardiyanlar kendi aralarında konuşurken ben gri betondan koridora sızan sessizliği dinliyorum çoğunlukla. Bazen koridorda masalarda oturan gardiyanlarla göz göze geliyoruz. O göz teması bile bazen çok uzun sürüyor. Bazıları değil, büyük kısmı sizi tanıyor. Yazdıklarınızı, TV’de söylediklerinizi, kim olduğunuzu ya evlerinde internette ya da gelen ziyaretçilerden biliyorlar.
Bazıları bu göz göze gelişte gülümsüyor, bazıları surat asıyor. Ama sanırım ben onlara gülümsediğim için onlar da gülümsüyor çoğunlukla. Sonuçta gülümseme bulaşıcıdır.
Ama en acısı bu gezintilerde tanıdık bir tutukluyla karşılaştığımız zaman yaşanıyor. Onlara başınızla selam vermek dışında her şey yasak. İstem dışı “merhaba” derseniz uyarı geliyor gardiyandan “yasak!”.
Neden?
Sivil hayatta birbirini tanıyan iki insanın karşılaştığı koridorda birbirine merhaba demesi neden yasak? Tamam dokunmak, el sıkışmak yasak ama uzaktan merhabalaşmak, selamlaşmak neden yasak?
Çünkü tecrit var.
Ve uyumak. İlk dönem 10-11 sonraki aylar 12 ya da 1’i buldu.
Evet Silivri’de B Blok, 1. Koridor, 10 No’lu Koğuş’un bir günü benim için böyle geçiyordu.
Zaman zaman bu tekrar fazlasıyla yorucu olmuyor değildi. O yüzden bu rutinde değişiklikler yapmak iyi gelebilir. Çünkü mekaniğe dönüşen tekrarlar yarar değil zihin için yorucu olabiliyor.
Kuşkusuz başta İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu, Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık ve onlarla birlikte tutuklananlar için bu rutin söz konusu değildir. Onların ziyaretçileri, yoğunlukları dışardaymışçasına devam ediyor ve edecek. Etmeli de...
Ama cezaevinde olan herkesin orda bulunduğu süreyi sadece yatarak değil, yaşadıkları hayat, kendileri, aileleri ve çevreleri üzerine düşünmeleri için de bir fırsat olarak görmesinde yarar var. Sonuçta tecrit evet özgürlükten mahrum edilmek demek. Ama bunu değiştiremediğiniz sürece de, bu zamanı kendimize dönmek için de bir fırsat olduğu unutulmamalı.

Yorum Yazın