Bugün Türkiye özellikle siyasal iktidarın geldiği nokta bağlamında popülist bir inanç dayatması ve laik hayat tarzına müdahaleyle karşı karşıyadır. Sosyal medya mecraları üzerinden yürütülen "şeriat istemiyoruz" veya "yaşasın şeriat" kavgaları her gün karşımıza çıkıyor ve toplumun karşı karşıya gelmesi bağlamında endişe veriyor.Son dönemlerde, özellikle de yerel seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte şeriat tartışmaları bir hayli gündemde. Türkiye'de adliye koridorlarında şeriat sloganları atılıyor, mitinglerde şeriat istekleri dile getiriliyor ve hilafet bayrağı açılıyor.Diyanet Akademisi Başkanlığı 1. Dönem Aday Din Görevlileri Mezuniyet Merasimi'nde konuşan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, şeriata dair şunları söyledi:“Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var. İslam'ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir. Bu ülkenin hukuku korumakla görevli kimi baroları çıkıyor, Kelime-i Tevhid'le ilgili suç duyurusunda bulunabilir. Milyonlarca vatandaşımı gerici diyerek tahkir edebiliyor. Türkiye'de sayıları az da olsa kimi çevrelerde şeriata yönelik sergilenen pervasızlıkların temelinde cehalet ve bilgisizlik hastalığı vardır. Ülkemizde en azından bir kesimin içinde bulunduğu cehalet karanlığından boğulduğunu görmekten üzüntü duyuyoruz. Millete ait tüm kadim değerleri gerilik emaresi olarak gördüler. Giydiği kılık kıyafetine göre insanımızı ayırdılar, ötekileştirdiler. Modernliği ve ilerlemeyi bir gardırobun iki kapağı arasına hapsettiler."Yerel seçimlerde AKP ve şürekasının en büyük oy depolarının başında şüphesiz çeşitli İslami gruplar, tarikatlar ve cemaatler geliyor. Bugün Türkiye'de devlet kademesinde ve bürokraside bu dini yapıların tahakkümü ve kadrolaşması bilinen bir gerçek. Özellikle son cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden sonra gerici ve radikal dinci bir odağın oluştuğu, artık hem siyasal iktidarın desteğini arkalarına aldıkları hem de Meclis'te mevzi kazandıkları aşikar. Din ve şeriat üzerinden üretilen popülist siyasal söylem boşuna değil çünkü bu yapıların oy vermesi için rızalarını "din elden gidiyor" söylemi üzerinden üretmek ve konsolide etmek gerekiyor.Gerici dinci zihniyet güçlenip siyasal olarak mevzi kazandıkça elbette toplumsal laik düzenin değişmesi ve dini sistemin uygulanması için teoriden pratiğe geçme istekleri de artıyor. Yani dini uygulamaların ve esasların artık sadece fikri ve inanç boyutunda kalmamasını ve toplumsal hayatın içinde açıkça uygulanmasını istiyorlar. Oysaki din, bireysel bir inanç olgusudur sadece bireylerin kendilerini ilgilendirir.
Bu topraklarda din ve inanç olguları şüphesiz en önemli toplumsal kutuplaşma aparatı olarak hep kullanıldı. Bugün de kullanılıyor ve Türkiye toplumu din ve şeriat talepleri üzerinden kutuplaştırılıyor. Oysaki Anayasa'nın 4. maddesinde laiklik ilkesi, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez temel nitelikler arasında sayılmıştır.Bugün totaliter bir bakışla "Milletin değerleri ve hassasiyetleri" söylemiyle dayatılmaya çalışılan bir din ve inanç doktrini var. Burada karşımıza pek çok soru çıkıyor: Millet denilen olgu tam olarak kimlerden oluşuyor? Toplumun tamamı aynı dini inanç ekseninden mi oluşuyor? Değerler ve hassasiyetler denilen olgular kime ve neye göre belirleniyor? Herkes aynı dine ve o dinin buyruklarına uymak zorunda mı? Siyasal olarak hakim konumda olan kesimin inanç ve dini perspektifi ülkede yaşayan tüm toplumsal kesimlerin "resmî" dini haline mi getirilmek isteniyor?Bu topraklarda din ve inanç olguları şüphesiz en önemli toplumsal kutuplaşma aparatı olarak hep kullanıldı. Bugün de kullanılıyor ve Türkiye toplumu din ve şeriat talepleri üzerinden kutuplaştırılıyor. Oysaki Anayasa'nın 4. maddesinde laiklik ilkesi, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez temel nitelikler arasında sayılmıştır. Yani anayasal olarak Türkiye laik bir devlettir ve tek bir dinin esaslarını gözeten bir devlet değildir.Laiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir ilke olmasının yanında, aynı zamanda aklı, bilimi esas alan eğitimin, yönetimin, hukukun dayanağıdır ve barış içinde birlikte yaşamanın, din ve vicdan özgürlüğünün, özgür düşüncenin temelidir. Bir devletin resmî dini olmamalıdır çünkü bir devletin egemenliği altında pek çok farklı dine ve inanca sahip olan veya inançsız olan yurttaşlar da var.Bir devletin tek bir dinin esaslarına göre yönetilmesinin ne gibi toplumsal krizleri beraberinde getirdiğini şeriat kurallarına göre yönetilen ülkelerden görüyoruz. Bu ülkelerde hukukun ve toplumsal hayatın tüm kuralları tek tip bir dini perspektifle belirleniyor, herkese aynı inanca sahip olması dayatılıyor ve "öteki" olarak görülen hiçbir kesime hayat hakkı tanınmıyor.Şeyhlerin, mollaların, imamların ve dini önderlerin hakim olduğu bu tip yönetimlerde "şeriatın kestiği parmak acımaz" zihniyetiyle insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, yaşam tarzı, giyim tarzı, yeme içme tarzı ve evrensel tüm hukuki ve insani normlar ayaklar altına alınıyor. Oysaki şeriatın tek tipliği dayatarak kestiği parmak çok acıyor!
Devlet, dini bir dayatma aracı olarak kullanmayı bırakmalı ve tüm inanç gruplarına aynı mesafede olmalıdır. Aksi halde din üzerinden oluşabilecek bir radikal kutuplaşmanın tüm bir toplumu kaosa sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır...Vicdan sahibi olmak için illaki bir dini inanca ve yaratıcıya inanmak gerekmiyor, asgari insan olmak bunun için yeterlidir. Herkesin dini inancına saygı duymak elzemdir ancak insanların inançsız olma veya farklı bir dine mensup olma kararlarına da saygı duymak aynı derecede elzemdir. Hangi din ve inanç olduğu fark etmez; hakim olan güç odakları sırf siyasal yönetim koltuklarını işgal ediyorlar diye kendi dinlerini ve inanç doktrinlerini tüm bir topluma dayatma hakkına sahip değiller, ellerindeki yargı sopasını kendi inançlarını empoze etmek için kullanamazlar.Bugün Türkiye özellikle siyasal iktidarın geldiği nokta bağlamında popülist bir inanç dayatması ve laik hayat tarzına müdahaleyle karşı karşıyadır. Sosyal medya mecraları üzerinden yürütülen "şeriat istemiyoruz" veya "yaşasın şeriat" kavgaları her gün karşımıza çıkıyor ve toplumun karşı karşıya gelmesi bağlamında endişe veriyor. Ortadoğu tarihi, devlet ve siyaset eliyle din ve şeriat popülizmi yapmanın ne denli tehlikeli sonuçlar doğurabileceğiyle ilgili pek çok örnekle doludur. Bu bağlamda; devlet, dini bir dayatma aracı olarak kullanmayı bırakmalı ve tüm inanç gruplarına aynı mesafede olmalıdır. Aksi halde din üzerinden oluşabilecek bir radikal kutuplaşmanın tüm bir toplumu kaosa sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır...
Yorum Yazın